SON Kürt kalkışması 1984 yılında başladı. 40 bin insanımız öldü. Bu böyle gidemezdi.
Uluslararası toplumun da baskısıyla AK Parti hükümeti silahlı Kürt örgütünü muhatap alıp bir anlaşma zemini yakalamayı hedefledi.
Esasında işler iyi gitti. 2013 Nevruzu’nda örgüt liderinin kamuoyuna okunan mektubuyla çözüm ihtimaline iyimser bakanların sayısı epey arttı. “Dolmabahçe mutabakatı” ile de artık bu meselenin “geride” kalacağına dair inançlar yükseldi.
Barışçı yüzler gülüyordu. Bu arada Kürtlerin partisi HDP, sempatik genel başkanıyla, demokrasi temelinde Türkiye’nin partisi olmak istediklerini söyleyerek, Kürtlerin barış elini uzattıklarını ifade ediyordu. Tüm bu gelişmeler halkta karşılık bulacak ve HDP 7 Haziran’da her kesimden yüzde 13’ler mertebesinde oy alarak barajı aşacaktı.
DENGELER BOZULDU
Seçim sonuçları hiçbir partiye tek başına iktidar imkanı vermemişti.
İşte bu noktada bu durumdan HDP’yi sorumlu tutan iktidar, mutsuzluk emareleri göstermeye başladı. Vaka, seçim sürecinde milliyetçi oylara oynanmış, ancak iktidar için yeterli olamamıştı. Bu gelişme sonrasında, zihinlerinde “barış sürecinin” ipini çekmeye karar vermeleri zor olmadı.
BİZİM komşu, Avrupa Birliği organizasyonuna uyum sağlayamadı.
Avrupa, “uygarlık tarihi” karnesinde en fazla mesafe almış bir kültür.
Esas itibariyle Hristiyanlık geleneğini evrilterek insan odaklı bir dünya görüşü oluşturan, teorik planda mutabık olduğu değerleri, sadece kendisi için değil, tüm insanlık adına talep eden bir ideal çerçeveye sahip.
Ancak hayat böyle tecelli etmiyor.
Dünyanın çok büyük, nüfusun çok fazla, kaynakların kıt olduğu bir yerküre düzeninde, ister istemez yontulmamış beşeri zaafların çizdiği kurallar geçerli oluyor.
BAŞKA DEĞERLER
Öteye gitmeyin. Almanya, bırakın dünyanın geri kalanını, içine aldığı Yunanistan’la bile, mevzuya maddiyat girince anlaşamadı.
AVRUPA Birliği bir projeydi. Almanya ile Yunanistan’ı aynı potada hayal eden, ABD ve Çin’e karşı dünyanın üçüncü gücünü oluşturmayı hedefleyen bir proje.
Oysa sıradan bir beyaz ya da mavi yaka Alman’ın çalışma temposunu bilenler, isyan etmeden tipik bir Akdeniz tembeli olan Yunanlı’yı sürgit sırtında taşımayacağını öngörebilirdi.
“Disiplin” ve “çalışkanlık” gibi iki ana unsuru yaşam biçimi haline getiren ve 3.7 trilyon dolarlık milli geliriyle yaşlı kıta Avrupa’nın lokomotifi konumunda olan Almanya, kendi yaşamından fedakarlıkla artırdığı değerleri, elbette yan gelip yatsın diye Yunan halkına bağışlayamazdı.
AB’NİN PAÇASINDAN
Dolayısıyla, bu “AB” işi sürdürülebilir gözükmüyor. Mesele sadece ekonomik değil, açık bir “kültürel doku uyuşmazlığıdır” yaşanan.
Esasında Türkiye, barış sürecini demokratik bir anayasa ile nihayetlendirir ve yerel yönetimlerin ön plana çıktığı bir ülke fotoğrafı oluşturabilirse, kuşku yok, tarih tekerrür etmeye ve Yunanistan’la “gevşek federasyon” söylemleri yine gündeme gelmeye başlar.
Ha, “Milliyetçi Grekler tarafından nüfusu artmayan, ekonomisi tıknefes Yunanistan, olası bir federasyonda Müslüman Türkiye tarafından yutulur endişesi duyulabilir ve bu yüzden AB’nin paçasından hiçbir zaman ayrılmazlar” diyebilirsiniz.
BİZLER, refahla mutluluk kavramlarını uzun bir süredir eş anlamlı kullanır hale geldik.
Oysa, yüksek tüketim kalıbına sahip olmak mutlaka mutluluk getirmiyor.
Yaşı 50’nin üstünde olan ve belli bir başarıyı yakalamış insanların dillerinde pelesenk olmuş cümledir. “Gençken paramız yoktu ama çok mutluyduk.”
Esasında 1980’den itibaren dışa açılım politikaları ile “köşe dönmeci” bir kültürün etkisi altında kalmaya başladık.
Oysa hemen yanı başımızdaki bir ülke, böylesi sert liberal rüzgarlara teslim olmaya hep direndi.
Yunanlılardan bahsediyoruz.
Onlar yaşam keyiflerini hiçbir zaman ikinci plana almadı.
BU yaz, sanki insanlar tatili erteliyor, metropolleri sahipsiz bırakmak istemiyor.
Tamam havalar tam ısınmadı, Ramazan etkisi de var, ama bunlar yaza mesafeli kalınıyor olmasının izahını yeterince vermiyor.
İnsanlar, anlaşılan dış görünüşlerinde verdikleri izleniminin çok ötesinde, derinlerinde, tedirgin olmuşlar.
Sanki, sayılarının, oylarının toplamının iktidar kompozisyonunda yetersiz kalacağına dair öylesine bir moralsiz kanaat pekişmiş ki, bir anda “masada” yerlerinin olduğunu görmelerinin şokunu henüz atlatamadılar.
Bu sebepten emaneti verdikleriyle sıcak temastan uzaklaşmak istemiyorlar, takip ediyorlar, teyakkuz hallerinden gevşemeye geçişi, şu an itibariyle zamansız addediyorlar. Şehirlerde kalarak, nöbetçi hissiyatıyla vecibelerini bir nebze olsa da yerine getirdiklerini düşünüyorlar.
-------
Sakinlik talebi
2015 yılının temmuz ayından Türkiye’ye bakınca bir tespiti net bir şekilde yapabiliyorsunuz.
GEÇENLERDE İzmir Kalkınma Ajansı’nın seçimleri yapıldı.
Normalde bu tip kuruluşların seçimlerinin yerelde büyük heyecan yaratması gerekir.
Zira kalkınma ajansları bölgenin yatırımlarına yön veren, dünya örneklerinde çok önemli ağırlıkları olan kuruluşlardır.
Ama maalesef bizde bu iş, arzu edilen özerkliğe bir türlü kavuşamadı ve merkezi yönetim etkisi, tıpkı eski DPT düzeni gibi devam ediyor.
Hatta bu merkeziyetçi iştah o kadar fazla ki, örneğin İzmir Kalkınma Kurulu Başkanlığı için bile, üyelerin serbest iradesine tahammül edilemiyor ve el altından birileri işaret ediliyor.
Ancak bu denli yönlendirme gayreti bazen ters tepebiliyor.
Nitekim iki dönemdir Kalkınma Kurulu Başkanlığı’nı başarıyla yürüten Kemal Çolakoğlu, önünün kesilmek istenmesine rağmen yine seçildi.
KSK’nin başına talih kuşu kondu. Evet, Erdal Acar’dan bahsediyoruz. Bir anda belirdi ve kulübün önce futbol sonra basketbol branşına el attı. Birikmiş borçların bir kısmı ödenmeye, primler uçuşmaya, yeni parlak transferlerden söz edilmeye başlandı. İyi de bayram değil, seyran değildi. Eniştemiz neden bu denli ilgiliydi? Bir İstanbullu müteahhidin, üstelik kentsel dönüşümlerin bu kadar revaçta olduğu bir dönemde, işini gücünü bırakıp parasını pulunu Karşıyaka’ya saçmasının mantıklı ne izahı olabilirdi. Ayrıca AK Parti milletvekillerinin en başından Sayın Erdal Acar’ı yüreklendirmelerinin bir sebebi var mıydı? Hele Facebook’da Erdal Acar’ın bir anda zuhur eden kaf-kaf sevgisine dair satırları okuyunca, tamam diyorsunuz, biz atlamışız, Gode Cengiz beyefendinin kirvesiydi, ergenken bir Göztepeli ile dalaşmasından karakol macerası bile vardı. Ne diyelim, Erdal Acar bir proje, bu açık. Kulüp akıllı davrandığı müddetçe istifade etsin ama ipin ucunu asla bırakmamalı. Kötü senaryo gerçekleşir ve elma şekerlerin sapları ile başbaşa kalınırsa (ki hiç temenni etmeyiz), umarız hesap verecekler orada bulunurlar.
BEYAZ TÜRKLER YIKILACAK YER ARARBakmayın siz şimdiki siyasetçilerin “Yeni Türkiye” söylemlerine. Kapsamlı yeni Türkiye projesi Cumhuriyet’ti. Kendi değerleri üzerinden yepyeni nesiller oluşturmayı hayal etmişti. Çok büyük ölçüde başarılı da oldu. Oldurtulan model insan; geçmişini fazla kurcalamayan, kaynaşmış, sınıfsız bir kitle olduğuna inanan, Sünni fakat denetimli, Diyanet’in müsaade ettiği ölçüde dindar, Müslümanlığını Allah’la kul (kendisi) arasına sıkıştırılmış olarak yaşayan, Arap sevmeyen, yüceltilmiş Türk kültürü ile biçimlenen, din ve devlet işlerinin kesinkes ayrıldığı katı laik anlayış da bir beis görmeyen, esasında hep bir “batı” hayranlığı ile kıvranan ve birbirine benzetilmiş özelliklere sahip kişilerden oluşuyordu. Bu kitleye sosyologlar Beyaz Türk diyor. Beyaz Türkler bu ülkenin ayrıcalıklı kitlesi oldu. Ama bunun bedeli rızalarıyla az özgür olmaktı. Demokrasiden vazgeçip bu işi askeri vesayete ihale ettiler. Bu durum, devran değişince onları kendi haklarını nasıl koruyacaklarına dair pratiksiz bıraktı, acemi kıldı. Muhafazakar camileri ayağa kaldırabilirdi, Kürtler zaten silahlı mücadele veriyorlardı, Alevi gençler gerekirse sapır sapır öldürülüyorlardı.. Oysa Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş naif kitlelerin, kıyı seçmenlerinin, kendilerini risk ederek bir hak arama kültürleri ve cesaretleri yoktu. Şimdi, 7 Haziran sonrasında, muhafazakarların iktidarı sallandı. Kağıtlar yeniden karılmaya başlandı. Haklarını, gerektiğinde çoluğunu, çocuğunu, yeğenini, kuzenini meydanlara sürmeden koruyamayanların masaya eğreti oturacağı bir Türkiye şekilleniyor. İşte bu aşamada, on milyonlara ulaşmış beyaz Türkler’in yine kendilerini emanet edecekleri bir vasi arayışında olduklarını gözlüyoruz. 1970’ler de sol parantezde, müttefik olmasalar da, birbirlerine sempati duymuş olanlar, bugün şayet becerirlerse “evrensel demokrasi” paydasında dayanışabilirler. Bu sebeple “Beyaz Türk, Alevi, seküler Kürt” koalisyonu önümüzdeki yıllarda yavaş yavaş kurumsallaşırsa kimse şaşırmasın.
AK Parti 2002 ruhuna geri dönemez ise, giderek Kürt oylarından uzaklaşacak demektir.
Gelişmeler bu yönde olursa, kuvvetle muhtemel, başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere artık daha milliyetçi (Türkçü) bir AK Parti görebiliriz.
Bu durumda MHP tüm gücüyle AK Parti’yi “tapulu arazisinden” geri püskürmeye çalışacaktır.
Bu sebeple bu iki partinin ilişkileri “gerginlik” vaat etmektedir.
CHP’ye gelince bu seçimler onlar için çok öğretici olmuştur.
Bir defa, öyle aşırı ulusalcı oyların halk nezdinden hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığı anlaşılmıştır.
Dolayısıyla CHP’nin “pür” bir sosyal demokrat parti olmasının önünde zihinsel bir engel kalmamıştır.