Güney Kore’nin kültür turizmi konusunda en güvendiği konuların başında gelen müzik sektörü, (ki ülke politikası gereği genel bütçenin yüzde 1’i Kore kültürünün yayılması için harcanıyor) 5 milyar dolarlık hacmiyle sadece Asya ülkelerini değil Amerika’nın da sınırlarını zorlamamaya başladı.
PSY’ın “Gangnam Style” klibi bir anda dünyayı saran bir fenomen haline gelmişti. Başarının arkasındaki elementler ise klibi, danslar ve sözlerinde yer alan İngilizce kelimelerdi. Bu K-Pop’un görünen kısmıydı birçok müziksever için.
Son 10 yıllık dönemde 13-21 yaş aralığı zaten bu müzik türünü keşfetmiş, Koreli idolleri yakın takibe almıştı bile.
Zamanında birçok gençlik dergisi ilginin farkına varıp (daha doğrusu mail ve mektuplardan yorulup) posterlerini vermeye başlamışlardı.
Güney Kore’de tüm müzik grupları idol olarak geçer. En az beş kişiden oluşur, isimleri kısaltmadır ve nereye gitseniz aynı anlamı içerir. BTS gibi, EXO gibi, hatta ATEEZ gibi...
Grup üyeleri seçmelerle bulunur, dans ve oyunculuk eğitimi verilir, grup içinde bir görevi üstlenmesi beklenir. İdol denmesindeki bir diğer neden ise sevilen grubun giydiklerinden tavırlarına kadar anında trend olmasıdır.
8 bölümlük belgesel serisi, 150’den fazla orijinal röportajı barındırıyor. Teknolojinin müziğe, müziğin teknolojiye entegrasyonunu enine boyuna irdeleyen “Soundbreaking”, prodüktörlerle açılış yapıyor.
“Prodüktör nasıl bir vizyona sahip olmalı”, “Nasıl davranmalı”, “Sanatçıya nerede ‘Bu olmadı, daha çalışmalıyız’ demeli” gibi hayati soruları peş peşe sıralayan açılış bölümünde, dünyaca ünlü şarkıcı Quincy Jones şöyle diyor: “Prodüktör nazik ve diplomatik olmalı. Olması gereken noktaya gelinceye kadar stüdyoda tekrar almalı.” Belgesel için röportaj veren daha birçok isim de “Çok iyi şarkılar, kötü prodüksiyonlarla bitirildiler” diyerek bu bağımsız vizyonun önemine dikkat çekmiş.
Birçok sanatçının “Ben prodüktörle çalışmam, ancak kendi şarkılarımı kendim yazarsam anlaşma imzalarım” da dediği bölümde, bu seçimin sonuçlarını görüyorsunuz.
Yusuf İslam’da bu sistem işe yararken The Beatles’da prodüktörün varlığının hayati öneminin altı çiziliyor.
Peki, elzem midir prodüktör kullanmak?
İki farklı prodüktör algısı var: Prodüktörsüz de yapanlar. Yani şarkı sözü yazarı-besteci olanların duygularını karşıya aracısız geçirebilmesi durumu...
80’lerde “Gördün mü bilmem kim albüm çıkardı, Türkiye’de bir bende var”, “Kasedi var ama veremem” şeklinde baş gösteren, günümüzde “İnan sadece ben dinliyorum” narsistliğinde devam eden bu “sevdiğin müziği paylaşmama” hali devam ediyor.
Bu yazının ilham kaynağı ise kasım ayında yeni albümünü çıkaracak olan Can Kazaz.
Şarkıcı, geçtiğimiz günlerde Komplike Dergi için “Lütfen Ünlü Olma: Sadece Biz Bilelim” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı.
Değindiği noktalarda kesin yargılarda bulunmaktan kaçınıyordu ama konuyu 12’den vurmuştu. İnsanlar neden sevdiği kişiyi objeleştirip bencillik yapıyordu ki? Kazaz, genel olarak sevdiği müziği başkasına dinletmek istememe halinin kibir olup olmadığını sorguluyordu. Peki ya “seni kendime sakladım”cılara başka bir perspektiften bakarsak...
Müziğine bayıldığınız isimlerin, sevdikleri işten para kazanması sizin elinizde. Onların müziklerinin elden ele dolaşması da sizin elinizde. Daha çok konsere çıkıp daha uzun süre müzik yapmalarına imkan vermek de yine sizin elinizde. Tüm bunlar müziklerini uzun vadede yapabilmeleri için sizin yaptığınız bir yatırım. Ya da yapmadığınız...
Kazaz yazısında “İnsan ünlü olduğu için kalitesizleşmez, zaten kalitesizse ünlü olunca bu görünür hale gelir” diyerek aslında belirli bir tanınırlığa ulaşmanın yararı olduğunun altını çiziyor.
Özellikle “Bir Baba Indie” adlı müzik sitesinin menajer röportajlarından ilham alınarak hazırlanan “Menajere ne gerek var?” başlıklı sohbet, birçok kişinin ilgisini çekecek bilgilerle doluydu.
Hakan Yalçın, Can Şener ve Ahmet Can Taşdemir’in konuşmacı olarak katıldığı sohbet, “Türkiye’de menajerliğin ne kadarı menajerlik, ne kadarı organizasyon bağlamak?” konusuyla açıldı. Özellikle de sanatçıların kendilerini menajere emanet etmesinden çok menajeri yönlendirdiği konusu üzerinde duruldu.
Ana akım müzik dışında kalan her ismin menajerle çalışma konusunda çeşitli öncelikleri olduğu da ortaya kondu.
Bu önceliklerin başında, asgari şekilde yaşamı idame ettirebilmek, Anadolu’da da konser vermek ve şarkıları daha çok kişiye ulaştırmak var. Menajere neden ihtiyaç duyulduğu konusunda ise iki belirgin etken var: Ticari döngünün rahatça sağlanması ve çalışılacak mekan/organizatörlerin güvenilirliği.
Bir şehirde nerede kimle çalışılır menajerler şüphesiz sizden daha iyi biliyor. Tabii sohbette menajer yüzdeleri de konu oldu.
Normal şartlarda yüzde 10-20 gibi bir aralıkta ücret alan menajerler, sanatçıya açılan ofis, çalıştırılan insanlar gibi faktörlerden ötürü payını yüzde 50’ye kadar çıkarabiliyor.
Ne güzel konserler yapıyor derken İzmir MilyonFest’te sahneye çıkmayacağını, daha doğrusu çıkamayacağını söyledi Hayko Cepkin.
Ne zamandır bizim kulağımıza gelen söylentiler demek ki Cepkin’in de kulağına gitmişti. Bütün dedikodular, birçok grubun Hayko Cepkin ile aynı gün festivalde olmak istemediği yönündeydi... Çünkü çok eşsiz, özenli bir sahne performansı sunuyor, buna da günlerce hazırlanıyordu.
Cepkin sonunda neden bu konserde olamayacağını maddeler halinde sıraladı. Ana neden de kulağa gelen o sözlerdi.
Cepkin şunları söylüyordu: “Özenle hazırlanılmış, emek verilmiş, farklı sunumlar ile marine edilmiş sahne performanslarımızdan kaynaklı, bizimle aynı günde sahne almayı arzu etmediklerini dile getiren gruplar olduğu konusunda duyumlar aldık. Öncelikle gurur duyarız, teşekkürler. Ama konu zaman içinde köşe kapmacaya dönüşünce, iş açıkçası biraz boyut değiştirdi.
Böylesi bir tavrın festival ruhuna yakışmadığını dillendirerek görünür kılmak istedik ki kronikleşmeden önünü alabilelim. Lütfen herkes kendi sahnesi ve performansı ile ilgilensin. Kem göz ile bakılmasın. Malum bu tip projeler, klipleri televizyonda, şarkıları radyoda cayır cayır çalan projeler değil. Zaten ayaklarımızın üstünde dimdik durabilmeyi, sahne performanslarımız ve seyircimiz ile canlı canlı iletişim kurarak başardığımızın bilinciyle bu kadar özenerek çalışıyoruz.”
Kulağına geldiğini tahmin ettiğim onca lafa rağmen gayet düzgün bir açıklama ile durumu gözler önüne seren Cepkin, sahne performansları gibi duruşuyla da alkışı hak etti.
Trendleri geriden takip ediyor gibi görünsek de Türk popçularının, alternatif sanatçıların, rap’çilerin özellikle YouTube kanalları üzerinden keşfedildiği bir dönemde, dinleyicilerin gözü haliyle video izleme sitelerine dönmüş durumda.
Her şarkıcı albümünü online müzik dinleme platformlarına koyduğu gibi şarkı sözlerinin yer aldığı videoları da kendi hesaplarından paylaşıyor, böylece izlenme oranlarını artırmaya çalışıyor.
Her müzik şirketinin/sanatçının kendi kanalı üzerinden yaptığı yayınlar ek gelir kapısı.
Gelelim albümsüz, şirketsiz müzik paylaşımı yapmak isteyenlere. YouTube, bilgilendirme sayfasında şu sözlerle cesaretlendiriyor onları: “Nielsen’e göre sanatçıların ve plak şirketlerinin gelir elde etmesini sağlayan dijital hizmetlerin gitgide büyümesiyle müzik dinleme oranı şu an hiç olmadığı kadar yüksek.”
Belli bir oranda izleyici/abone sayısına ulaştıktan sonra kanalınız üzerinden para kazanmaya da başlıyorsunuz.
Gelelim neden izliyoruz konusuna...
Daha önce sadece plak şirketleri ya da 3. parti servis sağlayıcılar tarafından yapılan bu işlem, artık sanatçı ya grup tarafından yapılabilecek.
Indie müzik ve hip hop üreticilerine dev kolaylık sağlayacak uygulama, yakında tüm dünyada kullanılmaya başlanacak.
Bu güzel haber, yanında denetimsiz yayın korkusunu da beraberinde getiriyor. En çok merak edilense, başkasına ait kayıtları kişilerin kendi adı altında yayınlamasına nasıl engel olunacağı.
Önümüzdeki günlerde bu durum şirketlere nasıl yansıyacak, kimler mutlu kimler şikayetçi olacak, hep birlikte göreceğiz.
Gerçek aşk nasıl olmalı?
Bu hafta Deja-Vu grubunun solisti Cenk Sönmez’in yeni şarkısını dinleme imkanını buldum.
Gruptan bağımsız olarak “Gerçek Aşk” şarkısına imza atan Sönmez’in, bu şekilde tanımladığı kişi ise kızı Nil. Bu şarkıyla aşkın sadece sevgiliye duyulacak bir his olmadığının altını çiziyor Sönmez.
Köklü bir üniversite haline gelen Redbull Music Academy, adının hakkını veriyor. Çünkü katılımcılar, 2.5 hafta süren program boyunca dünyaca ünlü eğitmenlerin derslerini dinlemenin sonucu olarak akademi mezunu kabul ediliyor. Bitmedi, bir de kariyerleri boyunca akademinin kendilerine arka çıkması var...
Bu yıl 5 haftalık akademi 2 döneme ayrılmıştı.
İlk dönemin öğrencileriyle gittiğimiz etkinliklerin ilki, Marko Nikodijevic ve Robert Henke’nin Ensemble İntercontemporain ile yaptığı konserdi.
Dakika bir, akademinin 2008 mezunu Hüseyin Evirgen karşımdaydı.
Viyana’dan Berlin’e taşınan Evirgen, mezun olduğu akademiye dönmüş ve kendisiyle aynı dönem mezun olan Alex Tsiridis (Rhyw) ile ortak çalışmaları “Cassegrain”ı tamamlamış.
Tekno’nun 30 yılı isimli partide çalmadan önce de konseri izlemeye gelmiş.