Sevil Atasoy

Hey doktor, bu tarafa!

27 Ağustos 2006
Son nefesine kadar hakkındaki iddiaları reddeden Bruno Richard Hauptmann, Atlantik’i tek başına geçen ilk pilot Charles Lindbergh’in 20 aylık bebeğini kaçırmak ve öldürmekten suçlu bulundu ve 3 Nisan 1936 günü elektrikli sandalyeye bağlanarak idam edildi. Dünya medyasının çok yakından izlediği altı haftalık Hauptmann davasının en dramatik sahnelerinden biri, acılı babanın, "Hey doktor, bu tarafa" diye seslenen kişinin Hauptmann olduğunu sesinden tanıdığı andır. Acaba bir ölümlünün kulağı, başka bir insanı ölüme gönderecek kadar hassas olabilir mi?

Lindbergh, Hauptmann’a doğru işaret parmağını uzatıp da "Katil budur" dediğinde, dava zaten bitmişti ve savcı David Wilentz’in sunduğu diğer delillerle ilgilenen kalmadı. Flemington mahkeme binasının önünde biriken 700 gazete ve radyo çalışanı ile binlerce meraklı, idam kararını vermişti bile. Halbuki gerek fidyenin istendiği mektuplardaki el yazılarının, gerekse çocuğun kaçırılmasında kullanıldığı öne sürülen el yapımı ahşap merdivenin, Alman asıllı marangoz Hauptmann’a ait olduğunu gösteren bilirkişi raporları güvenilir olmaktan çok uzaktı ve eğer Lindbergh, sesi tanıdığından bu kadar emin olmasaydı, Hauptmann’ın idamına yetmezdi.

2 Nisan 1932 gecesi Charles Lindbergh, çocuğunu canlı olarak geri alabileceğini umarak, Dr. John Condon ile birlikte 50 bin dolar değerindeki altın sertifikalarını teslim etmek üzere St. Raymond mezarlığına gitti. Lindbergh otomobilin içinde bekledi, Condon elinde parayla mezarlığın iç taraflarına doğru yürümeye başladı. Bu sırada Lindbergh (kendi ifadesine göre) 100 metre kadar uzaktan gelen "Hey doktor, bu tarafa" diyen sesi duydu.

Mezarlıktaki karşılaşmanın üzerinden 29 ay geçtikten sonra, 1934 Eylülü’nde Lindbergh, önce bir tüccar, iki çiftçi, dört ev kadını, bir işçi, bir sigortacı ve bir öğretmenden oluşan jürinin önünde fidyecinin sesini hiçbir zaman hatırlayamayacağını belirttiği halde, daha sonra birçok dedektifin hazır bulunduğu savcının odasında Hauptmann’ı ilk kez gördü ve birkaç kez "Hey doktor, bu tarafa" dedirtilen Hauptmann’ın sesinin, otomobilin içindeyken duyduğu mezarlıktaki adamın sesi olduğunu hatırladı.

KULAK SIKLIKLA YANILIR

Lindbergh gibi ses konusunda özel bir eğitimden geçmemiş sıradan bir vatandaşın sesleri ne ölçüde anımsayıp, ayırt edebileceği sorusu pek çok davada karşımıza çıkar. Kar maskeli biri tarafından tecavüze uğrayan kadının, fidyeciyle telefonda konuşan babanın ya da bomba tehditleri savuran teröristin telefondaki sesini işiten polis memurunun beyanları, gerek soruşturmanın, gerekse yargılamanın seyrini ciddi biçimde etkiler.

Hauptmann davasının görüldüğü yıllarda, insan sesinin ne ölçüde doğru hatırlanabildiği ve seslerin ne doğrulukta ayırt edilebileceğine ilişkin bilimsel araştırmalar henüz yapılmamıştı. Aradan geçen 70 yılda bilim dünyası, insan kulağının sesleri tanıma yeteneğini anlama yolunda büyük ilerlemeler kaydetti, ancak yasal düzenlemeler hala bu verilerden ne yazık ki çok az yararlanıyor. Sonuçta, kişisel deneyimlere dayalı yargılar, bilimsel sonuçlardan çok daha fazla rağbet görüyor. Bilim ise, ses tanıma konusundaki önyargılarımızın genellikle yanlış olduğunu ve insan kulağının sıklıkla yanılabileceğini söylüyor.

SES ÇABUK UNUTULUR

Hauptmann’ın idamından sadece bir yıl sonra, Illinois Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Frances McGehee, öğrencilerini bir araya topladı ve perdenin arkasında duran bir kişiye 56 sözcükten oluşan bir paragraf yazı okuttu. Ertesi gün, aralarında bu kişinin de bulunduğu beş kişiye yine perde arkasından aynı metni okuttu ve öğrencilerinden ilk günkü sesi teşhis etmelerini istedi. Öğrencilerin yüzde 80’i doğru kişiyi buldu. Aynı deney 3 hafta sonra yinelendiğinde, doğru kişiyi bulan öğrenci oranı yüzde 51’e, 5 ay sonra yüzde 10’a düştü. Yani sesin duyulmasının üzerinden 3 hafta geçtiğinde, her iki tanıktan biri, 5 ay sonra her 10 tanıktan 9’u yanlış kişiyi teşhis etmişti. Ayrıca McGehee, sesin duyulduğu sürenin de hatırlamayı etkilediğini, hatta sesin kaç kez duyulduğunun, sesin duyulma süresinden de önemli olduğunu kanıtladı. Örnek verilecek olursa, 20 saniyelik süreler halinde 3 kez duyulan ses, 60 saniye boyunca sadece bir kez duyulandan daha fazla hatırlanıyor. McGehee’nin deney sonuçları, 1937 yılında Journal of General Psychology dergisinde yayınlandı. Deney daha sonra pek çok araştırıcı tarafından tekrarlandı ve hemen hemen aynı sonuçlar alındı.

TANIDIK SES HATIRLANIR

Tanımadığımız kişilerin seslerini teşhis etmede zorlandığımız, tanıdıklarımızınkini ise çok daha kolay ayırt edebildiğimiz bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Kanadalı psikolog Daniel Yarmey, yakın tanıdıklarımızın sesini, pek yakın olmayanlardan daha doğru biçimde seçebildiğimizi göstermiş ve bunu sayısal olarak da ifade edebilmişti. Örneğin, aile bireylerinin seslerini, yanyana dizilmiş ancak yüzleri görülmeyen kişilerin sesleri arasından tanıma olasılığını yüzde 89, buna karşılık, komşu ya da iş arkadaşı gibi daha uzak olanların seslerinin seçilebilme olasılığını yüzde 66 olarak belirlemişti. Hal böyle olunca, Charles Lindberg’in hiç tanımadığı Bruno Hauptmann’ın 3-5 sözcüğü aşmayan ve sadece bir kere duyduğu sesini 2.5 yıl sonra nasıl hatırlayabildiğini sorgulamak gerekir.

SESLER KARIŞTIRILIR

Aile bireylerinin sesini yabancılarınkinden ayırt etmek kolay olabilir. Ancak, aynı ailenin bireylerinin seslerini birbirine karıştırmak mümkündür. Telefon ettiğimiz bir evde telefonu açanı, oğul olduğu halde babası, kızı olduğu halde anası sandığımız çok olur. Halbuki her ikisini de gayet iyi tanır ve defalarca seslerini duymuşuzdur. Kardeşleri birbirine karıştırır, ergenlik öncesi erkek çocuğun sesini annesine bile benzetebiliriz. 1980’li yılların sonunda Kaliforniya Üniversitesi Psikiyatri bölümünden Van Lancker, bilinen birinin sesini tanıma (voice recognition) ile yabancı birisinin sesini ayırt etme (voice discrimination) işlevlerinin beynin farklı bölgelerinin denetimi altında olduğunu, bu nedenle ilkini yapabilenlerin, ikincisinde başarısız olabileceğini göstermiştir. Bu arada çok iyi ses taklidi yapabilenlerin, ayrıca tanınmamak için seslerini başarıyla değiştirebilenlerin olduğunu unutmamak gerekir.

SES DEĞİŞTİRİLİR

Fısıltı ile konuşulduğunda, ses normalden farklı çıkar. Bu nedenle, fısıltı halinde konuşanı hatırlamak güçtür. Bir yandan ağız, burun, çene ve gırtlağın anatomisinden, diğer yandan dilin ağız içindeki konumu, dişler ve dudaklardan etkilenen ses, bu yapılarda ortaya çıkan en ufak bir farklılıkta değişikliğe uğrar. Brezilyalı fidyecilerin, seslerini tanınmaz kılmak üzere, dişlerinin arasına bir kurşun kalem koyarak konuşmayı neredeyse alışkanlık haline getirmiş olmalarının nedeni budur. Sesin hatırlanmasını güçleştiren bir diğer etken, kişinin ana dili dışında yabancı bir dilde konuşmasıdır.

Stres altındaki kişinin sesi farklı çıkar, ayrıca kişinin sesini en son duyduğumuzdan bu yana çok zaman geçmiş ve değişik çevresel ve fizyolojik nedenlerle sesi değişmiş olabilir.

Gençler, sesleri tanımada çocuk ve yaşlılardan daha beceriklidirler. Sesin hatırlanması noktasında kadın erkek arasında fark saptanamamıştır. Nedeni anlaşılamamış olmakla birlikte, bazı kişilerin kulağı sesleri tanıyabilme açısından daha duyarlıdır. Bu özelliğin müzik yeteneği ya da hafızanın bir çeşidi ile ilgili olabileceği düşünülmekle birlikte, kesin bir ilişkisi bulunamamıştır.

SAĞIR DUYMAZ UYDURUR

Sesin hatırlanmasını, tanınmasını, ayırt edilmesini etkileyen bunca parametreye karşın, sesin teşhisine olan inancımız bir türlü sarsılmaz. Bu nedenle aradan aylar geçmiş olsa da, "Bana tecavüz eden buydu, sesini tanıdım" diyen mağdura bütün kalbimizle inanma eğilimindeyiz. Ne yazık ki polisler, jüri sistemi olan ülkelerde jüri üyeleri, olmayanlarda savcı ve yargıçlar, bilimsel gerçekleri hiç dikkate almadan ve kimin hangi koşullarda hatırlayabileceğini sorgulamaksızın, mağdurların ithamlarına rağbet etmekte, soruşturmaları yürütmekte ve hüküm kurmaktalar. Tıpkı Bruno Hauptmann’ın idamına karar verildiği gibi. Kuvvetli miyop olduğunu bildiğimiz kişi gözlüğünü takmadığında, 20 metre uzağındakinin eşkali ile ilgili görgü tanıklığına güvenmiyoruz. Ne yazık ki, kulakların ne derece doğru işittiğine ilişkin bir görüşümüz yok ve herkesin, her sesi, her zaman gerçek şekliyle duyabildiğini sanıyoruz. İşitme duyusundaki farklılık bir yana, insan beyninin seslere verdiği yanıt da kişiden kişiye değişiyor. Aynı sesler dinletilen kişilerin beyinlerine ait işlevsel manyetik rezonans görüntülerinin (MRI) birbirinden farklı olması bunu kanıtlıyor.

Hauptmann davasından bu yana geçen 70 yılda sesin tanınmasına ilişkin çalışmalar yayınladığı halde, savunma avukatlarının bunlardan haberdar olmaması ayrıca üzüntü vericidir.

SESLE MAHKÛM DNA İLE ÖZGÜR

22 Nisan 1985 tarihinde, 9 yaşındaki komşusu küçük kıza tecavüz ettikten sonra öldürmekle suçlanan ve 1992’de 25 yıla mahkûm edilen Kanadalı Guy Paul Morin’in aleyhindeki başlıca delil, sesinin çocuğun annesi tarafından tanınmasıydı. Anne, saldırganın sesinin Morin’e ait olduğundan öylesine emindi ki, küçük kızın üzerinde bulunan saç ve liflerin incelenmesinde ciddi sorunlar bulunduğu halde dikkate alınmadı ve Morin mahkûm edildi. Yapılan sayısız başvuru sonunda nihayet 1995 yılında kızın iç çamaşırları üzerindeki sperm lekesinin DNA analizi yapıldı ve Morin’e ait olmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine Morin, 10 yıl kaldığı Ontario cezaevini hür bir insan olarak terk etti.

SESLE MAHKÛM GÖRÜNTÜYLE ÖZGÜR

1999 yılında, Los Angeles’taki Office Depot adlı büro malzemeleri satan mağaza soygununun zanlısı olarak tutuklanan ve 70 yıla mahkûm edilen aynı mağaza çalışanı Jason Kindle aleyhindeki en güçlü delil, tıpkı Hauptmann ya da Morin davasında olduğu gibi, yine sesiydi. Cezaevinde 2 yıl kaldıktan sonra, kapalı devre güvenlik kamerası bant kayıtlarından soygunu gerçekleştiren kişinin 1.98 metre uzunluğunda olduğu hesaplandı. Jason’un boyu ise sadece 1.65’ti. Serbest bırakılıp, tazminat ödendiğini söylemeye gerek yok sanırım. Bütün bu örneklerden anlaşılacağı üzere, "Sesini tanıdım" iddiasına her zaman güvenilemeyeceği açıktır.

Kişiye özgü ses izleri

Ses dalgalarındaki değişimleri grafiğe dönüştüren, böylelikle insan kulağı ile beyninin ses teşhisi konusundaki zaaflarını ortadan kaldıran ve günümüz kriminal laboratuvarlarında yaygın şekilde kullanılan ses spektrografı, 1941’de New Jersey’deki Bell telefon şirketinin laboratuvarlarında çalışan fizikçi Lawrence Kersta’nın icadına dayanır. O tarihte II. Dünya Savaşı sürüyordu ve Amerikalılar telefon ve radyo konuşması yapan Almanların kimliğinin peşindeydi. Kersta’nın, bir spektrograf yardımıyla ses izleri elde etmeye merak salmasının nedeni budur.

Savaş bittiğinde, Kersta dışında ses izleriyle pek ilgilenen kalmadı. Aradan 20 yıl geçti. 1960’larda New York polisi, bir havayolu şirketinin uçaklarına bomba konacağına ilişkin tehdit telefonları almaya başladığında Kersta, 2 yılda 50 bin ses analizi gerçekleştirdi ve nihayet tehditleri savuran sesin kime ait olduğunu yüzde 99.65 doğrulukla belirleyen, bugün de kullanılmakta olan yöntemini geliştirdi.

1966’da Michigan eyalet polisi, dünyanın ilk ses izi kimliklendirme birimini kurdu, başına Kersta’yı getirdi ve ses izi, tıpkı parmak izi gibi kimlik tespiti için kullanmaya başlandı. Pek çok bilim adamı ve dilbilimci ses izlerine güvenilemeyeceğini belirtse de, bazı mahkemeler bunları delil olarak kabul etti ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bilirkişilerin verdiği raporlara dayanarak hüküm kurmaya başladılar. Üstelik hepsi Kersta’nın öğrencileri olan bu bilirkişiler sıklıkla birbirlerinin tam tersi görüş bildirdikleri halde.

Bu kargaşaya son vermek isteyen FBI, incelediği 2000 ses izine ait doğruluk oranlarını 1987 yılında toplumla paylaştı. Ses izlerinin sadece yüzde 34.8’inde kimliklendirme yapılabildiğini ve her 100 kimliklendirmeden birinin hatalı olduğunu bildirdi.
Yazının Devamını Oku

Örümceğin tanıklığı

20 Ağustos 2006
İki yıl boyunca "Fidye için kaçırdım ve kaçırdığım gün burada öldürdüm", dedi genç adam. Sarışın, güzel kızı kaçırdığı da, öldürdüğü de doğruydu. Nitekim yargılandı ve ömür boyu hapse mahkum edildi. Ancak o gün ve orada öldürmediğinin pek çok tanığı vardı. Otopsi bulguları, kovanlar ve bir de minik örümcek.

14 ayrı dilde yayın yapan Güney Afrika SABC1 televizyonunun 10 Temmuz 2004 Pazar akşam haberleri alışılagelmiş konularla doluydu. Kalpten, beyinden ilaç yapmaya yönelik 1-2 muti cinayeti, yakalanan 3-5 hırsız, başkan yardımcısı Jacob Zuma ile ilgili yolsuzluk iddiaları gibi. Saat tam 20.00’de, Johannesburg polisinin basın toplantısı canlı olarak yayınlanmaya başladığında, dikkatler biraz olsun arttı. Yılda 2 bin cinayetin işlendiği ülkede, adam öldürmeye insanlar alışıktı da, insan kaçırılıp, karşılığında fidye istendiğine pek rastlanmazdı.

Zengin ailelerin rağbet ettiği Bond Üniversitesi’nin öğrencilerinden 22 yaşındaki, 1.70 boyunda, sarı uzun saçlı Leigh Matthews, 300 bin Rand (65 bin YTL) fidye karşılığında, kendisini Libyalı olarak tanıtan, ancak Hint aksanıyla İngilizce konuşan biri tarafından kaçırılmış, babası paranın bir bölümünü fidyeciye teslim etmişti. Gelişmelerden bilgi sahibi olduğu halde, kıza bir zarar gelmemesi için polis konuya müdahil olmamıştı. Aradan 24 saat geçmiş, kız ortaya çıkmamıştı. Polis halkın yardımını istiyordu. Bilgi verecek olana 250 bin Rand (53 bin YTL) ödenecekti.

İzleyen günlerde polis, soruşturmanın ayrıntıları ile ilgili sürekli bilgi verdi. Uzmanlar, bir kanaldan diğerine taşınarak fidyecinin olası özelliklerini tartıştı, ünlü falcı Teresa bile kızın fotoğraflarına bakarak varsayımlarda bulundu, irili ufaklı tüm gazeteler konuya yer verdi, internet siteleri kuruldu. Gazeteler, "Çocuğum kaçırılsa ne yapacağım" ya da "Fidyeciyle iletişim teknikleri" gibi kurs ilanlarıyla doldu. Bu durum günlerce sürdü.

YOL KENARINDA BİR ÇIPLAK CESET

21 Temmuz 2004 Çarşamba, öğleden sonra 3.30. Johannesburg’un 35 kilometre kadar güneyindeki Walkerville kasabasının Saddler sokağında, çim biçmekte olan belediye işçisi Eliot Makhubela, iki karışı ancak bulan otların içinde, sırtüstü, boylu boyunca yatan, uzun boylu, çırılçıplak bir kadın cesedi gördü. Yüzü sağa dönüktü, sarı uzun saçları düzgün biçimde başının sol yanındaydı, sol kolu yana uzanmıştı. Eliot, daha dün buralarda çim biçiyordu. Ceset filan görmemişti. Hemen yakınlardaki lokantaya koştu. Müşteriler arasındaki bir polis memuru, arkadaşlarına haber verdi. Bulunan Leigh Matthews’tu. Halbuki Walkerville, fidyecinin kızın cep telefonunu kullanarak babasını aradığı yerlerden biriydi ve polis günlerdir burada arama yapmış, esnafla görüşmüştü.

Hızla çembere alınan olay yerinde 50 kadar polis delil aramaya başladı. İlk bulunan, 4 adet mermi kovanı oldu. Saat 19’da, etraf özel lambalarla aydınlatılmış ve incelemeler sürerken, polis basına bilgi verdi.

Konu, akşam haberlerinin ilk sırasında yer aldı. Şimdi sıra, katilin nerede, nasıl yakalanabileceğini tartışanlara gelmişti. Sosyologlar, kriminologlar, emekli polisler, üniversite hocaları birbiri ardı sıra açık oturumlara katılıyor, gazetelere beyanat veriyordu. Polis, olay yerindeki basın toplantısından sonra bir daha hiç konuşmadı. Ta, 4 Ekim 2004 günü, Donovan Samuel Moodley’i tutuklayıncaya kadar.

İPUCU OLAY YERİNDEN EDİLEN TELEFONLAR

Cesedin bulunuşundan hemen sonra, soruşturma timinin başına seri katilleri izlemekle ün yapmış dedektif Pyet Byleveld getirildi. Dedektif, fidyecinin kızı tanıdığına emindi. Bu nedenle üniversite rektörlüğünden öğrencilerin cep telefonu numaralarını aldı. Hint kökenlilere ait olanları ayıkladı (kızın babası, fidyecinin sesinden Hintli olduğunu fark etmişti) ve bunları Vodacom, MTN ve Cell C servis sağlayıcılarına vererek, hangisinin Temmuz başından bu yana kızın cesedinin bulunduğu Walkerville bölgesinden arama yaptığını ya da buradayken arandığını sordu.

Donovan Samuel Moodley, bir Vodacom müşterisiydi. Anılan yerden Jeshica Singh adına kayıtlı bir diğer telefonu defalarca aramış, yarım saati bulan görüşmeler yapmıştı. Dedektif, Donovan’ın peşine düştü. 24 yaşındaydı, bir rahibin oğluydu ve Jeshica Singh ile nişanlıydı. Kızın kaçırılmasından hemen sonra banka hesabındaki artış, motosiklet tamircisine kredi kartıyla ödediği 13 bin Rand (27 bin YTL), kuyumcu Stern’den aldığı pırlanta yüzük ve üzerine kayıtlı 9 mm’lik Taurus tabanca, onu sorguya çekmesine yetti. Dedektif Byleveld, CAS 253/7/2004 sayılı dosyayı açtığının 39. günü, Donovan’ı tutukladı.

KAÇIRDIĞIM GÜN BURADA ÖLDÜRDÜM

Genç adam, gerek dedektife, gerekse savcı Zaais van Zyl’e ailesinin çok fakir olduğunu anlattı. Özel bir üniversiteye gitmekle hata etmişti. Kaçırılan bir küçük kız için fidye istenen "Kapan" adlı bir filmden (Luis Mandoki’nin yönettiği, Charlize Theron’un oynadığı, 2002 yapımı film) esinlenmiş, 9 Temmuz’da Leigh Matthews’u kaçırmıştı. Parayı almasının ardından, kızın kendisini ele vereceğinden korkarak öldürmeyi planlamış, aynı gece Saddler sokağındaki otluk yere getirmiş, soyunmasını istedikten sonra, Taurus tabancasıyla 4 kez ateş etmişti. Giysileri ve cep telefonunu, kendi üzerindeki elbiselerle birlikte yakmıştı.

Donovan, aynı öyküyü, çıkartıldığı mahkemede de anlattı. Yalan söylediğini hem dedektif, hem savcı, hem de yargıç bildikleri halde, gerçeği söyletmeleri mümkün olamadı. İfadesine dayanan yargıç Joop Labuschange, 4 Ağustos 2005 günü onu ömür boyu hapse mahkum etti.

Olay yerindeki mucize

Leigh Matthews cinayetinin en önemli delillerinden biri, küçük örümceğin ağıdır. Bulunabilmesinde hiç kuşkusuz en önemli rol, başta ölüyü ilk gören belediye işçisi olmak üzere, cesede yaklaşan 50 kadar polis memurundan hiçbirinin ona dokunmamış olmasıdır. İkincisi, bu ekipte Tshwane kriminalden biyolog Andre Massyn’in yer almasıdır. Saldırgana ait olabilecek kan, kıl, saç, sperm, tükürük ya da giysi liflerini aramakla görevli Massyn, bunlardan hiç birini bulamadı. Ancak, cesedin üzerinde hiç sinek bulunmadığını fark etti. Hava 16-17 dereceydi. Sinek olmaması garipti. Bırakın kulak, göz çukuru, burun deliklerinin içini, yaraların üzerinde bile ne bir sinek yumurtası, ne de kurtçuk vardı. Andre Massyn, bedeni araştırmaya başlayalı neredeyse bir saat olmuştu ki birden bacakların birleştiği yerde bir parlama fark etti. Dikkatle baktı. Bu bir örümcek ağıydı. Nefesini tuttu. Olay yeri fotoğrafçısını çağırdı ve onlarca kare fotoğrafını çektirdi. Sonra, ağın üzerindeki küçük örümceği bir pensle yakaladı, yavaşça kavanoza bırakıverdi.

Andre Massyn, fotoğraflarla kavanozu profesör Mervyn Mansell’e gönderdi. Pretoria Üniversitesi Zooloji ve Entomoloji Bölümü öğretim üyesi Mansell, polise adli entomoloji alanında destek veriyor, cesetler üzerinden toplanan sinek, yumurta ve kurtçuklardan yola çıkarak ölüm zamanını belirliyor, cesedin yerinin değiştirilip değiştirilmediğini saptıyordu. O bölgede ve bu mevsimde sinekler, birkaç saat içerisinde cesetlere gelir ve yumurtalarını bırakmaya başlardı. Yumurtalar da en fazla 24 saat içinde kurtçuklara dönüşürdü. Bu verilere göre, cesedin otlar arasında geçirdiği süre, bir günden uzun olamazdı. Mansell’in, örümcekler konusunda uzmanlığı yoktu. Fotoğraflarla kavanozu, Güney Afrika’nın "örümcek kadın"ı profesör Ansie Dippenaar Schoeman’a yolladı.

Dippenaar kızın bacakları arasındaki huni şeklindeki ağın fotoğraflarına ve örümceğin kendisine bakarak, Agelenidae familyasından dişi bir agelena olduğunu saptadı. Ağ, sadece birkaç saatlikti ve en önemlisi, kızın kalçalarının altında örümceğin eski ağı duruyordu. Dippenaar’a göre ceset, ağın üzerine düşerek onu bozmuş, örümcek, yaşamını sürdürebilmek için hemen yeni bir ağ örmeye başlamıştı. Dippenaar, genç kızın, Saddler sokağındaki otlara, cesedin bulunuşundan sadece birkaç saat önce düştüğüne karar verdi.

Ceset buzdolabına konmuş

Witwatersrand Üniversitesi öğretim üyesi patolog Dr. Hendrik Scholtz’a göre, ölüm nedeni ateşli silahla yaralanmaydı. Başın arkasındaki kurşun giriş deliği bitişik atış, ensedeki bir ve karnındaki iki giriş deliği ise yakın atış belirtileri gösteriyordu. Karnına isabet etmiş iki çekirdeği beden içerisinde buldu. Diğer ikisi yoktu. Irza geçme, cinsel istismar, işkence belirtisine rastlamadı. Eli, ayağı bağlanmamıştı. Başkaca darp ve cebir bulgusu yoktu. Hayvanların ve böceklerin ya da güneşin verdiği herhangi bir zarar gözlemedi. Cesedin üzerinde kan yoktu. Olay yerinde de kan yoktu. Bedende kalan kan hacmi ise 400 mililitre kadardı. 3-3.5 litre kan nereye akmıştı ?

Dikkatini çeken bir başka durum, ölü morluklarının sırt üstü yatan bir cesette bulunması gereken yerlerde olmamasıydı. Cesedin yeri, ölümden sonraki 15-20 saat içinde değiştirilmiş olmalıydı. Ayrıca, gündüzleri hava sıcaklığı 15-17 derece arasında değiştiği halde, el ve ayaklarındaki bulgular, bedenin 4 derece dolayındaki bir mekanda tutulduğunu ve parmakların soğuk bir yüzeye değdiğini gösteriyordu. Başkaca bir yerinde donma belirtilerinin bulunmaması, ayrıca hücre çeperlerinin sağlamlığı, dondurulmadığının, sadece soğutulduğunun kanıtıydı.

Cesetler, genellikle ölümü izleyen 3-8 saat içinde sertleşmeye başlar, 36. saatte sertlik kaybolur. Kızın omuzlarındaki sertlik çözülmüş, ancak bacaklarındaki sürüyordu. Eğer öldürüldükten sonra ceset hareket ettirildiyse ve bir süre buzdolabı gibi bir yerde tutulduysa, ölü sertliğine bakıp, ölüm zamanını belirlemek mümkün olamazdı. Ayrıca cesette hiç gaz oluşumu ve çürüme de gözlenmiyordu. Bu sıcaklıkta, açık havada 12 gün kalan cesedin çürümesi gerekirdi. Ceset soğukta tutulduğundan, gaz oluşumu ve çürüme engellenmişti.

Kızın sağ kürek kemiği ve sağ kalçası üzerinde izler vardı. Battaniye gibi kalınca bir kumaşa sarılmış biçimde, düzgün olmayan bir zemin üzerinde ayağından çekilerek 1-2 metre sürüklenmiş olmalıydı. Dr. Scholtz, kızın başka bir yerde öldürüldüğü, yıkandığı, soğukta bekletildiği, daha sonra yol kenarına atıldığına emindi. "Ne zaman öldürüldü" sorusuna tam bir cevap veremese de, cesedin Saddler sokağının yan tarafına atılışı ile bulunması arasında geçen süre, bir günden fazla olamazdı. Halbuki sanık Donovan Samuel Moodley’in senaryosuna göre, ceset 12 gündür otların arasındaydı.

KOVANLAR YANLIŞ YERDE

Balistik uzmanı Jean Niewenhuys, olay yerinde 9 mm çapında 4 adet kovan buldu. Bunlar otopside çıkartılan 2 adet mermi çekirdeği ile aynı silahtan atılmıştı ve bu ya bir Beretta ya da Taurus tabancaydı. Niewenhuys’a göre kovanların otlar arasında bulunduğu yer, cesedin pozisyonu, yaraların yerleri ve silahın kinetik gücü ile uyumlu değildi. Cesedin altında ya da daha sağ tarafına doğru bulunması gerekiyordu. Ayrıca, olay yerinin dikkatle taranmasına rağmen, kızın bedenini delip geçmiş diğer iki çekirdek ortada yokru. Balistik incelemede, kurşunların Donovan’ın Taurus tabancasından çıktığı kanıtlandı. Ancak Niewenhuys, tıpkı patolog gibi, gerçek cinayet mahallinin burası olmadığı, cesedin ve kovanların daha sonra buraya getirildiğinden emindi.

CAS 253/7/2004 DOSYASI KAPANMADI

Donovan tutuklandıktan 384 gün sonra ömür boyu hapse mahkum oldu. Bu süre içinde uzmanlar defalarca mahkemeye çağırıldılar, avukat Johan Pretorius’un onlarca sorusunu yanıtladılar, hatta cinayetten bir yıl sonra, hava sıcaklığının aynı olduğu bir gün, cesedin bulunduğu yere 4 tane yeni kesilmiş tavuk koyarak, bir saat içinde sineklerin nasıl üşüştüğünü, yargıcın kendisine bile gösterdiler. Avukat, her iddiaya karşı bir savunma sundu. Sadece örümcek ağı delilini çürütemedi.

Yargıç Joop Labuschagne, Donovan’ın suç işlerken tek başına olmadığında, ayrıca genç kızın bulunduğu yerde öldürülmediği ve bir buzdolabında tutulduğunda ısrar ettiyse de, Donovan ilk ifadesinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Aradan aylar geçti. 28 Haziran 2006’da garip bir şey oldu. Donovan Moodley, olaylar sırasında tek başına olmadığını, öldürülmekten korktuğu için sustuğunu ve yeniden yargılanmak istediğini bildirdi.

Aslında dedektif Pyet Byleveld CAS 253/7/2004 cinayet dosyasını zaten hiç kapatmamıştı. Davanın yeniden görülüp görülmeyeceğine Eylül’de karar verilecek. Katil cezasını bulsa da Güney Afrika, işbirlikçisini ve orada bir yerlerdeki buzdolabını aramaktan vazgeçmeyecek.
Yazının Devamını Oku

Aynı bedende farklı DNA’lar

13 Ağustos 2006
Ağzından alevler püskürten bir aslana benzerdi, Kimera. Halbuki başı aslan, gövdesi keçi, kuyruğu yılan garip bir yaratıktı. Tek canda çok kimlik, mitolojide kalmadı. Birkaç DNA profilini barındıran kimerik insanlar da var. Nedenlerden biri, döllenmiş iki yumurtanın birleşmesi (füzyonu) ve ikiz doğacağı yerde, tek bebeğin doğması. Sonuçta doğan çocuk, doğamayan ikizin DNA’sını da taşıyabiliyor ve örneğin saçının DNA profili, kanındakini tutmayabiliyor. Aynı bedende farklı profillere, kan ve kemik iliği nakillerinden sonra da rastlanması (bu gerçekten haberdar olan) adli bilimciler için bir kabus. Yoksa kimerizm, suçla mücadelenin en güçlü silahı DNA’nın tahtını mı sallıyor?

OLAY 1

Çocuklarının annesi olamayan kadın

Bayan Lydia Fairchild iki çocuk doğurmuş, üçüncüsüne hamileydi. Buna rağmen, 2002 yılında boşanmaya kalktı. Mahkeme, her boşanma davasındaki gibi, çocukların biyolojik babasının DNA analizi ile kanıtlanmasını istedi. Anne, baba ve iki çocuk bir klinikte kan verdiler. İki hafta sonra mahkemeden aldıkları bir mektup, bayan Fairchild’ı şaşkına çevirdi. Eşi, çocukların babasıydı, ancak kendisi ne birinin, ne de ötekinin annesiydi. Sonuca itiraz etti elbette. Testler bir başka laboratuvarda yinelendi. Sonuç aynıydı.

Çocukları doğurduğunu gösteren hastane kayıtlarını delil kabul edilmeyen Lydia, bir anda kendisini, soybağını değiştirmek ve çocuk kaçırmakla suçlanır buldu. Ortada DNA gibi çok ileri bir teknolojinin sonuçları vardı. Lydia çocukların annesi değildi. Bu gelişmeler yaşanırken üçüncü çocuğunu doğurmak üzere hastaneye yattı. Mahkeme, doğum sırasında çocuktan ve anneden kan alınarak DNA analizi yapılmasını istedi. Sonuç bir felaketti. Bebek, diğer iki çocuğun kardeşiydi. Baba, onun da babasıydı. Ancak Lydia, bilirkişi huzurunda doğurduğu son çocuğun da annesi değildi. Önceki suçlamalara, yasal olmayan yollarla rahim kiralayarak gelir elde etmek gibi bir yenisi eklendi. Savcılık, her üç çocuğun bir sosyal hizmet kurumuna yerleştirilmesini talep etti.

Bayan Lydia Fairchild’ın avukatı Alan Tindell, durumu genetik uzmanı bir arkadaşıyla tartışmasaydı, o da 1998 yılında New England Journal of Medicine adlı bilimsel dergideki makaleye rastlamamış olsaydı, kadının yeryüzünde bilinen 50 kadar kimerik insandan biri olduğu, yani tek bedende birden fazla tipte DNA profiline sahip olabileceği, kimsenin aklına gelmeyecekti. Mahkeme, öne sürülen gerekçeyi kabul etti. Lydia’nın incelenebilecek tüm dokularında DNA analizi yapılmasını istedi.

Cilt, saç, kan ve yanak içi hücrelerinin DNA’sı çocukların annesi olamayacağını gösteriyordu ama, rahim içinden alınan hücreler bir anda her şeyi değiştirdi. Buna göre, Lydia, her üç çocuğun da annesiydi.

Bayan Lydia Fairchild’ın duruşmalarla geçen üç yıla yakın kabusu böylece bitti. Nihayet kocasından boşanabildi ve çocuklarına devlet yardımı bağlandı.

OLAY 2

DNA profili aynı olan mahkumla saldırgan

Her kriminal laboratuvarın yıldızlaştığı bir yıl olur. 2005, Alaska kriminal için, işte böyle bir yıldı. Sevgili dostum müdür George Taft gururluydu. Taş duvar üzerindeki kanlı parmak izinden saldırganın DNA profilini elde edebilmişler, böylece genç kadını kimin öldürdüğünü bulmuşlar; binlerce kilometre güneylerindeki bir kundaklamada kullanılan hızlandırıcının, Alaska benzini olduğunu saptamışlar, bu sayede suçlu yakalanabilmiş; öldürülen bir adamın kolundaki saatin camı üzerindeki çiziklerin, şüphelinin evindeki tabancanın kabzası ile tam olarak örtüştüğünü saptamış, bu delille saldırganı mahkum ettirebilmişlerdi. Ancak bunların hiçbiri, kriminal laboratuvarlar tarihinde yeni bir sayfa açacak ırza geçme olayı kadar önem taşıyamaz.

Genetik bölümünden sorumlu Dr. Abirami Chidambaram, ırzına geçilmiş ve öldürülmüş kadının cinsel organından alınan örnekte iki kişinin DNA profilini bulmuştu. Profillerden biri mağdur kadına aitti, diğeri besbelli saldırgana. Elde bir şüpheli vardı ve yanağının içinden alınan hücrelerin DNA’sı, cinsel organda bulunan profili tutuyordu. Savcıya gereken en güvenilir kanıta ulaşılmıştı.

Şimdi sıra, bu kişinin evvelce karıştığı ancak faili meçhul kalan bir suçla ilgisi bulunup bulunmadığını sorgulamaya gelmişti. Dr. Abirami, 124.285 profilin yer aldığı faili meçhuller veri tabanınında benzerine rastlamadı. Son yapılacak iş, saldırganın evvelce DNA deliline dayalı bir mahkumiyeti olup olmadığına bakmaktı. O tarihte 2.754.714 mahkum profilinin yer aldığı CODIS’i (Combined DNA Index System) taramaya başladı.

10 dakika kadar sonra bilgisayar ekranında "Dikkat, aynı profile rastlandı" uyarısı yanıp söndüğünde; "Demek evvelce suç işlemiş" diye düşündü Dr. Chidambaram ve savcıya bilgi verdi. Yanılıyordu. Saldırganın başka suçu yoktu. "O halde tek yumurta ikizi var" diye düşündü. Savcılığın yanıtı şaşırtıcıydı. İkizi yoktu, erkek kardeşi vardı, iki yıldır eyalet cezaevindeydi ve veri tabanındaki profil ona aitti. "Bu olamaz" diye itiraz etti Abirami Chidambaram, "Tek yumurta ikizi dışında herkesin DNA’sı farklıdır. Saldırganla mahkumun DNA profili birbirinin aynısı olamaz". Yanılıyordu. Olurdu. Bir kardeşten diğerine yıllar önce kemik iliği nakledilmişti ve artık kanlarında aynı DNA dolaşıyordu.

OLAY 3

Kan dopingi yapmadığını ileri süren bisikletçi

2004 Atina Yaz Olimpiyatları’nda, erkekler zamana karşı yarışında altın madalyayı, Lance Armstrong’tan sonra ABD’nin en önemli yol bisikletçisi Tyler Hamilton kazandı. 20 Eylül 2004 günü haber ajansları, Atina doping laboratuvarının raporunu geçti. Hamilton’un "homolog kan transfüzyon testi" pozitifti. Yani, kan dopingi. Atina Olimpiyatları’ndan bir ay sonra düzenlenen İspanya Bisiklet Turu’nda da dopingli çıktı.

Tyler Hamilton, Atina sonuçlarına itiraz etti ve "B" kabına alınan ikinci "şahit" kan örneğinin başka bir laboratuvarda incelenmesini talep etti. Hamilton’un bu talebi haklı görüldüyse de yerine getirilemedi. Laboratuvar, "B" örneğini dondurmuştu ve dondurularak muhafaza edilen örneklerde kan dopingini kanıtlayacak deneyleri yapmak olanaksızdı. Bunun üzerine Hamilton’un altın madalyası elinden alınamadı. Sadece 22 Eylül 2006’ya kadar yarışlardan men edildi.

Hamilton, kan dopingi yapmadığında ısrarcı. 1 milyon doları bulan masrafa katlanarak biyokimya ve genetik uzmanlarından oluşturduğu ekip, "flow sitometri" adlı bir teknikle yürütülen "homolog kan transfüzyon testi"nde yanılgılara yol açabilecek en az 10 neden sıralayan bilirkişi raporları hazırladı. Aralık 2004 ve Ocak 2005’te alınan kan örnekleri, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Dr. David Housman ve Rebecca Wallace tarafından yine "flow sitometri" tekniği ile incelendi. Kan dopingini kanıtlayacak bulgulara rastlanmadı. Ancak olimpiyat komitesi, ne bilirkişi raporlarına, ne de bu sonuca itibar etti.

Bu arada, Viyana Üniversite’sinden Dr. Wolfgang Mayr ünlü sporcunun kimerik olabileceğini, bir diğer deyişle, doğamamış ikizinin özelliklerini taşıyabileceğini öne sürdü. Bu iddia üzerine Kuzey Amerika Spor Tahkim Mahkemesi 2005 ağustosunda elindeki kan örneklerinde kimerizm testi yaptırdı. Aynı deneyleri Dr. Wolfgang Mayr de tekrarladı. Hamilton’u savunmaya yönelik bu çabalar işe yaramadı. Kimerik değildi.

Altın madalyalı sporcunun öyküsü giderek kendi aleyhine doğru gelişiyor. İspanyol polisi, bisikletçiler arasındaki doping olaylarını soruşturmak üzere yürüttüğü "Operacion Puerto" kapsamında sorguladığı ve 2006 Mayıs’ında tutukladığı Dr. Eufemiano Fuentes’in 58 müşterisi arasında, Hamilton’un da bulunduğunu iddia ediyor. Dayanağı, bisikletçinin karısı adına kesilmiş 54 bin 60 dolarlık bir fatura.

KAN DOPİNGİ NASIL KANITLANIYOR

Sporcu performansını etkileyen en önemli parametrelerden biri kandaki oksijendir. Çünkü enerji için ATP molekülü, ATP için oksijen gerekir. Bu nedenle sporcular, 1970’lerden bu yana kendilerinin (otolog), ya da başkalarının (homolog) yüksek oksijenli kanı ile doping yapmaya kalkışıyor. Otolog dopingi saptamada hala bazı teknik sorunlar yaşanıyor. Homolog olanını, kan naklinden 90 ila 120 gün sonraya kadar kanıtlamak mümkün. Alıcı ile vericinin ABO ve Rh kan grupları birbirini tuttuğu halde, sayıları 30’u bulan altgrupların hepsinin uyumu, çok düşük bir olasılık. Bu yüzden, sporcu kanında aynı altgrubun iki farklı tipine rastlanması kan dopinginin kanıtı olarak kabul ediliyor. 18 kadar alt grup taranıyor ve damarda dolaşan "bir kaşık" yabancı kan bile anlaşılabiliyor. Ancak, sporcuyla aynı alt grupları taşıyan bir verici bulunmasın diye, hangilerinin incelendiği gizleniyor.

SORU 1

Kimeraların sayısı artarsa ne olur

Bedenlerinde birden fazla DNA profili ile doğan kimeraların literatürde kayıtlı olanların sayısı 50’yi geçmiyor. Çünkü her iki cinsin cinsel organlarını birarada barınıran hermafroditler gibi bazı istisnalar dışında, bu durum dışardan bakıldığında anlaşılmaz ve tıpkı bayan Lydia Fairchild olayındaki gibi, ancak bir rastlantı eseri ortaya çıkar. Halbuki doğuştan kimeraların sayısı çok fazla olabilir. Üstelik gebelik şansını arttırabilmek amacıyla birden fazla döllenmiş yumurtanın ana rahmine yerleştirildiği in vitro fertilizasyon (tüp bebek) uygulamaları yaygınlaştıkça, iki embriyonun füzyon olasılığı da giderek artacak ve kimera sayısında ciddi bir yükselme olacak. Ayrıca, doğuştan kimerizmin bu mekanizmadan başka nedenleri olduğunu da unutmamak gerekir. (David Bowie’nin bir gözünün mavi diğerinin kahve renkte olmasının nedeni, bazılarının sandığı gibi kimerizm değil, kız yüzünden gözüne yediği yumruktandır).

Hal böyle olunca, insan bedeninin her noktasındaki DNA profilinin aynı olduğuna dayanan adli bilimler açısından ciddi bir sorun ortaya çıkıyor. Örneğin bir sperm lekesinin DNA profilinin saldırganın kanındakini tutması gerektiğinden hareket ediyor ve yakalanan şüphelinin kan DNA’sı farklı olduğunda, suçsuzluğuna hükmediyoruz. Halbuki şüphelenilen, gerçekten suçlu olabilir ve bir kimera olduğundan anlaşılmayabilir. 53 kişiyi öldüren Rostov Canavarı Andrei Chikatilo, ilk cinayetlerini işleyişinin hemen ardından yakalanmıştı. Bir mağdurun üzerindeki spermin grubu ile Chikatilo’nun kan grubu tutmadığından salıverildiği yetmiyormuş gibi, kan grubu spermi tutan bir diğer şüpheli, katil sanılarak idam edilmişti. Chikatilo’nun durumu, o tarihte henüz DNA analizlerinin bulunmayışına bağlanır ama, bana göre o, bir kimeraydı.

Kimeralarla ilgili bir diğer sorun, babalık ve akrabalıkların belirlenmesidir. Erkek kimeraysa, tıpkı Lydia Fairchild’ın üç çocuğunun analığı reddedildiği gibi, onun da babalığı reddedilebilir.

SORU 2

Laboratuvarların kalitesi adalete yeter mi

Kan ve kemik iliği (kök hücre) nakillerinde, doğuştan kimerizmin aksine, sadece bir süre kimerizm gözlenir.

Konu, suçun aydınlatılması çerçevesinde incelendiğinde, gerek kan, gerekse kök hücre nakillerinin failin bulunmasını zorlaştıracağı bir yana, verici ya da alıcının haksız yere suçlanmasını da beraberinde getireceği akıldan çıkartılmamalıdır. Örneğin olay yerinde biyolojik delil bırakan suçlu, kan nakli yapıldıktan üç ay içinde yakalansa, kanda DNA analizi yaparak suçlu olduğunu kanıtlamak neredeyse olanaksızlaşırdı. İşin kötü tarafı, DNA bankası çok geniş bir ülkede yaşasaydı ve bir rastlantı eseri ona kemik iliğini veya kanını verenin DNA profili bu bankada yer alsaydı, suçu işleyenin o kişi olduğu sanılacaktı.

O halde, kemik iliği nakli yapmadan önce, gerek vericiye, gerekse alıcıya, günün birinde hiç işlemedikleri bir suçun faili olarak tutuklanabileceklerini söylemek mi gerekir? Söylenirse, insanlar kemik iliklerini vermekten cayarlar mı? Bir tarafta sağlık, diğer yanda adalet, insan hakları, etik. Ne garip bir ikilem değil mi?

Bu yazdıklarımdan yola çıkarak, DNA analizlerini ve bankaları savunmaktan vazgeçtiğim sonucu çıkartılmamalı. Sadece suçlu ile suçsuzu ayırmada, kimi zaman uluslararası akreditasyona sahip bir laboratuvar kalitesinin dahi yetmeyebileceğini belirtmek istiyorum. Elbette delillerin en doğru ve güvenilir biçimde incelenmesi vazgeçilmezdir. Ancak, bunların yorumunu yapabilecek bilgiye sahip olmak, en az onun kadar önem taşır.
Yazının Devamını Oku

Megumi Yokota’nın kaçırılışı

6 Ağustos 2006
Kapkara saçlı, kiraz dudaklı, çekik gözlü Japon kızı Megumi Yokota henüz 13 yaşındaydı. 15 Kasım 1977 Salı günü akşamüstü, bir elinde çantasını, diğer elinde badminton raketini sallaya sallaya irili ufaklı bir sürü teknenin demirlediği Niigata limanı boyunca, arkadaşlarıyla birlikte eve doğru yürüyordu. Okul müdürü Yoshie Baba, önce sağ yanındaki kızın bir yan sokağa saptığını gördü, sonra sol yanındakinin. Geri dönmeden, bir kez daha baktı Megumi’nin ardından. Kırmızı ışıkta duruyordu. Bu, onu son görüşü oldu. Sadece müdür değil, onu bir daha hiç kimse görmedi. Ölü mü, diri mi bilinemedi. Küçük kız, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nce (Kuzey Kore) kaçırılan onlarca Japon’un arasına katılmıştı.

SUYUN ÖTE YANINA GİDEN KIZ

15 Kasım gecesi, karidesli pilav öylece kalakaldı masanın üzerinde. Küçük Megumi, annesi ve banka memuru babasıyla paylaştığı küçük ahşap evine dönemedi. Polisler önce Niigata’da, daha sonra Japonya genelinde günlerce aradılar onu. Yer yarılmış, içine girmişti sanki. Yerin değil, okyanusun yarıldığı çabuk anlaşıldı. Küçük kızın pijamalarını koklayan köpekler, suyun kenarına gelip, havladılar hep. Belli ki küçük kız suya doğru gitmişti.

Gitmeyip, götürüldüğü 20 yıl sonra çıktı ortaya. Japonya’ya iltica eden bir Kuzey Koreli konuştu. Megumi Yokota’nın, eve 200 metre kala kaçırıldığını, limanda bekleyen bir gemiye bindirildiğini ve bir çuvalda geçirdiği 40 saat süren yolculuktan sonra Kuzey Kore’nin bir limanına çıkartıldığını söyledi. Hatta kaçıranın adını bile verdi: Shin Gwang-su. Shin, Kore Cumhuriyeti’nde (Güney Kore) yakalandı. İdam cezasına çarptırıldı, ancak 2000 yılında Kuzey Kore’ye iade edildi.

KUZEY KORE ÖZÜR DİLİYOR

Kuzey Kore ile Japonya liderleri 17 Eylül 2002’de biraraya geldiklerinde, Kuzey Kore devlet başkanı Kim Jong İl, 1977 ile 1983 arasında, genellikle liman kentlerinde, kıyı boyunca yürüyen 13 kişinin başlarına torba geçirilerek kaçırıldıklarını kabul etti ve Japon başbakanı Junichiro Koizumi’den özür diledi.

Böylece, uzunca bir süre komplo teorisi diyerek geçiştirmeye çalıştıkları insan kaçırma konusu, ilk kez devletin en yüksek noktasında kabul gördü. Kaçıranlar yargılanmış ve cezalandırılmıştı. Kaçırılan beş Japon’un ülkesine dönüşüne izin verildi. Kalan sekizinden bazıları eceliyle ya da hastalıktan ölmüş, bazıları intihar etmişti. Sonuncular arasında Megumi Yokota’nın da adı geçiyordu.

Verilen resmi bilgiye göre, kaçırılan küçük kız, 1986 yılında Koreli Kim Chol Jun ile evlenmiş, hemen ertesi yıl bir kız çocuğu doğurmuş, depresyon nedeniyle birkaç kez intihara kalkışmış ve en sonunda tedavi için yatırıldığı bir akıl hastanesinde intihar etmişti. Anne Sakie’yi, kızının, elbiselerinden yaptığı iple hastanenin bahçesindeki gövde çapı 10 santimi bulmayan bir çam ağacına kendini astığına ikna etmek mümkün olamadı.

Japonlar, kızın ölümü ile ilgili somut bir kanıt istedi. Megumi Yokota’nın yaşadığında ısrar etti ve iadesini talep etti.

KÜLLER HER ŞEYİ KARIŞTIRDI

Gerilimle dolu iki yıl geçti. 2004’te, Megumi’nin kocası olduğu öne sürülen Kim Chol Jun, evlerinin bahçesinde iki yıl gömülü kaldıktan sonra, topraktan çıkarttığı ve dini törelere uygun biçimde yaktırdığı karısının kül ve kemiklerini içeren bir toprak kabı Japon makamlarına teslim etti. Japonlar, karşılaştırma yapabilmek üzere, doğan kızlarından da tükürük ve kan örneği aldılar.

Kızın babası olduğunu söyleyen Kim Chol Jun örnek vermek istemedi. Kuzey Kore, Kaoru Matsuki adlı kaçırılan bir başka Japon’un da kalıntılarını teslim etti. İşte, Kuzey Kore ile Japonya arasındaki DNA savaşları bunun üzerine başladı.

Kalıntılar, önce Japon Polis Bilimleri Ulusal Araştırma Enstitüsü’nde incelendi. DNA elde edilemedi. Bunun üzerine, Teikyo Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Yoshii Tomio mitokondriyal DNA analizlerine talip oldu. Çıkan sonuç, beklenenden çok farklıydı. Megumi Yokota’ya ait olduğu söylenen küller ve içindeki kemik kırıntıları iki başka erkeğe aitti.

Karşılaştırma için, Japonya’da neredeyse gelenek haline gelmiş olan, annesinin sakladığı göbek kordunu kullanıldı. Kaoru Matsuki’nin diye verilen kalıntılar da onun değildi.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, 11 Nisan 2006’da çok daha garip bir şey oldu. Kuzeylilerin kaçırdığı beş Güney Koreliyi inceleyen Japonlar, bunlardan 1978’de 16 yaşındayken bir kumsaldan kaçırılan Kim Young Nam’ın DNA analizi bulgularına dayanarak, onun Megumi Yokota’nın doğurduğu çocuğun babası olabileceğini saptadılar. Yani Megumi Yokota’nın kocası, Korelilerin öne sürdüğü gibi Kim Chol Jun değil. Bu durum, Japonya Başbakanı Koizumi’nin Mayıs 2004’te söz verdiği insani yardımı durdurmasına ve meseleyi çözmesi için BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmasına yol açtı.

KUZEY KORE KIZIYOR

Kuzey Kore, Japonlar’ın soruşturma sonuçlarını büyük bir kızgınlıkla yanıtladı. Verilen kül ve kemiklerin doğru kişiye ait olduğunu, Japonların uluslararası platformda kendilerini küçük düşürmek ve ekonomik yaptırımların uygulanması amacıyla, deney sonuçlarında sahtekarlığa gittiğini öne sürdüler.

Kül ve kemikleri isterken analiz yapılacağını söylemediklerini ve ailelere teslim edileceği söylendiği halde, analizlere kalkışıldığını, esasen ülkelerinde kişilerin yakılmasında 1200 derecenin üzerinde fırınlar kullanıldığını ve bu ısıda ceset kalıntılarının DNA analizlerinin başarılı olamayacağını bildirdiler.

Nitekim polis laboratuvarlarının da yaptığı deneylerden sonuç alamaması bunu gösteriyordu. (Aslında Kore, bu konuda yanılıyor. Yakılma sonunda az da olsa kemik kalıntıları kalır ve bunlardan başarılı biçimde DNA analizi gerçekleştirilebilmiş pek çok olgu bulunur. "İnsan Sadece Bir Kere Ölür" başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim).

Ayrıca, Megumi’nin kocasının, Güney Kore’den kaçırılan bir erkek olduğu konusunun da yalan olduğunu, Japonların, Güney Kore’yi de bu çatışmanın içine çekmek istedikleri için bu komployu kurduklarını öne sürdüler.

ÜNLÜ BİLİM DERGİSİ KUZEY KORE’Yİ DESTEKLİYOR

Kuzey Korelilere beklenmedik zamanda, beklenmedik bir çevreden destek geldi. Ünlü Nature dergisinin 3 Şubat 2005 tarihli sayısında, Asya-Pasifik editörü David Cyranoski’nin, mitokondriyal DNA analizlerini yapan Teikyo Üniversitesi araştırıcılarından Yoshii Tomio ile gerçekleştirdiği bir söyleşi yayınlandı. Yoshii, yakılan cenaze kalıntılarından DNA eldesinin güçlüğünden bahisle, bu tür örneklerin, ona dokunanların DNA’sını tıpkı bir sünger gibi içine çektiğini ve hatalı sonuçların elde edilebileceğini söyleyerek, hayatının hatasını yaptı. Polisin kendisine incelenmek üzere teslim ettiği, en ağırı 1.5 gram kül ve kemik kırıntıları içeren beş paketten geriye hiç bir şey kalmadığını ve deneylerin tekrarlanma olasılığının bulunmadığını belirtti.

Japon hükümeti, söyleşiyi yapan editörün DNA konusundaki bilgisizliğini öne sürerek, söylenenleri yanlış yorumladığı şeklinde bir açıklama yapınca, Nature dergisi hiç alışık olunmadık bir başyazı yayınladı. Son cümlesi, Kuzey Kore’nin tarafını tuttuklarının açık bir kanıtıydı. "Bu durumun Kuzey Kore’yi suçlamak amacındaki Japon hükümetini rahatsız ettiğinin bilincindeyiz. Öte yandan Kuzey Kore’nin yalan söylemesi de mümkündür. Ancak küllerin DNA analizi ile bir yere varılamayacağını ve gerçeğin aydınlatılamayacağını da belirtmekte fayda görüyoruz."

NEDEN "ŞAHİT" ÖRNEK SAKLANMADI

Nature makalesinin yayınını izleyen haftalarda, Japonya’nın birçok ünlü antropolog, genetik ve adli tıp uzmanı, Dr. Yoshii Tomio’nun bulgularını destekleyen beyanatlar verdi. Kemiklerin kirlenmiş olmasını kabul edebileceklerini, ancak bulunan iki erkek DNA’sının yanı sıra Megumi’nin de DNA’sının bulunması gerektiğini, bu nedenle Kuzey Korelilerin gerçekten başka birilerinin küllerini teslim ettiğine inandıklarını bildirdiler. Bu arada, Nature makalesinin yayınlanmasından bir hafta sonra, Dr. Yoshii, Teikyo Hastanesi’ndeki asistanlık kadrosundan Tokyo polis teşkilatı adli tıp birimi başkanlığına terfi etti ve artık basına beyanat veremez duruma geldi. Nature dergisi 7 Nisan 2005 tarihli sayısında, bu gelişmeyi "bilirkişinin susturuluşu" şeklinde yorumlayarak yayınladı.

İlginç olan, sadece Nature dergisinin değil, Güney Koreli bilim adamlarının da Japonların bulgularını şüphe ile karşılamasıydı. Onlar da, yakılan cesetlerden DNA eldesinin güç olduğunu, kullanılan analiz yönteminin artık terk edildiğini ve küllerin yeniden incelenmesi gerektiğini bildirdiler.

7 Şubat 2006 Salı günü, Kuzey Kore, Japonya’ya bir nota göndererek, 2004 Kasımında Pyongyang hükümetinin Japonya’ya verdiği, kendilerince kaçırılan Megumi Yokota’ya ait olan külleri bağımsız bilirkişilere yeniden inceletmek üzere geri istedi. Önce Japon polisinin DNA elde etmeye çalıştığı, ardından Dr. Yoshii Tomio’nun, kendisine teslim edilen küllerin tamamını deneylerde tükettiği göz önüne alınırsa, bu isteğin yerine getirilmesi imkansız gözüküyor. Esasen, gerek polis gerekse doktor, küllerden "şahit" örnek saklamamakla, bir bilirkişinin yapabileceği en büyük hatayı yapmış durumdalar. Ne yazık ki, bu duruma Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her ülkesinde sıklıkla rastlanıyor. Doktorun kendini savunabilmesi için hálá bir fırsatı var: Deneylerini uluslararası hakemli bir dergide yayınlatmak.

GÜVENLİK KONSEYİ VE G8 JAPONLARDAN YANA

İnsanların kaçırılmasının çok farklı nedenleri olabilir. Kuzey Korelilerin amaçlarından biri, ajanlarına dünyayı serbestçe dolaşacak kimlik belgesi sağlamak, bir diğeri onlara Japonlar gibi konuşmayı ve davranmayı öğretmek.

Örneğin Kuzey Kore tarafından kaçırılan Japon vatandaşlarını kurtarma hareketi olan Sukuukai Derneği, Megumi’nin 1995 ve izleyen yıllarda, Kuzey Kore başkanının oğluna öğretmenlik yaptığını ileri sürüyor.

400 KİŞİ KAÇIRILDI

Japonya Dışişleri Bakanlığı’na göre, Viyana’da 1978’de kaçırılan Kobeli aşçı Tanaka Minoru ile birlikte kaçırılanların sayısı 17. Sivil toplum örgütlerine göre bu sayı 400’e yakın.

Kuzey Korelilerin kaçırdıklarının arasında sadece Japonlar yok. Lübnanlılar, Romanyalılar ve Taylandlılar da var.

Bunlara ek olarak, büyük bölümü, Kuzey Kore karasularına geçtikleri iddiasıyla 468 Güney Koreli balıkçıyı da ellerinde tutuyorlar.

Vatandaşlarının kaçırılmasını ve hayatta oldukları halde geri verilmeyişlerini bir savaş nedeni olarak gören Japon kamuoyunun topladığı 5 milyon imza, ülkenin dört bir yanına asılan ve küçük kızın fotoğrafını taşıyan yüzbinlerce poster, medyanın baskısı, ayrıca Megumi Yokota’nın annesi ve erkek kardeşinin ABD’ye giderek önce Başkan Bush, ardından Kongre üyeleri ile görüşmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 16 Temmuz 2006’da Kuzey Kore’nin nükleer programını ve 10 gün kadar önce fırlattığı füzeleri kınayan kararnamesine, kaçırılan Japonların iadesi maddesinin de eklenmesini sağladı.

G8’İN TEHDİTİ

Böylelikle adam kaçırma, ilk kez uluslararası bir belgede yer aldı.

Hemen ardından St. Petersburg’daki G8 zirvesinden de aynı yönde bir karar çıktı.

Kuzey Kore, kaçırma konusunu çözmediği, füze ve nükleer silah denemelerine son vermediği takdirde, ciddi ekonomik ve siyasi yaptırımlarla tehdit ediliyor.

Bir yandan yaşayıp yaşamadığını bile bilmediği sekiz vatandaşının peşine düşen Japonya, diğer yandan 60 yıl önceki kendi "kaçırmalarını" temizlemeye çalışıyor.

Sivil toplum örgütleri, II. Dünya Savaşı sırasında Kore’den Japonya’ya zorunlu işçi olarak getirilen, daha doğrusu kaçırılan 427 bin 930 kişinin adını belirlemiş durumda.

Henüz tamamlanmayan bu liste Güney Kore’ye verilmiş. Japon hükümeti ölenlerin kalıntılarında yapılacak DNA analizlerinin masrafını verecek, böylelikle kalıntılar ailelerine iade edilecek.
Yazının Devamını Oku

Beethoven’in saçları, Einstein’ın beyni ve başka önemli şeyler

30 Temmuz 2006
Meksika kökenli Amerikalı üroloğun adı Alfredo "Che" Guevara’ydı. Yıllar boyunca, dışı maun, ortası cam kutuda saklanan Beethoven’in saçlarına ilk dokunan, o oldu. Sadece dokunmakla kalmadı elbette. Ünlü bestecinin karnındaki ağrıların, böbreğindeki taşların, romatizma ateşinin, durup durup hırçınlaşmasının ve en önemlisi sağırlığının cevabını saçlarında aradı. Bir bölümünü buldu da. Patolog Thomas Harvey, Einstein’ın beynini ilk gören oldu. 240 parçaya ayırıp, 40 yıl şeker kavanozlarında saklamasının tek nedeni, üstün zekasının ipuçlarını bulabilmek hırsıydı. Pek bulabildiği söylenemez. Descartes’in orta parmağı, Napoleon’un penisi, Haydn’ın kafası, Mozart’ın kafatası, Kolomb’un kemikleri, Lenin’in beyni vesaire, vesaire. Sıradan ölümlülerin, sıradışı ölümlülerden açıkça ya da gizlice koparıp aldığı beden parçaları. Anlaşılan ünlü, zeki ya da yetenekli olanlara mezarda da rahat yok.

175 YILLIK YOLCULUK

Ludwig van Beethoven’in omuzlarına dökülen dalgalı saçları vardı. 1827’de Viyana’da öldüğünde, o tarihte henüz 15 yaşında bir piyanist olan Ferdinand Hiller bir tutamını kesip, bazı telleri de koparıp, maun bir kutunun ortasına oydurduğu camdan özel bir haznede yıllarca sakladı (Beethoven’in saçlarından hatıra örnekleri alan sadece Hiller değildir. Gömülürken, bir aslan yelesini andıran saçlarından neredeyse hiçbir şey kalmamıştı). Hiller maun kutuyu Avrupa’nın dört bir yanında verdiği konserlere hep yanında götürdü. 1883’te, oğlu Paul Hiller’e emanet etti. O da arkasına "Bu saçlar, Beethoven öldükten bir gün sonra, 27 Mart 1827’de babam Dr. Ferdinand v. Hiller tarafından kesilmiş ve bana 1 Mayıs 1883’te doğum günü hediyesi olarak verilmiştir" diye yazdı. Hiller’ler Yahudi’ydi. 2. Dünya Savaşı başladığında Almanya’dan Danimarka’ya kaçtılar. 1943’te saçları, Danimarkalı bir hekim olan ve Yahudileri gizlice tedavi eden Dr. Kay Alexander Fremming’e teslim ettiler. Önce Kay öldü, daha sonra karısı. Saçlar, artık kızı Michele Wassard Larsen’in elindeydi. Larsen, 1994 Aralık’ında saçları bir Sotheby’s müzayedesinde Amerikan Beethoven Derneği’nin dört üyesine (Dr. Alfredo Guevara, Bay Ira Brilliant, Dr. Thomas Wendel ve Bayan Caroline Crummey) 3 bin 600 sterlin karşılığında sattı. 582 tel saçın 160’ı Guevara’da kaldı. Kalanı Amerikan Beethoven Derneği, San Jose Üniversitesi Beethoven Araştırmaları Merkezi, Washington’daki Kongre Kitaplığı, Hartford Üniversitesi, Londra’daki Britanya Kitaplığı, Viyana’daki Müzik Dostları Derneği ve Bonn’daki Beethoven Evi arasında paylaşıldı. 1827’den başlayarak bugüne değin, Beethoven’in 582 tel saçının, kimden alınıp kime verildiği öylesine düzenli biçimde tutulmuş ki, delil teslim zincirinde en ufak bir kopma yok, dolayısıyla üniversitelerin, müzelerin, derneklerin elinde olanların hepsi orijinal.

KURŞUNLA ZEHİRLENMİŞ AMA FRENGİ DEĞİL

Dr. Guevara, insan saçının bir ayda ortalama bir santim uzadığını bilenlerdendi. Elindeki beyaz, gri ve kahve renkteki saç tellerinin uzunluğu 7 ile 15 santim arasında değişiyordu. Demek ki, ünlü bestecinin ölümünden önceki altı ayla bir yıl arasındaki süreçteki sağlık durumu ile ilgili pek çok ayrıntıya sahipti. Birkaç yıl içinde büyük bir bölümü aydınlandı.

İlk inceleme 1988’de, Chicago’daki McCrone Araştırma Enstitüsü’nün kurucusu Walter McCrone tarafından gerçekleştirildi. Napoleon’un arsenikten zehirlenmediğini, İsa’nın o kefene hiç sarılmadığını göstermiş olan McCrone, taramalı elektron mikroskobu ile birlikte enerji dispersiyon ve kütle spektrometri tekniklerini kullanarak Beethoven’in saçlarındaki kurşun düzeylerinin normalin 42 katı olduğunu saptadı.

2000 Eylül’ünde Amerikan Enerji Bakanlığı’na bağlı Argonne Ulusal Laboratuvarı’ndan fizikçiler Ken Kemner, Derrick Mancini ve Francesco DeCarlo, Beethoven’in altı saç telinde sinkotron X ışını deneyleri yürüttüler ve dört yıl süren çalışmaları sonunda milyonda 60 kısım kurşun bularak, McCrone’un 12 yıl önceki bulgularını doğruladılar. Onlara göre, Beethoven’in saçındaki kurşun normalin 100 katı daha fazlaydı.

Bu bulgular, bestecinin yetişkin döneminde plumbizm, bir başka deyişle kurşun zehirlenmesi ile karşı karşıya olduğunun bir kanıtıdır. 20’lerinden sonra ortaya çıkan ve yaşam boyu süren karın krampları, romatizma ateşi, bağırsak iltihapları, gut, ishal ve göz ağrıları bu ciddi kurşun zehirlenmesinn bir sonucu olabilir. Beethoven’in 6 Ekim 1802’de Heiligenstadt’da kaleme aldığı ilk vasiyetnemesinde, ölümünden sonra bu şikayetlerinin aydınlatılması talebi, rahatsızlığının ciddiyetini gösterir.

Bilindiği gibi, Beethoven 31 yaşında duyma yeteneğini kaybetmeye başlamış, 42’sindeyken tamamen kaybetmişti. Kurşun zehirlenmesiyle sağırlık arasında kesin bir ilişki yok. Bu nedenle sağırlığının nedeni hálá gizemini koruyor.

Gerek McCrone Enstitüsü, gerekse Argonne Ulusal Laboratuvarı, bestecinin saçlarındaki cıva düzeylerinin önemli olmadığında birleşti. 1820’lerde, frengi tedavisi için cıvalı preparatların kullanımı çok yaygındı. Beethoven’in de frengi olduğu her zaman iddia edilmiştir. Saçlarında cıva bulunmamış olması, frengi olasılığını büyük ölüçüde zayıflatan bir sonuç.

SAÇ VE KAFATASI KEMİKLERİ BEETHOVEN’E AİT

Aylarca süren bir hastalıktan sonra, Ludwig van Beethoven, 26 Mart 1827 günü akşamüstü saat 17.45 dolaylarında Viyana’daki apartmanında öldü. "Wassersucht" yani ödem olarak tanımlanan ölüm nedeninin altında yatan gerçek hastalığının tanısı hálá konulabilmiş değil. 2000 başlarında, eldeki tüm verileri birarada değerlendiren içhastalıkları ve gastroenteroloji uzmanı Dr. Peter J. Davies, ölüm nedenini böbrek papillalarının nekrozu ve karaciğer bozukluğuna bağladı. Kullandığı alkolün bu durumu daha da kötüleştirdiğine inanılıyor. Kurşun zehirlenmesinin böbrek ve karaciğeri bozmuş olması da çok yüksek bir olasılık. Gençliğinde sürekli gittiği kaplıcalarda, aşırı miktarda maden suyu içmiş olduğuna dair rivayetler olsa da, kurşunun vücuduna nasıl girdiği kesinlik kazanmadı.

27 Mart sabahı, Viyana Patolojik Anatomi Müzesi çalışanlarından Dr. Johann Wagner, 1826’dan bu yana bestecinin sağlığından sorumlu Dr. Andreas Wawruch’un da tanık olduğu otopsiyi gerçekleştirdi. Bunu kimin istediği ve hangi amaçla yapıldığı bilinmiyor.

13 Ekim 1863’te, ölümünden tam 36 yıl sonra, Avusturya Müzik Dostları Derneği’nin talebi üzerine, Beethoven’in mezarı kalabalık bir izleyici topluluğu önünde yeniden açıldı. Her iki şakak kemiğinin yerinde olmadığı görüldü. Bu kemiklerin ilk otopsi sırasında kesilerek çıkartıldığı zaten biliniyordu. Kafatası kemikleri incelenmek üzere dışarıda bırakılarak, vücudun diğer kemikleri yeniden gömüldü. 10 gün kadar, farklı kişiler tarafından incelenen kemikler, diğerlerinin yanına gömülürken ikisi büyük, sekizi küçük 10 parçanın daha eksik olduğu ortaya çıktı.

2005 Aralığı’nda Ira F. Brilliant Beethoven Araştırmaları Merkezi, 1863 mezar açımında kafatasını inceleyenlerden biri olan Viyana Üniversitesi Tıp Tarihi hocası Dr. Romeo Seligmann’ın aldığı ve kuşaktan kuşağa aktarılan iki kemik parçasının ellerinde bulunduğunu bildirdi. Kemiklerin Beethoven’e ait olup olmadığı tartışılmakla birlikte, 1990’lı yıllarda bir süre beraber çalışmalar yaptığım Münster Üniversitesi Adli Tıp Bölümü’nün başkanı Prof. Dr. Berndt Brinkmann’ın raporu son noktayı koydu. Çünkü kemiklerin mitokondriyal DNA sonuçlarıyla 1999’da Dr. Guevara’nın elindeki saçlarda aynı incelemeyi yapan Laboratory Corporation of America’nın bulgularıyla birebir örtüşüyor.

BEETHOVEN’İ ZAMANINDAN ÖNCE ÖLDÜREN DOKTORU ANDREAS WAWRUCH

Saçlarda başka incelemeler de yapıldı. Mayıs 1996’da Los Angeles Psychemedics Corporation’dan Dr. Werner Baumgartner, 20 saç telinde radyoimmunoassay tekniği ile, hastalığının son evrelerinde afyon türevi bir ilaç kullanıp kulanmadığını araştırdı. Aldığı negatif sonuçlara dayanarak, Beethoven’in morfin, laudanum ya da bir başka afyon türevi kullanmadığını kanıtladı. Beethoven’in yakın dostu ve zaman zaman gönüllü olarak sekreterliğini üstlenen Anton Schindler’e göre, besteciyi zamanından önce öldüren, doktoru Andreas Wawruch. Ölüm döşeğindeyken yazdığı 75 kutu ilaç ve sayısız toz preparatın ne olduğuna ilişkin herhangi bir kayıt bulunamıyor. Ancak Beethoven’in son ana kadar beste yapmayı sürdürmesi, bunların arasında bir afyon türevinin yer almadığını ya da olsa bile Beethoven’in bunları kullanmadığını gösteriyor.

EINSTEIN’IN BEYNİ BİRA SOĞUTUCUSUNDA

20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden Albert Einstein 17 Nisan 1955 akşamı göğüs ağrısı şikayeti ile Princeton Hastanesi’ne yatırıldı. 76 yaşındaydı. Ertesi sabah, karın boşluğundaki en büyük atardamarının yırtılmasından (abdominal aort anevrizması) kaybedildi. Cesedine dokunulmaması ve yakılarak küllerinin denize serpilmesini vasiyet etmişti. Bu isteği kısmen yerine getirildi. Gerçi cenazesi yakıldı ve külleri savruldu ama, daha önce hastanenin patoloğu Thomas Harvey, dehasının sırrını çözmek istedi ve otopsisini yaptı. Bu işlemin izinsiz olması bir yana, beyni çıkartıp sakladığını da kimseler bilmiyordu. Otopsinin yapıldığı hemen ortaya çıktı elbette. Ama oğlu Arthur, "Einstein’ın beyni bizim evde" diyerek, durumu sınıf öğretmenine söylemeseydi, beynin çalındığı ortaya çıkmayabilirdi. Harvey sadece beyni almakla yetinmedi. Gözlerini de çıkarttı ve Einstein’ın göz doktoru Henry Abrams’a teslim etti. Halen New York’ta bir kasada durmaktalar.

Dr. Harvey, bütün ısrarlara rağmen beyni teslim etmeyince hastaneden kovuldu. Philadelphia’ya taşındı. Bir laboratuvarda gerekli ön işlemlerden sonra beyni 240 kadar parçaya ayırdı, iki kavanoza dağıttı, üzerlerine formalin doldurdu. Önce bir tahta kutuya, kutuyu da bira soğutucusunun alt rafına yerleştirdi. Zaman zaman gazeteciler araştırma sonuçlarını sordular. O da bir yıl içinde yayınlayacağını söyleyip durdu. Böylece otuz yıl geçti.

BEYNİN SOL YARISINDA HÜCRE FAZLA

Aslında 1950’lerde Dr. Clinton Woolsey, Johns Hopkins’ten Wisconsin Üniversitesi’ne gelmiş ve Michigan’daki meslektaşları ile birlikte tarihin en büyük beyin koleksiyonunu oluşturacak nörofizyoloji laboratuvarının tohumlarını atmıştı. Dr. Harvey’in neden Wisconsin ile bağlantı kurmadığını her zaman merak etmişimdir.

Nihayet, 1985’te Berkeley Üniversitesi’nden nörobilimci Marian Diamond, Harvey’i aradı ve Einstein’ın beyni ile deneyler yapmak istediğini belirtti. Diamond, 1970’lerde bazı araştırmalar gerçekleştirmiş ve sıçanların beyinlerindeki hücreleri saymıştı. Hayvanların bir bölümünü beyin etkinliğini uyaran bir çevreye, diğerlerini tamamen karanlık bir ortamda tuttuğunda, ilk gruptakilerin beyin hücre sayısında artış gözlemişti. Şimdi hedefi Einstein’ın beynindeki hücre sayısıyla, sıradan zekası olanların beynini karşılaştırmaktı. Bulgularını, pek fazla rağbet edilmeyen Experimental Neurology adlı bir dergide yayınladı. "Bir bilim adamının beyni hakkında: Albert Einstein" başlığını taşıyan makale, nöronların gliyal hücrelere oranı ile ilgiliydi ve yaş ortalaması 64 olan 11 ölmüş kişinin beynindeki oranlarla karşılaştırılmıştı. Einstein’ın beyninin sol yarısındaki bir bölgede, nöron başına düşen gliyal hücre sayısı normalden yüzde 73 daha yüksekti.

Einstein ile ilgili her şeyde olduğu gibi, Diamond’un makalesi de büyük yankı uyandırdı. Daha önceleri pek tanınmayan nörolog, birdenbire ün kazandı. Kimi araştırıcılar bu bulguları, Einstein’ın beyin hücrelerinin daha fazla beslenmeye gereksinim duyduğu biçiminde yorumladı, kimileri ise deneylerde ciddi hatalar bulup, saçmaladığını düşündüler.

DÁHİNİN BEYNİ NORMALDEN KÜÇÜK

Beyinle ilgili ikinci araştırma Alabama Üniversitesi’nden Britt Anderson’a ait. 1996’da Neuroscience Letters’de, sıradan bir erkeğin ortalama beyin ağırlığı 1400 gram olduğu halde, Einstein’ın beyninin 1230 gram geldiği, ayrıca dış tabakasının da normalden ince olduğu öne sürüldü. Bu bulgular, dáhi fizikçinin beynindeki sinir hücrelerinin daha sıkışık ve yoğun biçimde birarada olduğu, bu sayede aralarındaki iletişimin normal insanlarınkinden daha hızlı biçimde gerçekleştiği ve küçük beyinli olanların hiç de sanıldığı gibi aptal değil, bilakis üstün zekalı olabilecekleri şeklinde yorumlandı.

Kanadalı Dr. Sandra Witelson, ünlü Lancet dergisinde 1999’da yayınlanan "Albert Einstein’ın istisnai beyni" adlı makalesinde matematik ve üç boyutlu düşünmeyi denetleyen bölgede normalden fazla girintinin bulunduğunu bildiriyordu. Yazarları arasında Thomas Harvey’in de yer aldığı bu araştırma pek çok eleştiriyle karşılaştı.

40 yıl boyunca kapı kapı dolaşıp, Einstein’ın beynini doğru dürüst inceleyebilecek birini bulamadığına sinirlenen patolog Thomas Harvey, sonunda elindeki her iki kavanozu, içinde kalan beyin parçalarıyla birlikte Princeton Tıp Merkezi’ne hediye etti. Doktor 90’ını geçti. Halen New Jersey’de, Titusville adlı küçük bir kasabada yaşıyor. Kulağı pek işitmiyor, zor yürüyor. Ama yaptıklarından hiç pişman değil.
Yazının Devamını Oku

Kan lekesinden robot resme

23 Temmuz 2006
20 Mart 2003 gecesi, ellerinde birer tuğla, altı şeritli M3 Karayolu’nun üzerindeki yaya geçidinden sarkarak, karanlığın ve sisin içerisinden kayıp giden, bir yanı sarı, bir yanı kırmızı ışık selini seyrediyorlardı. 19 yaşındaki Craig Harman iş çıkışında içmeye başlamış, bir Renault Clio’yu yan camını kırarak çalmaya çalışmış, düz kontağı beceremediği gibi, elini de kesmişti. Önce arkadaşı bırakıverdi tuğlasını, tok bir ses duyuldu. Asfalta düşmüştü anlaşılan. Sonra Craig Harman. Bir cam sesi duyuldu. Bir kamyon yavaşladı, 250 metre kadar gitti ve emniyet şeridinde durdu. Üstgeçittekiler bir anda kayboldular.

53 yaşındaki şoför Michael Little, ön camın kırılmasıyla birlikte göğsünde dayanılmaz bir acı hissetti. Yılların deneyimi ile Ford kamyonun direksiyonunu sağa kırdı. 30 yıl hizmet verdiği Ford şirketi, bu becerisi nedeniyle onu üstün hizmet madalyasıyla onurlandırdı. Neye yarar, hemen oracıkta ölmüştü.

EMNİYET ŞERİDİNE ÇEKİLMİŞ ARAÇ

Sabah oldu. Renault Clio’sunun çalınamadığına sevinen adam polisi aradı. Kırık cama bulaşan kandan DNA profili elde edilebildi. Profil, 3 milyon kadar İngiliz’in yer aldığı veritabanında yoktu. Olamazdı zaten, Craig Harman, evvelce hiç suç işlememişti.

M3’ten sorumlu karayolu polisi, emniyet şeridine çekilmiş aracı gördü. Adli Bilimler Servisi, aracın içindeki taşa bulaşan kanı inceledi. İki kişinin kanı birbirine karışmıştı. Profillerden biri şoför Michael Little’a uyuyordu. Diğerini, veritabanında aradılar, yoktu.

Buradan sonra olanlara "şans" diyebilirsiniz, "zeka" diyebilirsiniz, İngiliz Adli Bilimler Servisi’nin, dünya genelinde profillerin eldesinde kullanılan "kodlamayan bölgelere" yani DNA üzerinde ırk, göz rengi, saç rengi, hastalık gibi bilgilerin yer almadığı bölgelere, kodlayanları da eklemesi ve her ne pahasına olursa olsun suçluyu yakalamak adına, tüm etik kaygıları bir yana bırakması diyebilirsiniz. Ne derseniz deyin, bundan sonra olanlar ilk kez olacak ve adli bilimler tarihine altın harflerle yazılacaktı.

İngiliz Adli Bilimler Servisi’nin başkanı dostum Janet Thomson, o tarihte henüz emekli olmamıştı. Adli bilim hizmetlerinin özelleştirilmesinin gerekliliğini savunan çalışmalar yapıyor, konferanslar veriyorduk. Avrupalı kriminal laboratuvar müdürleri bıyık altından gülüyor, açıktan "kadın saçmalaması" diyemeyip, "kadın dayanışması" diyorlardı (Janet, sadece servisi değil, olay yeri inceleme birimlerini de özelleştirebildi!).

Janet’in ekibi, tuğlaya bulaşmış, bilinmeyen kişiye ait kanın genetik özelliklerini, faili meçhul olaylardaki delillerin profilleri ile karşılaştırınca, tuğlayı atanla, Renault Clio’nun camını kıranın aynı kişi olduğunu gördüler. İleri genetik incelemelerle, bu kişinin erkek, beyaz tenli ve kırmızı saçlı olduğunu saptadılar. Taşlar ağırdı, yaşı genç olmalıydı. Üstgeçit sadece yayalara açıktı. Demek ki motosiklet ya da otomobili yoktu. Geçidi çevreleyen, bir kilometre çapındaki daire içindeki erkek, beyaz tenli, kızıl saçlı, yaşı 35’in altında, aracı bulunmayan 350 erkekten örnek aldılar. Hiçbirinin DNA’sı tuğladakini tutmadı.

MİLYONLARCA PROFİL AİLE TARAMASINDA

Yeryüzünde sadece tek yumurta ikizlerinin DNA profillerinin aynı olduğu bilinir. Bilinen bir diğer gerçek, iki kişi birbirinin ne denli yakın kan akrabasıysa, DNA’larının da o ölçüde birbirine benzediğidir. Janet’ın ekibi, o güne değin hiç kullanılmayan, daha sonraları sistematik biçimde kullanmaya başlayacakları (ve dünyanın diğer ülkelerinin polisleri ile insan hakları savunucuları tarafından şiddetle eleştirilen) bir yöntem denediler. Kime ait olduğunu bilemedikleri DNA profilini, ulusal veritabanında bulunan milyonlarca profille karşılaştırarak, benzerlerini bulmaya çalıştılar. "Aile taraması" adını verdikleri bu karşılaştırma sonunda 25 kişilik bir listeye ulaştılar. En üstündeki kişinin DNA profilinin 20 özelliğinden 16’sı, tuğladaki DNA’yı tutuyordu. Bu kişi, şoför Michael Little’ın göğsüne taşı düşürenin bir akrabası olmalıydı. Nitekim, öyleydi de.

30 Ekim 2003’te, Craig Harman, Renault Clio’yu çalmaya teşebbüsten, bir tuğlayı çalmaktan ve şoför Michael Little’ı öldürmekten tutuklandı. DNA profili, tuğladaki ve kırık oto camındaki profilin aynısıydı. 30 Nisan 2004’te mahkeme önünde, tuğlayı atmadığını, çok sarhoş olduğundan elinden düşürdüğünü iddia etti ve sadece 6 yıla mahkum oldu. Suçluya ulaşmada saç rengi, ırk ve "aile taramasının" kullanıldığı ilk dava budur.

SUÇLUNUN AKRABASI DA SUÇLU MUDUR?

"Aile taraması", bir başka deyişle, olay yerindeki DNA profilini kısmen tutanların veritabanlarında aranması, İngiltere’den sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nde de uygulanmaya başlandı. Henüz FBI’ın başvurmadığı öne sürülse de, Massachusetts ve New York eyaletleri, 29 Haziran 2004’ten geçerli olmak üzere, bu işlem için ayrı bir yasa bile çıkarttılar. Anılan işlemin insan hakları ile ilgili sözleşmelere ve hukuka aykırı olduğu iddia edilmekle birlikte, giderek yaygınlaşacağı kesin.

2006 Mayısı’nda Harvard Tıp Fakültesi’nden Frederick R. Bieber’in, her 100 mahkumdan 46’sının en az bir akrabasının cezaevi geçmişi olduğunu hesaplaması, "Bir kere suç işleyen, tekrar suç işler" prensibine dayanan DNA bankalarının işlevini, "Suç işleyenin akrabası da suç işler" biçiminde genişletiyor ve aile taramalarının suçla mücadelede önemli bir yeri olacağını gösteriyor. Geçtiğimiz çarşamba, Almanya’nın Saksonya Eyaleti’ndeki Coswig ve Dresden kentlerinde, 9 ve 11 yaşlarındaki iki kız çocuğuna tecavüz eden kişinin yakalanabilmesi için, her iki kentte yaşayan 25-45 yaş arası 100 bin kadar erkekten tükürük örneği alınarak DNA analizi yapılacağını öğrendim. Bunun yerine, önce Alman DNA bankasında aile taraması yapılsa, sayının çok aşağılara çekilmesi ve 3-4 milyon Euro’yu bulacak masraftan kurtulmak mümkün.

Ancak işin hukuki ve etik boyutu bir yana, teknik sorunlar nedeniyle masum olanların suçlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Örneğin, Houston Kriminal Laboratuvarı’nın DNA bölümü, yapılan hatalar yüzünden kapatılmıştı. 3 yıl aradan sonra, 2006 Haziranı’nda yeni bir müdür, ikiye katlanan personel sayısı ile yeniden faaliyete geçmesine izin verildi. Bir ülke, hata yapan bir polis laboratuvarını kapatacak cesareti gösteremiyorsa, değil DNA bankaları oluşturmak, DNA analizlerini bile yaptırmak doğru olmayabilir.

Amelogenin incelenmesi erkeği kadın zannettirebilir

Bir kan lekesinin DNA profilini, evvelce suç işlemiş olan kişilerin ya da eldeki şüphelilerin DNA profilleri ile karşılaştırmak, artık hemen her kriminal laboratuvarın rutin olarak gerçekleştirdiği işler haline geldi. Profil veritabanında yoksa, şüphelilere de uymuyorsa, faili meçhul olay yerlerinde elde edilen biyolojik delillerin DNA profilleri ile karşılaştırılır. Böylelikle, en azından farklı zaman ve mekanda gerçekleşen suçların, aslında aynı kişi tarafından işlendiği ortaya çıkar.

Bundan 3-5 yıl öncesine kadar, elde bir şüpheli ya da veritabanında uyumlu bir profil bulunmazsa, kanın sahibinin cinsiyetini belirlemekten öteye yapacak pek fazla şey yoktu. Gerek X gerekse Y kromozomları üzerinde bulunan amelogenin adlı bir bölgenin, X kromozomundaki boyu, Y’ye oranla az daha kısadır. Bu bölgenin incelenmesinde iki kısa parça görülürse, lekenin sahibi kadın, buna karşılık bir uzun ve bir kısa parça görülürse, erkektir. Ancak, bunun da istisnası var. Örneğin, 2001 Şubatı’nda Innsbruck Üniversitesi’nden Steinlechner ve arkadaşları, 29 bin 432 erkeğin amelogenin bölgesini incelediklerini, bunların 6’sında iki kısa amelogenin saptadıklarını bildirmişlerdi. Yani, erkek oldukları halde, kadın sanılıyor.

Ertesi yıl, Haydarabad Üniversitesi’nden Lalji Singh ve ekibi, 270 erkekten beşinde aynı sorunla karşılaştıklarını yayınladılar. Hatırlanacak olursa, Üzeyir Garih cinayeti sonrasında mezar taşlarının birinin üzerindeki kan lekelerinin, kadın kanı olduğu bildirilmişti. Bu sonuca amelogenin incelenmesi sonucunda varılmıştır. Kan lekesinin DNA profili, soruşturmaya adı karışan kadınların hiçbirini tutmamıştı. Belki de görülen bir istisnaydı, yani leke aslında bir erkeğe aitti.

Kanımca, amelogenin incelemesinin terk edilmesi ve onun yerine örneğin Y-kromozom üzerindeki cinsiyet belirleyen genin araştırılması gerekir.

Peşinde olduğumuz robot resim

Bugün ufak bir kan lekesinden elde edilebilen bulgular, kuşkusuz çok önemli buluşların eseri. Ancak benim gibi, laboratuvarcılık deneyimini adaletin hizmetine sunanları, bugün sıraladığım incelemeleri gerçekleştirebilmek tatmin etmiyor. Peşinde olduğumuz; bir kan lekesi, bir saç teli, ter ve tükürükten, saldırganın robot resmini çizebilmek. Genetik analizlerle saç rengi, göz rengi, ırk, hastalıklar bulunabildiğine göre, bu günler belki yarın, belki yarından da yakın. Ancak DNA üzerinde bu tür kodlayan bölgelerin incelenmesi pek çok ülkenin, bu arada Türkiye’nin yasalarında, "yasak moleküler genetik analizler" kapsamında. Yasaları by-pass etmenin bir yolu, istihbarat amacıyla bu incelemeleri yapmak, ancak delil olarak kullanmamak. (Tıpkı bir zamanlar Avusturya polisinin izlediği şüphelinin DNA profili için berber berber dolaşıp, yere düşen saçları toplaması gibi!) Ancak, suç oranındaki artış bugünkü hızıyla sürerse, yasaların da değiştirileceği muhakkak.

KANIN Ne zaman aktığı bulunabilir

Suçun ne zaman işlendiğini belirlemek her zaman kolay olmaz. Halbuki ölüm zamanı denilen, kişinin ne zaman öldüğü ya da öldürüldüğü meselesi, yanıtlanması gereken önemli sorulardandır. Hatta ölüm meydana gelmemiş olsa bile, yaralamanın meydana geliş zamanı, olayın aydınlatılması için gereken bir bilgidir.

Olay yerinde bulunan faile ait bir saç teli ya da mağdur üzerinde kalan bir kan, sperm hatta tükürük lekesinden saldırganın DNA’sını elde etmek mümkün olsa da, saç telinin ne zaman koptuğu, ya da lekelerin ne zaman oluştuğunu bulmak için başka deneyler gerekir. West Virginia Üniversitesi’nden Clifton Bishop’un araştırmaları, bu soruyu da cevaplamış durumda. 2004 sonlarına doğru Bishop ve ekibi, canlılık sonlandığında, yani bir saç teli koptuğunda ya da bir damla kan aktığında, burada bulunan haberci RNA (mRNA) adlı molekülün, ribozomal RNA’dan (rRNA) daha hızlı yıkıldığını ve bunun 180 güne kadar doğrusal biçimde gerçekleştiğini kanıtladılar. Geçen yıl Japonya Tokoshima Üniversitesi’nden Shinji Abe ve ekibi, bu süreyi 432 güne kadar uzatmakla birlikte, sıcaklık ve nem gibi çevre koşullarına dikkat edilmesi gerektiğini bildirdiler. Yöntem, henüz bir davada delil olarak kullanılmış değil.

30 dakikada DNA analizi yapılabilir

Her lekenin kan olduğunu, kanın ise insana ait olduğunu sanmak safdillik olur. Bizden bir örnek verecek olursak, Ankara Üniversitesi’nden Ayşim Tuğ ve arkadaşları, Mardin Kasımiye Medresesi duvarındaki kanın, Sultan Kasım’a ait olmayıp, bitkisel bir boya olduğunu kanıtlamışlar, yıllardır süren bir yanlış inanışa son vermişlerdi.

Elimizdeki teknoloji, bırakın çıplak gözle görülemeyen bir lekenin kan, sperm, tükürük ya da idrar olduğunu, kan ise kuzu, kurt, kedi, kaz ayırımını bile gösterecek düzeyde (örneğin, gerçek zamanlı PCR ve sitokrom b incelemesi).

Bu çerçevede, menstrüasyon (adet) kanı ile taze kan lekesi ayırımının kolayca yapılabildiğini belirtmeye gerek yok sanırım.

Bundan sonraki aşama malum. Lekenin DNA profilinin çıkartılması. Artık elimizde avuç içine sığan ve daha olay yerinde 30 dakika gibi bir sürede analiz yapılmasını sağlayan mikrokapiler elektroforez teknolojisine dayalı gereçler bulunuyor. Ne gariptir ki, CSI:Miami gibi fütüristik diziler bile henüz bunlara değinmiyor.

YAŞ ANLAŞILABİLİR

Bütün bunlar bir yana, üzerinden aylar geçmiş bir kan lekesinin yenidoğana mı, bir gence mi yoksa yaşı ilerlemiş birine mi ait olduğunun bulunması kimi zaman çok daha önemlidir. Tüm yaşlar için olmasa da, bu sorunun da yanıtları var. Örneğin, 11 numaralı kromozomun kısa kolu üzerindeki beta hemoglobini kodlayan 15.5 bölgesi incelendiğinde, lekenin kaç aylık bir cenine ait olduğu, yoksa yeni doğandan mı kaynaklandığı anlaşılır.
Yazının Devamını Oku

Kindalanın önlenemez yükselişi

16 Temmuz 2006
Hafta içi kitapçıları dolaşırken, Esat Korkmaz’ın Ansiklopedik Şeytan Tasarımı-Terimleri Sözlüğü’ne rastladım. Açar açmaz karşılaştığım bir kavram, şu sıralar, başta İngilizler olmak üzere, Avrupalı polislerin başını iyiden iyiye derde sokan ve bir türlü çözemedikleri bir sorunu hatırlattı: Cadılık. "Cadı" deyince, Tatlı Cadı, Sihirli Annem ya da Acemi Cadı gibi keyifli TV dizilerinden ya da Dünya Kupası’nda Brezilya maçına çıkmadan önce stadın ortasında tütsüler yakarak Ganalı milli takım topçularına güç kazandırmaya çalışandan söz etmiyoruz elbette. 21. yüzyılın İngiltere’sinde, Hollanda ve Almanya’sında, bundan birkaç yüzyıl öncesinin cadı avlarını anımsatan şiddet eylemlerinden, çocuk istismarından ve cinayetlerden söz ediyoruz. Bir Afrika dili olan Lingalaca’da "cadılık" anlamına gelen "kindala", Avrupa’da giderek yayılıyor ve İnterpol, bu yeni suç tipinin sadece Afrika’dan göçenlerle sınırlı kalmayacağına inanıyor.

Güneşli bir temmuz sabahı, 26 yaşındaki Kongolu Nzuzi Mayingi, ardında küçük oğlunu, 8 aylık hamile genç karısını ve bu acıya katlanamayacağını bildiren kısacık bir not bırakarak bu dünyayı terk etti. Kristal Park’taki bir ağaca kendini asan genç adamın dayanamadığı acının kaynağı, İsa’nın Misyonu Kilisesi’nin rahibi Dr. Dieudonne Tukala’ydı. Tukala, bir süredir vaazlarında, Mayingileri, doğmuş ve doğacak çocukları da dahil olmak üzere, kindalayla itham ediyor, ölmeleri gerektiğinden söz ediyordu. 2006 başında genç babanın, rahibin ve cemaatin baskılarına dayanamayarak intihar ettiğini kanıtlayan Londra polisi, rahibi, intihara alenen teşvik, cinayete azmettirme, işkence, eziyet ve çocuk istismarından tutukladı.

Afrika menekşesinden esinlenerek "Menekşe" adlı verilen ve hedefi Afrikalı göçmenlerin inanç ve ritüele dayalı insan kurban etme, cadı ve şeytan çıkartma ritüellerini engellemek olan operasyonun başındaki emniyet amiri Chris Bourlet, rahibin bir istisna olmasını çok isterdi elbette. Halbuki son birkaç aydır İngilizlerin diğer Avrupalı meslektaşlarıyla yürüttüğü işbirliği, onun hiç de bir istisna olmadığını, Afrikalıların bir arada bulunduğu yerleşimlerde, cadılık ve büyücülüğün çok yaygın bir inanış olduğunu ve gerek polislerin, gerekse sosyolog ve kriminologların bu geleneklerle ilgili ciddi bilgi eksikliği nedeniyle soruşturmalarda pek başarılı olamadıklarını gösterdi.

İngilizler, Menekşe Operasyonu kapsamında, son beş yılda akıl almaz işkencelere uğrayan, hatta bazıları ölen 31 çocuğun, aslında kindala suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını ortaya çıkarttılar. Yapılan incelemeler, ortadan kaybolan ve sahte pasaportlarla ülkeye giriş yapılması nedeniyle izlenemeyen yüzlerce küçük zenci çocuğun kindala kurbanı olabileceğini gösteriyor. Aslında Hollanda’nın Nulde Gölü’nden çıkartılan kafasız küçük kız cesedi, bunu izleyen Belçika, Almanya ve İskoçya’nın göl ve ırmaklarından çıkartılan kafasız, kolsuz, bacaksız küçük bedenler sadece yerel basının ilgisini çekmemiş ve uluslararası platformlara taşınabilmiş olsaydı, belki daha hızlı yol alınabilir ve birçok cinayet engellenebilirdi.

EUROPOL’Ü AYDIRAN ADEM CİNAYETİ

Europol’ün Lahey’de özel bir toplantı yapmasını gerektirecek kadar ciddiye alınan ilk olay, 21 Eylül 2001 günü Thames Nehri’nin üzerindeki köprülerden birinden geçmekte olan bir Londralının tesadüfen aşağıya bakması ve suyun üzerindeki turuncu şortlu, başsız, kolsuz, bacaksız, beş yaşındaki küçük zencinin bedenini görmesi ile ortaya çıkmıştır. Belki hatırlarsanız, 16 Ekim 2005’te, Hürriyet Pazar’da "Adem’i kim öldürdü" başlığı ile bu cinayetin ayrıntılarına değinmiş ve küçüğün mitokondriyal DNA analizinden, midesinden çıkartılan bitki kalıntılarının zehirli kalabar baklasına (physostigma venenosum) ve polenlerin İngiltere’de yetişen otlara ait olmasından, ayrıca kemiklerinin izotop imzasından (stronsiyum 87 izotopunun 86’ya oranı) yola çıkarak, bunun ritüel amaçlı bir cinayet olduğu sonucuna varıldığını yazmıştım.

50 bin sterlinlik ödüle rağmen hálá faili bulunamayan küçük zenci cinayetinin ardındaki motifin, kan ve organları büyü amaçlı kullanmaya yönelik bir ritüel mi, Yoruba inanışının nehirler Tanrıçası Oshun’a bir adak mı, yoksa şeytanın tutsak aldığı ve cadılaştırdığı bir ruhu yok etme dürtüsü, yani kindala mı olduğu anlaşılamamıştı. Kongolu Nzuzi Mayingi’nin intiharından sonra yürütülen soruşturmalar, küçük Adem’in de bir kindala kurbanı olduğunu gösterdi. Sadece onun değil, küçük güzel kız Victoria Adjo Climbie’nin de.

OTOPSİ MASASINDAKİ KÜÇÜK ZENCİ

Victoria Adjo Climbie, 2 Kasım 1991’de Afrika’nın batısındaki Fildişi Sahili’nde Abidjan yakınlarında doğdu. 6 kardeşi olan, sağlıklı, mutlu, akıllı bir çocuktu. Nitekim 7 yaşına geldiğinde, Fransa’da oturan büyük halası Marie-Therese Kouao’nun, kardeşler arasından onu seçip, Fransa’ya yanına almak isteyişi de bu nedenleydi. 1998 Kasımı’nda Paris’e getirilen küçük kız, 2000 yılının soğuk bir şubat sabahı Londra Emniyet Teşkilatı patologlarından Dr. Nathaniel Carey’in önündeki otopsi masasına yatırıldığında, sekiz yaşını dolduralı birkaç ay olmuştu.

Dr. Carey, küçük kızın cansız bedeninde tam 128 yara izi saydı. Bunların değişik zamanlarda ve değişik keskin ve künt gereçlerle meydana geldiğini saptadı. Ayrıca her iki el ve ayak bileğinde, bunların birbirine bağlanmış olduğunu gösteren izler buldu.

Dr. Carey, daha önce benzer ağırlıkta bir fiziksel istismarla hiç karşılaşmamıştı. Ancak ölüm nedenini, bu yaraların hiçbirisine bağlamadı. Küçük, beslenme eksikliğine bağlı hipotermi, yani vücut ısısının normalin altına düşmesinden ölmüştü. Nitekim resmi kayıtlar incelendiğinde, küçük kızın solunum ve kalbinin durduğu Paddington’daki St. Mary Hastanesi’ne son getirilişinde vücut ısısının 28.7 derece olduğu görülür. Peki ne olmuştu da, küçük kız, iyi bir eğitim için büyük umutlarla geldiği medeniyetin bu en ileri ülkesinde 15 ay içinde ölümü bulmuştu.

ADIM ADIM, ÖLÜME DOĞRU YOLCULUK

Büyük hala, küçük kızı önce Villepinte İlkokulu’na kaydetti. Birkaç ay sonra okul, kızın devamsızlığından bahisle annesi sandığı halayı okula çağırdı. Kadın, çocuğun devamsızlığının gerekçesini, sağlık durumundaki bazı sorunlarla açıkladı ve bu durumu doktor raporuyla belgeledi. Fildişi Sahili, Kongo ve Angola’dan göçenlerin çoğunlukta olduğu mahallede çalışan bir Fransız pratisyen hekimin, çocuğu muayene bile etmeden verdiği bir istirahat raporuydu bu ve küçük kızı ölümün randevusuna götüren ilk ihmal.

1999 Şubatı’nda okul yönetimi, çocuğun sınıfta uyumasından kuşkulanarak oturduğu eve bir sosyal hizmet uzmanı gönderdi. Çocuğun bir sağlık sorunu olduğu ve tedavi edildiğini düşünen yönetim, "sorunlu bir anne-çocuk ilişkisi" şeklinde düzenlenen sosyal hizmet uzmanı raporuna rağmen herhangi bir işlem yapmadı.

Hala, bahar geldiğinde, çocuğu okuldan almak zorunda olduğunu, bir cilt hastalığı nedeniyle tedavisinin Londra’da süreceğini, uzak bir akrabası olan Bayan Esther Ackah’ın evinde kalacaklarını bildirdi. Victoria, 25 Mart 1999 günü, arkadaş ve öğretmenleri ile vedalaşmaya gittiğinde, başöğretmen saçlarının traş edilmiş olduğunu ve bir peruk taktığını fark etti. Hava çok sıcaktı, buna rağmen sadece ellerini ve yüzünü açıkta bırakan uzun kollu, uzun bir elbise giydirilmişti. Aslında bu giysiler ve peruk, vücudundaki dayak ve yanık izlerini örtmeyi hedefliyordu ama, kimse bundan kuşkulanmadı.

Nisan 1999’da hala ve küçük kız, önce Bayan Ackah’ın evine yerleştiler. Bayan Ackah, peruğun altındaki yanık izlerini görüp iki kez yabancılar şubesini aradı. Ancak adını vermeye çekindiğinden, isimsiz ihbarları değerlendirmeyen şube, şikayeti işleme sokmadı. Zaten birkaç gün sonra hala ve kız, Bayan Ackah’ın evini terk ederek, önce bir evsizler yurduna, oradan çıkartılınca, halanın tesadüfen tanıdığı bir otobüs şoförü olan Angola göçmeni Carl Manning’in evine taşındılar. Çocuk idrarını tutamıyordu. Bu durum Paris’e geldikten sonra başlamıştı. Gördüğü şiddetin temel nedeni buydu.

Kongo Evangelist Kilisesi’nin rahibi, alt ıslatmanın bir hastalık olmayıp, cadılığın sonucu olduğunu söylemeseydi eğer, sadece dövülmekle de kalabilirdi. Haziran 99’da, Victoria artık tek odalı evin banyosunda kalıyordu. Eli-ayakları bağlı, beline kadar çıkan bir naylon çöp torbasının içinde. 19 Temmuz’da vücudundaki yaralar yüzünden Merkez Middlesex Hastanesi aciline götürüldü. Hiçbir doktor, hiçbir hemşire durumdan şüphelenmedi.

Hastaneden çıkışının hemen ertesi gün, eve bir sosyal hizmet uzmanı geldi. Evde sadece iki kişilik bir yatak gördü ve çocuğun nerede yattığını bile sormadan gitti.

Temmuz sonunda çocuk, yüzündeki ve başındaki darp izleri nedeniyle yeniden hastanelik oldu. Eve yeniden sosyal hizmet uzmanları geldi. Hiçbiri durumu polise bildirmedi. Ve neticede, şubat ayına gelindi. Küçük kız önce Kuzey Middlesex Hastanesi’ne götürüldü, oradan önce St. Mary’s yoğun bakımına, daha sonra da morga.

RİTÜALİSTİK İSTİSMAR YASALARA GİREMEDİ

Victoria’nın ölümünün ardından, hala Marie-Therese Kouao ile otobüs şoförü Carl Manning yargılandılar. İkisi de ömür boyu hapse mahkum edildi. Ama ya durumu gördüğü ya da bilgilendiği halde hiçbir işlem yapmayan öğretmenler, sosyal hizmet uzmanları, yabancılar şubesi polisleri, doktorlar, hemşireler... Hiç kimse onları görevi ihmalden yargılamadı.

Sayıları 8 bine yaklaşan Kongo ve Angola göçmenlerinin beynini cadılık hurafeleri ile yıkayan rahiplerden sadece bir teki, Kongolu genç baba Nzuzi Mayingi’yi intihara yönlendiren tutuklandı. Diğerlerinin vaazları ile işkence ve cinayetler arasında henüz nedensellik bağı kurulamadığından, bildiklerini söylemeyi sürdürüyorlar.

Menekşe Operasyonu ile ortaya çıkanlar, bir meclis araştırma komisyonunun kurulmasına yol açtı. Komisyon "ritüalistik istismar"ın ayrı bir suç tipi olarak tanımlanmasını ve gerek faillerin gerekse ihmali bulunan profesyonellerin çok ağır biçimde cezalandırılmasını önerdi. Bu suçları soruşturacak özel birimlerin kurulmasını, bunların üniversitelerin ilgili birimleriyle işbirliği yaparak Afrika gelenek ve göreneklerini daha derinlemesine incelemesi gerektiğini bildirdi. Nitekim bu yönde birimler kuruldu. Kongo ve Angolalılar arasında önleyici çalışmalara başlandı. Ancak "ritüalistik istismar" tanımı şimdilik yasalara girmedi.

Cadı avcıları mutlaka bir şeytan izi bulur

Her şeyi mutlaka kitabına uydurmaya ve bilimsel olarak gerçekleştirmeye çalışan Avrupalılar, yatak ıslatmak, kabus görmek, esnemek gibi basit delillerle yetinemezlerdi elbette. Bu nedenle cadılığın delillerini bulabilmek üzere özel yöntemler geliştirdiler. Cadı avcılarına göre şeytan, tutsak aldığı bedende mutlaka bir işaret bırakırdı. Bir leke, ben ya da iz şeklinde kendini gösteren bu işaret, cadılığın başlıca deliliydi ve bulunduğu yer kanamaz, acımazdı. Delil kolay bulunabilir olduğu gibi, kulakların içinde, göz kapaklarının altında, hatta vücudun en mahrem yerlerinde bile olabilirdi. Belirli bir ücret karşılığında "bilirkişiler", ellerindeki sivri uçlu çivileri, kalabalık bir izleyici topluluğu önünde, tüm kıllardan arındırılmış vücudun her santimetre karesine batırarak bu kanamayan ve acımayan yerleri saptamaya çalışırlardı. Delilin gözle görülmesine gerek yoktu. Beden üzerinde duyarsız bir noktanın saptanması yeterliydi. Tahmin edersiniz ki, bir kere cadılığın delilleri aranmayagörsün, mutlaka bulunurdu. İdam cezalarının nasıl infaz edildiğini sormazsınız umarım. Bir pazar günü benim için bile tahammül edilmez bir konu!

Malleus Maleficarum sadece birkaç yüzyıl geride

Altını ıslatan, gece kabus gören, nedensiz bağıran, yaramazlık yapan, hatta kilisede esneyen çocukları kolaylıkla cadı olarak damgalayan ve onların sadece kendilerine değil, içinde bulunduğu topluluğa da zarar vereceğinden korkarak mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğine inanan Afrika kültürlerini, 21. yüzyıl Avrupalı aklının alması mümkün değil. Tam da bu nedenle, toplum merkezli polislik (community policing) uygulamaları ile öğünen İngilizler, iş, sayıları 1.5 milyona varan Afrikalı topluluklar içerisindeki suçun önlenmesine gelince tıkanıp kalıyor.

Ne gariptir ki, Avrupalılar, kendilerini bu denli hayrete düşüren ve korkutan cadı avcılığına hiç de yabancı değiller. Sayıları yüz binleri, kimi araştırıcılara göre 9 milyonu bulan küçük, büyük, kadın ve erkeğin (ama daha çok kadının) cadı diye suçlanması, hatta Cadı Tokmağı adlı, Heinrich Kramer ve James Sprenger adlı Alman din adamlarının 1486’da kaleme aldıkları, bir anlamda cadıların muhakeme usullerini bir araya getiren ve delillerin nasıl toplanacağından yargılamanın ve infazın nasıl yapılacağına kadar her türlü ayrıntıyı içeren Malleus Maleficarum, sadece birkaç yüzyıl geride kaldı. O sıralarda Paris, Oxford, Cambridge, Salamanca, Lizbon, Padova, Napoli Üniversiteleri çoktan kurulmuştu. Rönesans başlamıştı. Gütenberg matbaayı bulmuştu. Kilise bütün gücüyle gündelik yaşamı etkiliyordu. Malleus Maleficarum, 300 yıl boyunca bir uygulama rehberi olarak kullanıldı.
Yazının Devamını Oku

Bir medya imparatorunun tartışmalı ölümü

9 Temmuz 2006
İspanyol arama kurtarma helikopterleri günboyu Kanarya Adaları etrafında dönüp durdu. Saatler 17.25’i gösterdiğinde, bir balıkçı teknesi sahil güvenliği aradı. Gran Canaria’nın 20 mil kadar güneybatısında yüzen bir cisim gördüğünü söyledi, koordinatlarını bildirdi. Az sonra, balıkadam Jose Francisco Perdoma, Puma helikopterin bir ileri bir geri sallanan çelik merdiveninin son basamağından kendini yavaşça Atlantik’in karanlık sularına bırakıyordu. Balıkçıların bildirdiği "yüzen cisim", görünmez bir çarmıha gerilmişçesine her iki kolu yana açık, bacakları bitişik, gözleri gökyüzüne dikili, ağzı burnu köpükle kaplı dev cüsseli bir adamdı. Sabahtan beri döne döne aradıkları, İngiliz medya imparatoru Robert Maxwell.

Yedi yaşına dek ayağına giyecek pabucu olmayan ve ailesinin hemen tamamını Nazi kamplarında yitirmiş Çekoslovakya doğumlu Jan Ludvik Hoch’un, Robert Maxwell adlı bir İngiliz subayı olarak, Normandiya kıyılarından Berlin’e dek Almanlara karşı savaştığı cephelerde, ona Şeref Madalyası aldıracak boyuttaki kahramanlıkları beni ilgilendirmiyor.

Alman Springer Verlag’ın İngiltere ve Amerika dağıtımcılığından yola çıkarak başlayan mesleki serüveninin İngiliz Daily Mirror’dan MTV’ye, onlarca yayın organını kapsayan dev bir imparatorluğa ulaşma biçiminin pek de yasal olmayan yollarını ve girdiği borç batağından kurtulabilmek için yaptıklarını bilsem de, pek önemsediğim söylenemez.

Promis adlı Amerikan menşeili bir güvenlik yazılımının - kullanıcıların ulaştığı bilgileri izleyebilme becerisi kazandırılmış versiyonunun - birçok ülke istihbarat örgütüne, bu arada KGB’ye satılmasına aracılık ettiği, böylelikle en azından Sovyetler’in dağılmasına katkıda bulunduğu iddiaları ilginç olsa da, uzmanlık alanımın dışında.

Hatta, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın bir ajanı olduğu, 10 Kasım 1991 günü, Kudüs Zeytin Dağı’ndaki cenaze töreninde Başbakan Şamir’in "İsrail için yaptıkları, burada söylenebileceklerden çok daha fazladır" şeklindeki sözlerinin bunu kanıtladığına ilişkin iddialar bile ilgimi çekmiyor.

Benim için önemli olan, 5 Kasım 1991 akşamı Atlantik sularından çıkartılan cesedi ve olay yeri ile ilgili yapılan ve (bilerek ya da bilmeyerek) yapılmayan incelemelere ek olarak, suda boğulma konusunda önyargılardan kurtulamayanlar yüzünden, ölümünün kaza mı, intihar mı, yoksa cinayet mi oluşunun aydınlatılamamış oluşu ve son tahlilde, "Robert Maxwell’i MOSSAD öldürdü" sonucuna nasıl gelindiği.

4.30’DA PİJAMASIYLA GÜVERTEDE

19 milyon dolarlık, 55 metre uzunluğunda, 4 katlı, 80 ton yakıt, 21 ton su kapasiteli, 500 ton ağırlığındaki megayat, 7 çocuğundan birinin adını taşıyordu: Lady Ghislaine. Robert Maxwell, planlananın aksine Londra’ya dönmekten vazgeçmişti. Madeira Adası’nın Funchal Körfezi’nden sıkılmıştı, Kanarya Adaları’na gitmek istedi. Nefes kesen güzellikteki koylarda çırılçıplak denize girerek, aşçı Robert Keating’in değme lüks lokantayı aratmayan lezzetteki yemeklerini tadıp, şampanya içerek ve çocukları, eşi, avukatı ve daha pek çok kişiyle durmadan telefonda konuşarak geçirdiği 3. günün, yani 4 Kasım’ı 5’ine bağlayan günün gecesinde, Gran Canaria Adası’na doğru 23-24 kilometre hızda yol alıyorlardı. Hava kapalıydı, yıldızlar gözükmüyordu, deniz durgundu. Maxwell, akşam yemeğini kaptan Gus Rankin ile birlikte içeride yemiş, kendi bölümüne çekilmişti. Sabah 4.30’da 2. makinist Leo Leonard, makine dairesinden yukarı çıkarken kıç güvertede Maxwell’i gördü. Üzerinde pijaması, denize sırtını dönmüş, korkuluklara dayanmış, öylece duruyordu. Odasındaki havalandırmanın az çalıştığından şikayetçiydi. Leo Leonard, Maxwell’i canlı olarak gören son kişi oldu. 4.45’te Maxwell yatak odasından köprüyü aradı. İkinci kaptan Mark Atkins’e odanın bu kez çok soğuduğunu söyledi. 9.30’da Los Cristianos körfezinde demir attıklarında, Maxwell henüz odasından çıkmamıştı. 10.30’da hálá ortada yoktu. Kaptan Gus Rankin, yanına ilkyardım işlerinden anlayan aşçı Keating’i de alarak Maxwell’in odasına geldiğinde saat 11.15 olmuştu. Kapılar kilitliydi. Kaptan elindeki master anahtarla kapıyı açtı. Robert Maxwell içeride yoktu. İspanyol Ulaştırma Bakanlığı Deniz Güvenliği Merkezi konudan ancak iki saat sonra haberdar oldu. Hemen ardından Reuters haber ajansı, medya imparatorunun Atlantik’te kaybolduğunu geçiyordu.

Las Palmas mezarlığının bitişiğindeki morgda, 68 yaşında, erkek, sünnetli, 130 kilo ağırlığında, 1 metre 90 santim boyundaki cenazenin başında iki adli tıp (Dr. Carlos Lopes de Lamela ile Dr. Luis Garcia Cohen) ve bir patoloji (Dr. Maria Ramos) uzmanıydılar. İngiltere’den bir meslektaşlarının otopsiye katılmasını önermişler, ancak Robert’in karısı Betty bu teklifi reddetmişti. Robert Yahudi’ydi. Vasiyeti üzerine, pazar günü Kudüs’te Zeytin Dağı’ndaki mezarlığa gömülecekti. Başka bir doktoru bekleyecek vakit yoktu.

KALP KRİZİ KANITLANAMADI

Otopsinin neden orada yapılıp da, teknik olanakları daha yüksek olan Adli Tıp Enstitüsü’ne götürülmediği ya da neden İngiliz polisinin soruşturmaya katkıda bulunmadığı uzun yıllar tartışıldı. 2004 Eylül’ünde, İngiliz Devlet Arşivi’nin o döneme ait gizli oturum tutanakları yayınlandığında, durum açıklığa kavuştu. John Major’un muhafazakar hükümetindeki birçok bakan, soruşturmaya müdahil olunduğu takdirde, iki ülkenin arasının açılabileceğinden kaygı duymuş, bu nedenle hiçbir aşamasına karışmama kararı alınmıştı.

Dr. de Lamela ve ekibine göre, Maxwell, ölümünden 30 yıl kadar önce bir akciğer ameliyatı geçirmiş ve sol akciğerinin bir bölümü alınmıştı. Düzenli biçimde onu izleyen bir doktoru yoktu, beslenmesi bozuktu, aşırı kiloluydu, 1982, 85 ve 88’de Nancy, Fransa’da yapılan analizlerinde kan oksijen düzeyleri normalin altında bulunmuştu. Kalbin 2 arterinden birinde yüzde 60, diğerinde yüzde 90’a varan daralma, sağ kalpte yetmezlik saptayan İspanyollar bu veriyi değerlendirdi. Ölüm nedenini suda boğulmaya değil, kendinde evvelce varolan kronik akciğer ve kalp yetmezliğine, çok sayıda damar daralması yüzünden, kalbe giden kanın oksijen eksikliğine bağladı. Ancak kalple ilgili bu durumu histopatolojik olarak kanıtlayamadı.

12 Aralık 1991’de bir basın toplantısı düzenleyen Dr. de Lamela, "Hücresel düzeyde kalp krizi bulgularının gözlenebilmesi için, kişi kriz geçirdikten sonra 2 saat yaşamalı. Bu durumda Maxwell, krizden hemen sonra suya düşmüş olmalı. Suda boğulma değil. Kanında herhangi bir ilaç, zehir, alkol bulamadık. Denize düştüğünde canlı mı, yoksa ölü mü olduğunu bilemiyoruz" şeklinde bir açıklama yapınca, İngiliz adli tıp uzmanları saldırıya geçti. Bunların en serti, Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı Dr. Bernard Knight’tan geldi, "Boğulduğunu kanıtlayamıyorlar, boğulmadığını da kanıtlayamıyorlar. Kalp krizi olduğunu kanıtlayamıyorlar. Kalp krizi olmadığını da kanıtlayamıyorlar. Sadece tahmin yürütüyorlar. Zaten İspanya, adli tıbbın en kötü olduğu Avrupa ülkesi. Bunu İspanya’da ölen vatandaşlarımızın eksik yapılan otopsilerinden biliyorduk" yorumunu yaptı.

SUDA BOĞULMANIN TANISI GÜÇTÜR

Aslında İspanyol meslektaşlarının adli tıp bilgisini eleştiren Dr. Bernard Knight pek haklı sayılmaz. Çünkü suda boğulma adli tıp açısından çözümü en güç konulardan biri. Bu, Prof. Dr. Şemsi Gök’ün artık klasikleşen Adli Tıp kitabından, yakın zamanda çok genç yaşta yitirdiğimiz Prof. Dr. Zeki Soysal ile Prof. Dr. Canser Çakalır’ın editörlüğünde hazırlanan Adli Tıp’ına, yerli, yabancı hemen hemen tüm ders kitaplarında kayıtlıdır. Hatta Melbourn Üniversitesi’nden Bowden, görgü tanıkları kişinin suda boğulduğunu söylemese, çıplak gözle yapılan incelemede boğulmanın işaretlerinin hiçbirinin görülemeyeceğine, bu nedenle otopsiyi yapanların yanılabileceğine dikkat çeker. Üstelik Knight, aynı sorunu kendi kitabında en az üç kez dile getirir. Ayrıca görgü tanıkları bulunmadığında, kişinin suya düşmeden mi yoksa suya düştükten sonra mı öldüğünün anlaşılmasının çok güç, hatta kimi zaman olanaksızlığından bahseden gene kendisidir. Bu görüşlerinin Robert Maxwell’in öldüğü yıl, yani 1991’de yayınlanan ve hızla standart ders kitabına dönüşen "Forensic Pathology"de yer aldığını söylemek gerek.

Sudan çıkartılan her cesedin ölüm nedeni, ağız ve burnun suyla kapanarak hava alınmasının engellenmesi ve suya battıktan sonra akciğerlere önemli miktarda suyun girmesi (aspirasyon), yani "gerçek boğulma" olmayabilir. Suya girmeden önce, girdikten sonra bir travma ya da doğal bir neden, ölümü meydana getirebilir. Soğuk suya girildiğinde istem dışı çalışan kas ve organların işlevlerini düzenleyen sinir sistemi merkezleri etkilenebilir, yine soğuk suyun vücut ısısını düşürmesine bağlı yan etkiler nedeniyle yaşam son bulabilir. Maxwell’in ölümünden bu yana geçen 15 yılda artan deneyime, gelişen biyolojik ve kimyasal inceleme yöntemlerine rağmen, ölüm nedeninin belirlenmesi hálá güçlüğünü korumaktadır. Kalp kanında stronsiyum, kalsiyum, sodyum, magnezyum, klorür analizi, kanda akciğere özgü fosfatidilkolin gibi bileşiklerin aranması güvenilir olmaktan uzaktır. Hatta açık denizlerdeki gerçek boğulmanın "altın standardı" olarak tanımlanan, organlarda ve olay yerinden alınan su örneklerinde, tek hücreli bir organizma olan diatomların varlığı bile, her zaman doğru sonuç vermez. (Yeri gelmişken belirtelim, İstanbul Üniversitesi’nden Dr. Coşkun Yorulmaz’ın 1996’da sunduğu adli tıp uzmanlık tezi diatomlarla ilgiliydi. Yorulmaz’ın bu alanda sürdürdüğü çalışmalara, pek çok yabancı araştırıcı atıfta bulunmaktadır.)

Bu nedenle, Maxwell’in ölümünü suda boğulmaya değil, kalp krizine bağlayan, ancak bunun suya düşmeden önce mi, yoksa içerisindeyken mi gerçekleştiğini ayıramayan İspanyollara yöneltilen eleştirilerin biraz acımasızca olduğuna inanıyorum.

Dr. de Lamela ve arkadaşlarının otopsi raporunda kayıtlı olmadığı halde, Robert Maxwell’in sağ kulağının arkasında bir iğne giriş deliğinin bulunduğu basında yer aldı. Kaynağı bulunamayan bu dedikodu, ister istemez, Maxwell’in biri ya da birilerinin saldırısına uğradığı, kulağının arkasına sinirleri felce uğratan zehirli bir madde enjekte edildiği, bunun sadece hava bile olabileceği iddia edildi. Gerçekten, sağ kulağın ardında yüzeysel bir çizik vardı. Alnında da benzeri bir çiziğe rastlanmıştı. Dr. Lamela bu çiziklerin, balıkadamın denizden çıkarma uğraşları sırasında gerçekleşmiş olabileceğini söylediyse de, komplo teorileri üretmek isteyenleri ikna edemedi. Borçlarını kapatacak parayı temin etmedikleri takdirde, kendileri için yaptığı hizmetleri basına açıklayacağı tehdidinde bulunmuş olabileceğini, MOSSAD’ın da onu bu nedenle ortadan kaldırdığı spekülasyonları hálá gündemde.

Dedikodulardan bir diğeri de, sudan çıkanın Maxwell olmadığıydı. Dr. Lamela, karısı ve oğlunun cenazeyi teşhis ettiğini, evvelce geçirilmiş ameliyat izleri, ayrıca kan grubunun tutması nedeniyle kuşkuya yer olmadığını ifade etse de, Maxwell’in dünyanın bir yerinde hálá hayatta olduğuna inananlar bulunuyor.

KAZA MI, İNTİHAR MI?

İspanya’da tahnitlenen Robert Maxwell’in cenazesi özel bir uçakla İsrail’e götürüldüğünde, bir kez de Tel Aviv Adli Tıp Enstitüsü’nde Dr. Yehuda Hiss başkanlığındaki 5 kişilik ekip tarafından otopsisi yapıldı. Salonda onlarla birlikte iki de İngiliz hekim vardı. Londra Guy Hastanesi Adli Tıp Bölümü Başkanı Dr. Iain West ve yine adli tıp uzmanı olan eşi Dr. Vesna West, Lloyd’s of London sigorta şirketinin bilirkişileriydiler. Maxwell, İspanyolların saptadığı biçimde ani bir kalp krizinden öldüyse, bir kazanın ya da bir cinayetin kurbanı ise eşine 39 milyon dolar tazminat ödenecek, evvelce geçirilmiş bir hastalık ya da intiharsa ödenmeyecekti.

Sağ kulağın arkasındaki çiziği onlar da gördü ve önemsemedi. İç organların büyük bölümü ilk otopside çıkarılmıştı, bu nedenle yeniden incelenmesi mümkün olmadı. Ancak, sol omuzun sırt tarafındaki kaslarda saptanan yırtılma, ölümden hemen önce olanların ilginç biçimde yorumlanmasına neden oldu. Hekimler bu bulguyu, suya düşmekte olan Maxwell’in can havliyle korkuluklara tutunma gayretine bağladı. Bunun kaza mı, birilerinin itmesiyle mi yoksa son anda intihardan vazgeçerken mi olduğu aydınlanmamakla birlikte, İsrailliler Maxwell’in kaza sonucu denize düşerek boğulduğunda hemfikirdi. (Maxwell, Lady Ghislaine yatı ile Türkiye’ye de gelmiş. Bu yata konuk olan dostlarla görüştüm. Güverte korkuluklarının, bu ağırlıkta ve boydaki bir kişinin kazaen aşağıya düşemeyeceği kadar yüksek olduğunu söylediler.)

Sigorta şirketinin bilirkişileri kalan organlardan parçalar alarak Londra’ya döndü ve bazı histopatolojik incelemeler yaptı. Maxwell’in bir kalp hastası olduğunu, ancak intihar ettiğine inandıklarını ve tıpkı çok yüksek binalardan atlayanlarda görüldüğü gibi, bir an için tek koluyla korkuluklara asılı kalması yüzünden sırt kaslarının yırtılmış olduğunu söylediler. Sigorta şirketi de 36 milyon doları ödemedi.
Yazının Devamını Oku