Sevil Atasoy

Fotoğrafa bakar bakmaz anlamıştı

24 Aralık 2006
1990 yılı temmuz ayı ortalarıydı. Mutfak masasına oturdu, kahvesini koydu, günlük gazeteleri önüne çekti ve her zamanki gibi önce cinayetleri aradı. "Kardeş kardeşi öldürdü" yazan, boynu bükük, işçi tulumlu, perişan görünümlü, safça bakan üç ihtiyarın fotoğrafı bulunan haberi, büyük bir dikkatle okudu. Kalktı, baroya telefon etti. Savunma avukatına ücretsiz danışmanlık yapabileceğini bildirdi. O güne değin 12 binden fazla otopsi gerçekleştirmiş, 25 bin raporun altına imza atmış doktor ve hukukçu Cyril Wecht’in burnuna, kahvenin güzelim tadını bastıran pis kokular geliyordu.

En küçüğü 59, en büyüğü 70 yaşındaki Ward kardeşler bekardı, ilkokulu bitirdikleri bile kuşkuluydu. Tepenin /images/100/0x0/55eb4249f018fbb8f8b594f4üzerinde, babalarından kalma dört gözlü çiftlik evinde birlikte yaşar, inek yetiştirir, günaşırı kapılarına gelen kooperatife süt satarak geçinir, sabahtan akşama tütün çiğner, Çarkıfelek’i seyretmeden yatmazlardı.

En yaşlıları Roscoe, hiç duymaz olmuştu. Zaten dik kafalının biriydi, buna sağırlığı eklenince tamamen içine kapanmıştı. Olur olmaz her şeye çocuk gibi gülen en küçükleri Delbert, dışarda kar yağsa "Hava 30 derecenin üzerinde" denmesine bile ses çıkarmayan, her şeyi onaylayan yumuşak başlı bir adamdı. Buna karşılık beline kadar uzanan sakalı ve kısacık boyuyla Lyman, öylesine sinirliydi ki, dert açmamak için, az konuşmaya çalışırdı. Hele yabancılarla, hiç konuşmazdı.

İşte bu yüzden, durmaksızın başının ve midesinin ağrıdığından, ayaklarının şiştiğinden yakınsa da, aralarında en güçlü kuvvetli olan, ayda bir yeşil traktöre binip, 70 kilometre ötedeki kasabaya alışverişe giden (zaten ondan başkasının ehliyeti yoktu), hesapları tutan, yemekleri pişiren ve sözü hep dinlenen Bill’di.

5 Haziran 1990, Ward kardeşler için sıradan bir gündü. Bill ve Delbert, 50 yıldır olduğu gibi aynı yatağa yattı, birbirlerine tatlı rüyalar diledi ve Bill, bir daha uyanmadı.

TELEFONCULUK OYUNU

Çiftliğe önce bir devriye otosu, sonra ambulans, sonra bir sürü başka polis ve tam 7.45’te de dedektif Killough ile birlikte bir doktor geldi. Üzerinde pijamaları, sağ yanına boylu boyunca uzanmış, gözleri ve ağzı hafif aralık Bill Ward’ı görüp, kardeşlerle birkaç dakika görüştükten sonra, otopsi yapılmasına karar verdiler.

New York eyaleti adli tabiplerinden Humphrey Germaniuk otopsiye başladığında saat 11 olmuştu. Doğal bir ölüme yol açabilecek değişiklikler saptayamayan, buna karşılılık gözlerde, ağızda ve soluk borusunda peteşi denen toplu iğne başı büyüklüğündeki kanama noktaları gören doktor, savcı Donald Cerio’ya ulaşıp, "Kesin ölüm nedenini henüz belirleyemedim. Havasızlığın ölüme yol açtığı bir cinayet bile olabilir. Dokuları inceleteceğim, alkol, uyutucu-uyuşturucu ve zehir aratacağım. Cenazeyi, pijamayı, fanilayı ve uzun donu mezarlık morguna gönderdim. Otopsi raporunu daha sonra vereceğim," dediğinde, saat 17’ye geliyordu.

Savcı Cerio, 10 dakika sonra müfettiş Lagatta’yı aradı ve sadece "Doktor Germaniuk ihtiyarın havasızlıktan öldüğünü ve boğulmuş olabileceğini düşünüyor" dedi. Müfettiş, hemen, çiftliğe en yakın karakola bilgi verdi: "Kardeşlerden biri ihtiyarın ağzını burnunu kapatarak öldürmüş." Tıpkı kulaktan kulağa oynanan telefonculuk oyunu gibi, ilk söylenen, sona ulaştığında tümüyle anlamını yitirmişti.

AĞABEYİMİ BEN BOĞDUM

İki saat geçmemişti ki, çok sayıda polis, çiftliği çevirmiş, kardeşleri devriye araçlarına bindirerek karakola götürmüş, sorguluyordu bile. Saat 23.30’a doğru en küçükleri, güleryüzlü, iyi huylu Delbert tutuklandı. Memur Eugene Rifenburg’a, ağabeyini öldürdüğünü itiraf etmişti. Daktilolanmış ifadesinde, yıllardır baş ağrısı, mide yanması ve ayak şişmesinden yakınan Bill’in acılarına son vermek için uyumasını beklediği, daha sonra sol yanına dönerek, ağzını, burnunu sağ eliyle kapattığı kayıtlıydı. "Okudum, anladım" yazısının hemen altını imzalamıştı.

Memur Rifenburg, kardeşlerin en yaşlısı ve sağırı Roscoe Ward ile hiç iletişim kuramadı. Lyman’ın ifadesine gelince, "Boğuldu" demişti. "Delbert boğmuş olabilir mi?" diye sorduğunda verdiği yanıt, tek kelimeydi: "Olabilir."

Durumdan haberdar edilen doktor Germaniuk, sabahı beklemeden çiftliğe gitti. Ne kadar çarşaf varsa topladı. Daha sonra, cenaze evine yollandı. Yaşlı adamın penisinden, anüsünden aldığı sürüntü örnekleri ve çamaşırlarıyla geri döndü. İki kardeşin aynı yatakta yattığını öğrenmişti ya, cinsel ilişkide bulunmuş olabilecekleri iddialarına karşı, önlem almak istemişti. Ofisine döndüğünde, histopatoloji ve toksikoloji raporlarını, sperm aranmasını beklemekten vazgeçti. Oturdu, raporunu tamamladı. Sonuç bölümüne "elle boğma sonucu havasızlıktan ölüm" diye yazdı ve rahat bir uyku uyudu.

SAVUNMANIN SİLAHLARI

Delbert, cinayeti kabullenmiş olsa da, 20 yıldır kardeşleri tanıyan emekli yargıç Harry Thurston kasabayı ayağa kaldırmış, tutuksuz yargılanması ve Bill’e yeniden otopsi yapılması için 900 imza toplamayı başarmıştı. Üç hafta kadar sonra Madison mahkemesi yargıcı O’Brien, 10 bin dolar kefalet karşılığı Delbert’i serbest bıraktı. Bayan Emilie Stilwell elde teneke kutu kapı kapı dolaşarak bu parayı topladı. Delbert evine döndü ve her zamanki gülümseyen haliyle, duruşma gününü beklemeye başladı.

Savcı Cerio’nun mezarı açtırıp, tekrar otopsi yaptırmaya niyeti yoktu ama, otopsi raporunu, tamamlanan histopatoloji ve toksikoloji bulgularını, çamaşırlardaki sperm lekelerinin ölenin kendisine ait olduğunu gösteren DNA sonuçlarını başka bir adli tabibe inceletmeden, iddianamesini hazırlamadı. Monroe adli tabibi Dr. Nicholas Forbes, meslektaşının kararına katıldı, otopsi eksiksizdi. Zehirlenme yoktu. Doğal ölüme yol açacak bulgu yoktu. Peteşiler, havasızlıktan boğulmanın işaretiydi. 19 Mart 1991’de savcı Cerio, Delbert’i ömür boyu hapis istemiyle büyük jürinin önüne çıkarttı.

Savunma avukatı Ralph Cognetti’nin, New York’lu özel dedektif Joseph Spadafore ve ABD’nin en ünlü patologlarından Pittsburgh’lu Cyril Wecht’ten yardım aldığını bilmiyordu.

Sıradışı bir doktorun ısrarı

Dr. Cyril Wecht sıradan birisi değildi. Binlerce otopsi yapmış, bir o kadar kez jüri önünde kararlarını savunmuş, son 30 yılda pek çok ünlü kişinin otopsi bulgularını yorumlayarak haftalarca, hatta yıllarca süren tartışmalara yol açmıştı. Yakışıklıydı, ses tonu etkileyiciydi, karmaşık konuları basit bir dille anlatmasını bilirdi, ikna yeteneği yüksekti, aynı zamanda hukukçuydu, sosyal yönleri güçlüydü ve TV kanallarının sevgilisiydi (Hukukçu oluşu ve medyayla sıcak ilişkileri dışında Cyril’i hep babam Prof. Dr. Şemsi Gök’e benzetmişimdir. Wecht’le son kez, 2002’de Atlanta’da karşılaştık. ABD Başkanı John F. Kennedy suikastinde iki silah kullanıldığına ilişkin görüşlerini paylaşmak istemişti.)

Güneşli bir mart sabahı Dr. Wecht, savcı Cerio’nun sorularını yanıtlamaya başladı. "Bill Ward, 64 yaşında, normal gelişmiş, iyi beslenmiş bir kişi. Peteşilerden başka bir bulgu yok" dedi. Ardından tahta-tebeşirle, bu küçük kanamaların nasıl oluştuğunu açıkladı. 10 dakika kadar sonra altısı kadın, altısı erkek, çiftçilik geçmişi bulunan, orta halli 12 jüri üyesi, peteşilerin, elle ağız ve burnun kapatılmasının önemli ve kesin bir kanıtı olmadığını, dolaşımdaki oksijen düzeyinin normalin altına düştüğünü göstermekten başka bir değeri bulunmadığını öğrenmişti.

Tam yemek sonrasıydı. Dr. Wecht, ölenin son yemeğinden bahsetmeye başladı. "Ward kardeşler o akşam bol miktarda ve sadece istiridye yedikten hemen sonra yatmışlar. Ağzı burnu kapatılan bir kişi boğulmamak için büyük çaba gösterir. Bu sırada, midedeki yemeğin geri gelmesine sıklıkla rastlanır. Otopsi raporuna göre ne yemek borusu, ne soluk borusu, ne de ağızda istiridye kalıntısına rastlanmış. Size garip gelmiyor mu?" diye sordu ve çantasından birer birer çıkarttığı, elle ağzı-burnu kapatılarak canı alınanların, kırmızısı ağır basan otopsi fotoğraflarını göstermeye başladı. Zaten yemek sonrasıydı, fotoğraflar mide bulandırıcıydı, jüri üyeleri gözlerini kaçırdı, duruşmaya ara verildi.

CİNAYET DEĞİL DOĞAL ÖLÜM

Ertesi sabah, Dr. Wecht bir adım daha ileri gitti. "Bill Ward sakat değildi, madde etkisinde değildi. Delbert ondan ufak tefekti. Nefes alması engellenirken nasıl olur da hiç direnç göstermedi? Ayrıca ağız ve burnun zorla kapatılmasında, genellikle bu boşluklarda kanama olur. Otopsi raporuna göre ne boğuşma olmuş, ne de ağzında, burnunda kan var. Bu durum bana garip geliyor" dedi.

"O zaman Bill Ward nasıl öldü?" diye sordu savcı. "Kalbi 420 gram, bu yaş ve kilodaki birinin ortalama kalp ağırlığından 100 gram fazla. Kalbi besleyen damarlarda daralma var. Sağ akciğerinin ağırlığı, solun iki katı, kalbe gelen kanı akciğerlere götüren damarlarda sertlik var. Dalağı, karaciğeri normalden büyük. Bütün bunlar konjestif kalp yetmezliğini gösterir. Durmaksızın yakındığı baş ve mide ağrıları, ayaklarının şişmesi de bu yüzden. Ani kalp durmalarında semen fışkırabilir. Çamaşırlarındaki spermin nedeni de bu," yanıtını aldı.

BAĞIRANLAR BAYILANLAR

Savcı Cerio, avukat Cognetti, Dr. Germaniuk ve Dr. Wecht arasındaki tartışmalar günlerce sürdü. Savcı, dönüp dönüp, sanığın cinayeti üstlendiğine, kardeşlerden Lyman’ın bunu onayladığına değiniyor, iki hekimin anlaşılmaz tıbbi terimlerle dolu ve giderek bilimsellikten uzaklaşıp hakaretler içermeye başlayan tartışmalarına son vermeye çalışıyordu.

Bir süre sonra Dr. Wecht, meslektaşının cehaletini bir yana bırakıp, savcıya yöneldi ve onu -nezaket kurallarını hayli aşan bir dille- polis yanlısı olmakla suçlamaya başladı. Savcının aynı uslupla karşı çıkışlarına, avukatın ikide bir duyulan "itiraz ediyorum"ları eklenince, tanık sandalyesinde oturan kardeş Lyman fenalık geçirdi, başüstü yere devrildi. Jüri üyeleri de dahil herkes ayaklandı, bağırıp çağırmaya başladı. Zaten günlerdir çekiciyle kürsüsüne vurarak tarafları edepli olmaya davet etmekten yorulan yargıç William O’Brien, çirkin iddialarını kanıtlayamadığı takdirde Dr. Wecht hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyledi ve salonun boşaltılmasını emretti.

SONU DEĞİŞTİREN İKİ BELGE

Aslında adli dosyada, daha soruşturma safhasında klinik psikolog Dr. Anthony Blumetti’nin verdiği, ancak hiç gözönüne alınmamış bir rapor vardı. Delbert’in IQ değerinin 69 olduğu, "eğitilebilir zeka geriliği"nin bulunduğu, sosyal becerileri sınırlı, içe kapanık, heyecanlarını bastırmış, şiddetle yumuşaklık arasında bocalayan şizoid kişiliği nedeniyle, sorgusunda söylenen her şeyi kabul edebileceği, ayrıca okur yazar olmadığı kayıtlıydı.

Öte yandan özel dedektif Joseph Spadafore, olayın hemen ardından Delbert’i sorgulayan, ifadesini imzalatan, ancak hiçbir görüşmeyi kayda almayan memur Eugene Rifenburg’un, Ward kardeşlerin çiftliğini, değerinin çok altında bir fiyata satın almaya çalıştığını, ölenin bunu kabul etmediğini ortaya çıkartmıştı.

Nisan başında, Dr. Wecht, bu iki bilgiyi birleştirdi ve polisin geri zekalı, söylenen her şeyi kabullenen zavallı bir köylüyü nasıl kandırabileceğini, ses kaydı yapılmadığından aralarında neler görüşüldüğünün bilinemeyeceğini anlattı.

6 Nisan 1991 sabahı doktor, mutfak masasına oturdu. Gazeteleri önüne çekti. Temiz pak elbiseleri, başlarında kasketleri, yan yana duran ve gülümseyerek bakan üç ihtiyarın fotoğrafını gördü. Kahvenin kokusu harikaydı. Jüri, Delbert Ward’ı suçsuz bulmuştu.

ÖZEL DEDEKTİFLE GÖRÜŞTÜM

Birkaç gün önce, savunmanın tuttuğu dedektif Joseph Spadafore’la telefonda konuştum. Kendisi, halen New York’taki özel bir dedektiflik şirketinin sahibi. Delbert’in üç yıl önce öldüğünü, çiftliği artık süt kooperatifinin işlettiğini anlattı. Davanın hemen ardından, polis Rifenburg erken emekli edilmiş, yargıç O’Brien’ın görev yeri değiştirilmiş, ancak en önemlisi, New York Polis Akademisi ders müfredatına, zeka geriliği bulunan tanıklarla görüşme dersi eklenmiş, bu amaçla hálá, aynen yürürlükte olan bir yönetmelik çıkartılmış ve o gün bugündür polisin yaptığı, telefon dahil, tüm görüşmeler, zorunlu şekilde, teyp ya da videoyla kayda alınıyormuş. Bir uzmanın dikkatini çeken haber fotoğrafının neleri değiştirebileceğini görüyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

İnternette çocuk pornografisi

17 Aralık 2006
Hastaların altını temizlemek ve pansumanları değiştirmekle zengin olamayacağı ortadaydı. En iyisi, pornografi işine girmekti. Hatta, çocuk pornografisi daha iyiydi. İnternet üzerinden çocuk pornografisi pazarlamak ise, hepsinden iyiydi. İşte bu nedenle Teksaslı Thomas Reedy, sağlık memuru olmaktan vazgeçti ve 1990’ların ortasında internete erişim sağlayan Landslide Production adlı şirketi kurdu. Hastabakıcı kalsaydı eğer, elbette milyoner olamayacaktı. Ama 1335 yıl hapis cezası da almayacaktı.

Her şey yolunda gidiyordu. Birileri, Landslide’dan web alanı satın alıyor, kendi sitesini oluşturuyor, buraya çocukların yer aldığı pornografik fotoğrafları yüklüyordu. Şirkete ayda 29.95 dolar abonelik ücreti ödeyenler bu fotoğrafları görebiliyor, hatta kendi bilgisayarına indirebiliyordu. Fotoğraf gönderenlerle fotoğraf seyredenler, ücretleri ya internet üzerinden kredi kartıyla ya da şirketin adresine gönderdikleri çeklerle ödüyorlardı. Thomas Reedy, iki yıl içinde, Landslide üzerinde kurulan 300’e yakın site sayesinde 10 milyon dolar kazandı. Her şey aynen sürecek gibiydi. 1999 Nisan’ında, posta denetleme memuru Robert Adams şüpheleninceye kadar. Son bir haftadır, aynı şirketin posta kutusuna Rusya’dan gelen 22. mektuptu. "Bu işte bir bit yeniği var" dedi ve durumu dedektif Steven Nelson’a bildirdi.

SERVİS SAĞLAYICIYA 1335 YIL HAPİS

Soruşturma, "Kayıp ve İstismara Uğrayan Çocuklar Şikayet Merkezi"ne değişik ülkelerden gönderilen Landslide hakkındaki 270 şikayet ile birleştirildiğinde, durum aydınlanmaya başladı. Reedy’nin banka hesabına son ay yatan 1.4 milyon dolar, her biri 150 bin dolarlık iki spor Mercedes, yarım milyonluk villa, savcı Terry Moore’un şirketin ve köşkün aranmasına izin vermesi için yetip artmıştı.

"Çığ Operasyonu" (Operation Avalanche) 8 Eylül 1999’da başladı. Reedy’nin şirketini ve evini arayan bilgisayar uzmanı 45 polis, el koydukları onlarca bilgisayarı inceledi ve fotoğraf yükleyenlerin genelde Rusya ve Endonezya’dan, bunları seyretmek üzere abonelik ücreti yatıranların da 60 ayrı ülkeden olduğunu saptadı. Reedy, çocuk pornografisi bulundurmak ve yaymaktan yargı önüne çıkartıldı. 2001’de 1335 yıl hapis cezasına çarptırıldıysa da, fotoğrafların üretimine katkısı olmadığı göz önüne alınarak cezası 135 yıla indirildi. Tüm mal varlığı ve banka hesaplarına el kondu, sağlanan gelir, kayıp ve istismara uğrayan çocuklarla ilgili devlet kuruluşları arasında paylaştırıldı.

300 BİN PORNOCUDAN 120’Sİ TUTUKLANABİLDİ

Teksas polisi, kredi kartı numaralarından yola çıkarak, 300 binden fazla abonenin adresini saptadı. Ancak, listede yer alan 35 bin Amerikalıdan sadece 120’sini tutuklayabildi. Çünkü kredi kartlarının yüzde 66’sı, konuyla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan kişilere aitti, bir biçimde pornocular tarafından ele geçirilip kullanılmıştı.

İngiliz polisi ise, aynı listedeki tek bir adresten yola çıkarak başlattığı "Cevher Operasyonu" nda (Operation Ore) 3500 kişiyi tutukladı, 1230’unu mahkum ettirdi. Bu kişilerin önemli bir bölümü kredi kartı numaralarının çalındığını kanıtladılar, serbest kaldılar, tazminat davaları açtılar. Aralarında, haksız yere üzerlerine atılan bu suçun ağırlığını kaldıramayıp, intihar edenler oldu.

50 kadar ülkede ise, hiç tutuklama olmadı. Çünkü 1996 Ekim’inde Antalya’da gerçekleştirilen Interpol’ün 65. Genel Kurulu’nun tavsiye kararlarına rağmen, yasal düzenlemeler tamamlanmamış, internet çocuk pornografisinin izini sürebilecek polisler yetişmemişti. Kısacası, 300 bin çocuk pornocusunun büyük bölümü internette gezinmeyi sürdürüyor ve çocukları avlıyor.

12 ülkeden 180 üyesi bulunan Harikalar Kulübü’nü çökerten Katedral Operasyonu’nda 1263 çocuğa ait 750 bin fotoğraf ve 1800 video filmi ele geçmişti. Fotoğraflardaki çocukların tamamı 16 yaşından küçüktü. Hatta biri üç aylıktı. Sadece 17’sinin kimlikleri belirlenebildi. Geriye kalan 1246’sı hakkında hiçbir şey bilinmiyor.

TEKNOLOJİK GELİŞMENİN ÖNEMLİ BİR YAN ETKİSİ

1980 öncesi çocuk pornografisi, az sayıda meraklının, az sayıdaki fotoğraf ve filmi paylaştığı parasız bir etkinlikti. Anonim kalmak istediklerinden, para ödemekten ve tahsil etmekten korktular. Dijital fotoğraf ve film makineleri fotoğraf üretimini, internet bunların paylaşımını, kredi kartları da ödemeyi kolaylaştırdı. 1990’lara gelindiğinde, çocuk pornografisi, artık uluslararası boyutta ve çok kazanç sağlayan bir ticarete dönüşmüştü.

Bazı sitelere ulaşmak için para ödemek yetmiyordu. Fotoğraf görebilmek için, fotoğraf yüklemek gerekiyordu. Örneğin, Harikalar Diyarı’na üye olmak için 10 bin fotoğraf göndermek şarttı. İnternet, sadece pornografik malzemeyi görmekle yetinen pasif seyircileri, çocukları kandıran, kaçıran, tecavüz eden, hatta öldüren aktif suçlulara dönüştürdü. Bilgisayarların ucuzlaması, kullanımının kolaylaşması, eğitim ve eğlencenin en önemli desteğine dönüşmesiyle birlikte, dünyanın dört bir yanında milyonlarca çocuk, ekranlara kitlendi ve çocuk pornografisi üretmek isteyenler, internet sayesinde kurbanlarına kolayca ulaşacakları, hatta web-kameraları aracılığıyla, binlerce kilometre ötedeki bir çocuğun çıplak fotoğraf ve filmlerini bile çekebildikleri bir ortama kavuştu. Okul çıkışlarında, oyun parklarında, havuz kenarlarında kurban aramak geçmişte kalmıştı. Artık çocuklar chat odalarında, kısa mesajlar ve e-postalarla kandırılıyordu.

Cep telefonları, internet üzerinden fotoğraf ve video aktarımını sağladığında, küçüklerin yer aldığı pornografik malzeme üretiminde kullanılmaya başlandı. Bilişim ve iletişim teknolojisindeki akıl almaz gelişmeler, bir yandan hayatı kolaylaştırıyordu ama, en değerli varlıklarımızı tehdit eder hale gelmişti.

Türkiye’deki pornocular

Landmark Operasyonu, Türkiye açısından ayrı bir önem taşır. Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Güney Kore, Portekiz, Rusya, Tayvan ve Yeni Zelanda’dan fotoğraf yükleyen, dağıtan ve seyreden 10 bin kişi arasında, rehber öğretmen Özgen İmamoğlu’nun da bulunduğu ortaya çıkmıştı. 2001 yılı sonunda Bursa polisi, İmamoğlu’nun evinde ele geçen fotoğraflardaki beş çocuğun kimliğini belirleyebildi. Bu yılki bir diğer çokuluslu operasyon kapsamında ulaşılan Kanada uyruklu öğretmen Claude Fortin ile olayın Türkiye’deki boyutu tartışılmaya başlandı ve Türklerin internet sitelerinde en fazla dolaşan millet olduğu, Adanalıların birinci sırada yer aldığı öne sürüldü.

Bu yargıya varılmasının nedeni, Google arama motorunun trend bölümünde "child porn" (çocuk pornosu) sözcükleri ile yapılan tarama. Halbuki site sahipleri, Google Trend’in bir laboratuvar çalışması olduğunu ve verilere kesinlikle güvenilmemesi gerektiğini belirtiyor. Benzeri garipliklerden Avustralyalılar da şikayetçi. Google Trend’in tartışma grubuna 9 Kasım 2006 tarihinde mesaj gönderen bir internet kullanıcısı, yaptığı her aramada, kendi ülkesiyle ilgili kent sıralamalarının ilk sırasında rastlanan Cranbourne’un, aslında bir kent olmadığını, Melbourne’un güneydoğusundaki bu yerde, büyük bir olasılıkla bilgisayar klavyesine erişimi bile olmayan yedi kadar bahçıvandan başka kimsenin yaşamadığını belirtiyor. Bu nedenle, Türkiye kullanıcısının çocuk pornografisi konusunda dünya şampiyonu olduğu iddialarına rağbet etmemek gerektiğini düşünüyorum.

Hafiye aileler değil, hafiye çocuklar

Çocuk pornografisiyle mücadele için, bilgisayarları kaldırıp atmak ya da cep telefonlarını ellerinden almak, "Eğitim meselesini çözemiyorsak, okulları kapatalım" diyen zihniyetten farksız. Çocuklarımız bilgisayar başındayken yanı başlarında nöbet tutmak, bilgisayarı salona taşımak ya da bilgisayarında olan biteni araştırmak, onlara güvenmediğimizin açık bir kanıtı. Güvensizlik, iletişim kanallarını kapatır, bizi birbirimizden uzaklaştırır. Sonuçta, onları, tek başına ve korumasız bırakırız. Bu nedenle, Başbakanlık, Microsoft ve UNICEF’in işbirliğiyle başlatılan kampanyanın yaklaşımını doğru bulmuyorum. Çünkü "adeta birer internet kurduna dönüştürülecek anne ve babaların hafiye gibi çocuklarını izlemeleri, kimlerle buluşup, hangi sitelere girdiği, neler yaptığını gözlemesi" gibi hedeflere sahip kampanya "Evinizdeki internetin hafiyesi olun" sloganıyla özetleniyor. Halbuki hafiyeye dönüştürülmesi gereken, aileler değil, çocukların ta kendisidir. Ayrıca, internete ulaşmak için, artık ev dışında çok sayıda başka olanak var.

Kampanyanın destekçileri arasında emniyet birimleri sayılmıyor. Uyuşturucu talebiyle mücadeleden farklı olarak, dünyanın her yerinde, internet pornografisiyle mücadelenin vazgeçilmez ortağı emniyet birimleridir. Konu hakkında herkesten daha fazla bilgisi bulunan polis ve jandarmanın neden bu proje içerisinde yer almadığını anlayamadım.

12 Aralık 2006 günü Alanya Belediye Meclisi, (kendi ifadeleriyle) "Öğrencileri internet kafelerdeki kötü alışkanlıklardan korumak için" karar alarak, aileleri yanlarında olmadan, öğrencilerin okul kıyafetleriyle, okul saatlerinde internet kafelere girmesini yasakladı. Unutmayalım ki, çocuk dediğimiz 18 yaşından küçük herkestir ve çocuk pornografisi bu yaşın altındaki kız ve erkekleri kapsar. Okula gitmeyen milyonlarca çocuğumuz ne olacak?

Çocuk pornografisi açısından internetin asıl tehlikesi, çocukların bu görüntülerle karşılaşmasının çok ötesinde, bu görüntülere malzeme olmasında yatar. İnternetteki pedofillerin kimliklerini gizlediklerini, bir çocuk ya da genç gibi davranarak arkadaşlıklar kurduklarını biliyoruz. Çocuklara, esas bunun öğretilmesi gerekir.

Çocuk pornografisi nedir

Çocuk pornografisinin tanımı ülkeden ülkeye değişir. Büyük bir bölümü, belirli yaşın altındaki gerçek çocuklarla cinsel eylemleri bu kapsamda değerlendirirken, bir bölümü daha da ileriye giderek, belli bir yaşın altındakilerin, sadece erotik bir pozda ya da cinsel eylem sırasında değil, her türlü çıplak görünümünü yasaklar. Kimi ülkeler için, resimler, çizimler, bilgisayar programlarıyla oluşturulan sanal görüntüler bile bu kapsamda değerlendirilir. Örneğin Japon çizgi romanı manga stilinde çizilmiş, cinsellik içeren çocuksu tipler lolikon (kız) ve şotakonların (erkek) yer aldığı grafik ürünler ve videolar, Kanada, İsveç, Norveç ve Güney Afrika’da yasaktır. Öte yandan bazı ülkelerin yasaları, sadece görsel malzemeleri değil, yazılı belgeleri de çocuk pornografisi olarak tanımlar. (Türk Ceza Kanunu’nda çocuk pornografisiyle ilgili özel bir düzenleme olmayıp, "müstehcenlik" kapsamında değerlendirilmektedir.)

Sanat değeri bulunan ürünler, genellikle çocuk pornografisi kabul edilmemekle birlikte, istisnaları da bulunur. Örneğin 1978’de, Cannes’da Altın Palmiye ödülüne layık görülen, Nobel ödüllü yazar Günter Grass’ın aynı adlı romanına dayanan "Teneke Trampet" filmi, büyümek istemeyen çocuğu oynayan aktörün cinsellik içeren sahneleri nedeniyle, Kanada’da ve bazı ABD eyaletlerinde yasaklanmış, filmin kopyasını bulunduranlar cezalandırılmıştı. Benzer şekilde, David Hamilton da dahil olmak üzere pek çok ünlünün çektiği çıplak çocuk fotoğraflarının, pornografik kabul edilerek satışının engellendiğini biliyoruz.

Pornocular nasıl yakalanıyor

Son yıllarda, polislerin internette çocuk pornografisiyle mücadelede başarısı çok arttı. Örneğin, internet sitelerinin önemli bir bölümünün arkasında, artık polisler var. Bir diğer deyişle, siteler birer tuzak. Kullanılan bir diğer yöntem, polislerin çocuk rolü yaparak internet chat odalarına girmesi ve kurban arayanların karşısına çıkması. Elbette hedefleri bir buluşmaya ikna edebilmek. Bu çerçevede dünyanın dört bir yanındaki servis sağlayıcıları ve binlerce gönüllü, polisle işbirliği yapıyor ve internetteki pedofillerin yakalanmasına yardımcı oluyor.

Milyonlarca görüntüyü saniyeler içinde tarayarak belli bir çocuğun resmini bulabilen ya da elektronik yazışmalarda yer alan, konuyla ilgili belli anahtar sözcükleri yakalayan yazılım programları, ayrıca Interpol ve FBI bünyesinde oluşturulan kayıp, çalıntı, kimsesiz çocuk fotoğraflarını içeren veri tabanları, iz sürmeyi kolaylaştıran yeni gelişmeler.

Öte yandan "Fotoğrafları ben çekmedim, internetten indirdim" şeklindeki savunmalar da, artık pek işe yaramıyor. Çünkü dijital fotoğrafların elektronik "parmakizi"yle, şüphelinin evindeki fotoğraf makinesinin parmakizini karşılaştırmak mümkün ve tıpkı "Bu mermi, bu silahtan atılmış" dercesine, "Bu fotoğraf, bu makine ya da cep telefonuyla çekilmiş" denebiliyor.

Tabii bu arada, yaşın yanında kurunun da yandığını ve pedofiliyle ilgisi olmadığı halde, medyada çıkan haberler yüzünden, konuyu merak ederek sitelere girenlerin de soruşturmalara uğradığını bilmekte ve dikkatli olmakta fayda var.
Yazının Devamını Oku

Bond filmlerine yaraşır bir suikast

10 Aralık 2006
Şimdilerde, erkekleri pedofiliyle suçlamak pek revaçta. Öğretmeni, papazı, milletvekilini hedeflerseniz pek mesele yok da, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e çamur atarken biraz temkinli davranmakta fayda var. Yoksa kanıtlamaya fırsatınız kalmadan, tarihin en şık suikastlarından birinin kurbanı olduğunuz bile iddia edilebilir. Tıpkı Bay Aleksander Litvinenko gibi.

Kanatları sarı ve pembe iki kocaman kelebek resminin süslediği, ışıl ışıl cam vitrinli Itsu suşi barının cephesi, artık boydan boya koyu gri bir levhayla kaplı ve önünde tepeden tırnağa kapkara giyinmiş iki İngiliz polisi devriye geziyor. Japonya dışındaki en ünlü Japon lokantalarından Itsu’nun, Londra’nın göbeğindeki, Piccadilly Caddesi numara 167’deki şubesi, 24 Kasım 2006 Cuma akşamı, içerideki masa örtülerine varıncaya dek her şeyi, iki kişinin ancak kaldırabildiği aluminyum sandıklara tıka basa dolduran olay yeri inceleme ekiplerinin işi bittikten sonra, mühürlendi. Daha birkaç gün önce maki, nigiri, saşimi ve modern Japon mutfağının lezzetlerini sıralayan mönünün asılı olduğu yerde, müdür Graham Shear imzalı bir özür mektubu duruyor. "Rusya ve KGB ile ilgili mesele yüzünden yürütülen Scotland Yard soruşturması kapsamında kapalıyız."

Müdürün "mesele" dediği olay, bugüne değin görülmemiş özellikte bir zehirlenme. 1 Kasım günü aniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan ve üç hafta içinde son nefesini veren eski Rus gizli servis ajanı Aleksander Litvinenko’nun idrarında, radyoaktif özellikte polonyum 210 bulundu ve Itsu Suşi, ajanın son gittiği yerlerden biri olduğu için soruşturmanın odağında.

ZEHİRLE İŞLENEN CİNAYET

"Su bile zehirdir, önemli olan dozdur" desek de, yiyecek ve içeceklere katılarak insanları öldüren maddelerin sayısı 200’ü bulmaz. Bunların bazıları, doğal bir ölümle karıştırılabilecek ani etkiler gösterir. Örneğin, son James Bond filmi Casino Royal’de, poker oynayan kahramanın içkisine katılan bir madde kalbini durdurmuş, cildinin altına yerleştirilmiş bir mikroçip sayesinde, bağlı bulunduğu İngiliz istihbarat örgütü MI6, maddenin digitalis olduğunu saptayarak ajanını kurtarmıştı. (Sadece 33 gün papalık yapabilen I. John Paul’ün kalp krizini de digitalis zehirlenmesine bağlayan komplo teorisyenleri vardır). Ancak, gerçek hayat hiç böyle değil. Kullanılan madde, alışıla gelmişlerden çok farklıysa, ne olduğu kolay anlaşılamıyor. Litvinenko gibi bir rejim muhalifi Bulgar Georgi Markov’un, 1978’de Londra’daki ani ölümüne, bir KGB ajanının şemsiyesiyle fırlattığı bilyedeki risin’in yol açtığı, otopsiyle ve tamamen rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı. (Bkz. S. Atasoy, Labirent, Doğan Kitap, Neredeyse Kusursuz bir Cinayet, sayfa 116). Zehirle öldürülmeye çalışılan kurbanlar arasında şanslı olanlar da var. Örneğin Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Andriyoviç Yuşçenko. Yuşçenko ile Litvinenko arasında ilginç bir ortaklık var. Çünkü, birini yaşama döndürenle, ikincisinin kurtarılamamasından sorumlu tutulan, aynı kişi.

UZAKTAN TANI KOYAN TOKSİKOLOG

Londra’nın St. Mary hastanesi, tıbbın gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Penisilin burada keşfedilmiş, eroin burada sentezlenmiştir. Birkaç yıldır hastanenin ünü, toksikoloji uzmanı John Henry sayesinde farklı bir boyuta taşındı. Hatırlarsanız, Ukrayna başkanlık seçimlerine adaylığını koyan, Rusya muhalifi, Avrupa Birliği ve NATO yanlısı Viktor Yuşçenko, 6 Eylül 2004 gecesi, Ukranya gizli servis üyelerinin de bulunduğu bir ev yemeğinden sonra, aniden fenalaşarak Viyana’daki Rudolfinerhaus kliniğine götürülmüştü. Yuşçenko’nun sararmış, şişmiş ve çiçek bozukları dolu yüzünü televizyon ekranından gören John Henry, bu duruma, Avusturyalı doktorların sandığı gibi bir virüsün değil, dioksin adlı zehirli maddenin yol açtığını ilk söyleyen kişidir.

11 Aralık’ta Avusturyalılar, başkan adayının dioksin ile zehirlendiğini kabul etti. Genç adamın böbreğine, karaciğerine, pankreasına zarar verenlerin ve yüzünü tanınmaz halde getirenlerin kimler olabileceğine dair pek çok komplo teorisi öne sürülmekle birlikte, en revaçta olanı, suikastı eski KGB ajanlarının düzenlediğidir. Yuşçenko, başkan seçildi, ancak kendisini kimin ya da kimlerin öldürmeye kalktığı hálá anlaşılamadı.

John Henry, iki yıl sonra Rusya bağlantılı komplo teorilerine, Aleksander Litvinenko’nun aniden başlayan rahatsızlığıyla yeniden bulaştı. Ancak bu kez pek başarılı olduğu söylenemez. Litvinenko’yu görmeden, karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal ve saç dökülmesine, fare zehri talyumun yol açmış olabileceğini öne sürdü. Hatta bu görüşünü bir basın toplantısında dile getirdi. Bu acelecilik, Litvinenko’nun yatırıldığı ve John Henry’nin uzun yıllar zehir merkezini yönettiği Londra Üniversitesi hastanesinde, üç hafta boyunca talyum zehirlenmesi tedavisi uygulanmasına, gerçek zehrin radyoaktif polonyum 210 olduğunun ise, ancak ölümünden iki gün önce anlaşılabilmesine yol açmıştır.

Elde yeterli ve güvenilir veri bulunmadan yorum yapmaktan kaçınılması gerektiğini, bu spekülasyonların özellikle basınla paylaşılmamasını söyler dururum. John Henry’nin bu davranışının Litvinenko’nun hayatına mal olduğunu iddia etmek acımasızlık olur, ancak polis soruşturmasını yanlış yönlendirdiği ve haftalar boyu polonyum yerine talyum kaynaklarının peşine düşülerek vakit kaybedilmesine neden olduğu kesin.

Eski Rus casusu kim öldürmüş olabilir

Aleksander Litvinenko, Sovyet KGB’sinin uzantısı Rus gizli servisi FSB’de yarbaylığa kadar yükselmiş bir asker. Ülkesinin değişik yerlerindeki terör olaylarını servisin düzenleyip Müslüman Çeçenlerin üzerine attığını, kendisinin de milyarder işadamı Boris Berezovski’yi öldürmekle görevlendirildiğini iddia etmeye başladıktan sonra, Türkiye üzerinden İngiltere’ye kaçmıştı. Londra’da komşusu olan eski Çeçen dışişleri bakanı Ahmet Zakayev’e hayranlığını, ölümünden birkaç gün önce Müslümanlığı kabul ederek kanıtlamaya çalıştı. Güvenlik önlemleri altında yapılan otopsiden sonra özel bir tabutta ailesine teslim edilen cenazesi, 7 Aralık’ta Londra Regent’s Park Camii’nden kaldırılsa da, radyasyon tehlikesi nedeniyle İslami gereklerin yerine getirilmesi mümkün olmadı.

"Rusya’yı Havaya Uçurmak: İçerden Terör" adlı kitabıyla Çeçenleri savunmaya çalışan Litvinenko’nun Putin aleyhtarlığı öylesine ileri boyutlardaydı ki, ölümünden dört ay önceki makalesinde, onu çocuklara düşkün olmakla suçlamıştı. "Kremlin’deki Pedofil" adlı yazısında, Putin’in sokakta karşılaştığı 4-5 yaşındaki bir erkek çocuğun fanilasını kaldırarak karnını öptüğünü gösteren bir fotoğraftan yola çıkmış, onu Rus seri katil Andrey Çikatillo’ya benzetmiş, hatta FSB’nin elinde, Moskova’nın Polyanka Sokağı’ndaki bir dairede çekilmiş, küçük erkek çocuklarla birlikte olduğunu gösterir video kasetlerinin bulunduğunu dahi ileri sürmüştü.

Litvinenko pedofili iddialarına, biri emekli FSB başkanı, diğeri bir gazete editörü iki kişiyi tanık göstermişti. (Başkan, 2005 Nisan’ında bir suikasta kurban gitti, editör bir uçak kazasında öldü). Bütün bunlar, Litvinenko’nun Putin’in bilgisi dahilinde ya da dışında, emekli KGB ya da yeni FSB ajanları tarafından öldürülmüş olabileceği kuşkusunu uyandırsa da, akla yatan başka olasılıklar da var.

Örneğin, İngiltere’ye iltica etmiş ve sıkı bir Putin aleyhtarı milyarder Rus işadamı Boris Berezovski’nin, suçu Putin’in üzerine atabilmek amacıyla, ölüm emrini vermiş olması da mümkün. Nitekim Litvinenko’nun zehirlendiği 1 Kasım 2006’da, üç saate yakın bir süre kaldığı Berezovski’nin Down Sokağı’ndaki ofisinde de polonyum 210 radyoaktivitesinin bulunması, Litvinenko’nun orada zehirlenmiş olabileceğini düşündürüyor. Ancak, Itsu suşi bar da dahil olmak üzere, Londra’nın bir düzine yerinde, Moskova-Londra seferini yapan British Airways uçaklarında, gizli servisten eski bir arkadaşının 25 Ekim tarihinde giriş yaptığı bir otelde, ayrıca Moskova’daki İngiliz büyükelçiliğinde radyasyona rastlanması işleri bir hayli karıştırıyor.

Öte yandan, ölümünden üç gün önce kaleme aldığı "Ölüm meleğinin kanat çırpışlarını duyuyorum. Bacaklarım yeterince hızlı koşamıyor" dediği vasiyetnamesinin yarısı, Putin’e serzenişler içeriyor ve "Tanrı seni affetsin. Sadece bana yaptıkların için değil, sevgili Rusya ve halkımıza yaptıkların için de affetsin" diye bitiyor. Sabit fikir haline dönüşmüş nefreti, ölümünden mutlaka Putin’in sorumlu tutulacağı düşüncesine, bu da, Litvinenko’nun Putin’e zarar verebilmek amacıyla kendisini öldürmesine yol açmış olamaz mı? İngiliz polisi, olayı bir cinayet olarak soruşturuyor ve polonyum 210’un hava yoluyla Rusya’dan getirildiğine neredeyse emin.

POLONYUMLA ÖLÜM

Marie Curie, uranyum cevherinden saflaştırdığı ve anavatanı Polonya’nın adını verdiği polonyum 210’u, dayanılmaz hale gelen bulantı, kusma ve ishallerinin nedeni olabileceğinden hiç kuşkulanmadan cebinde taşır, çekmecelerinde saklar, karanlıktaki mavi-yeşil ışığını hayranlıkla seyrederdi. 1934’te acılar içerisinde ölürken, kemik iliği iş göremez hale gelmiş, kanındaki alyuvarların, akyuvarların ve trombositlerin tamamı yok olmuştu. Tıpkı, laboratuvar tezgahı üzerindeki polonyum kabının bir kaza sonucu patlaması yüzünden, daha sonra lösemiden ölen, kendisi gibi Nobel ödüllü ve kimyacı kızı Irene Joliot-Curie gibi.

Vücudunda 100 insanı öldürebilecek düzeyde polonyum 210 bulunan Litvinenko olayından önce, bu maddenin bireysel bir silah gibi kullanılıp kullanılmadığı bilinmiyor. Ancak Putin’in eski korumalarından "Gölgeler Kralı" Roman Tsepov’un 2004’te aniden ortaya çıkan ve ölümle sonlanan rahatsızlığı radyasyon hastalığının tüm belirtilerini gösterdiğinden, onun da yiyecek ya da içeceğe eklenen radyoaktif bir maddeyle öldürüldüğünü düşündürüyor. Belki de, polonyum 210 ile işlenen cinayetler sanıldığından daha fazladır.

NEREDEN BULDULAR

Aslında polonyum 210, doğada bulunuyor. Havada, suda, toprakta, tütünde, dolayısıyla sigara içenlerin akciğerinde. İstanbul Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’nden Asiye Başsarı ile Ege Üniversitesi’nden Aysun Uğur ve Güngör Yener, 2000 yılında Ege kıyılarından topladıkları midyelerde polonyum 210 düzeylerini incelemiş ve en yüksek düzeye Foça midyelerinde rastlamışlardı.

Polonyum 210, statik elektriği ortadan kaldırabiliyor, bu nedenle yaygın bir kullanım alanı var. Örneğin objektiflerin tozunu silmekte işe yarayan fotoğrafçı fırçalarının vazgeçilmez bir bileşeni. Doğal kaynaklardaki polonyum 210’un düzeyleri pek az olduğundan, uranyum cevherinden bir reaktörde eldesi ve gelişmiş aygıtlarla saflaştırılması gerekiyor. Yaydığı alfa tanecikleri, deriden geçemiyor. Yutulur, solunur ya da enjeksiyonla damar yoluna verilirse DNA’yı parçalamaya ve zincirleri birbirine bağlayarak hücreleri öldürmeye başlıyor. Vücuda girdikten 2-3 saat sonra idrar, tükürük, dışkı, terle atılmaya başlayan polonyum, bu örneklerle temas edenlerin ellerini ağızlarına götürmesiyle onlara da bulaşıyor. Litvinenko’nun 1 Kasım günü bir arada olduğu herkeste (Millenium otelinin 7 barmeni dahil) ve uğradığı her mekanda polonyuma rastlanmasının nedeni de bu olsa gerek.

Satın almak isterseniz, kredi kartınızla internet üzerinden 90 YTL ödemeniz yeterli. Adresinize 0.1 mikrokürilik bir ambalaj gönderiyorlar. Litvinenko’nun öldürülmesinde kullanılan miktar için, 15 bin ambalaj sipariş etmeniz ve 1 milyon dolar ödemeniz gerek. Onu öldürmeye kalkışanlar, büyük bir olasılıkla daha basit bir yola başvurmuş olmalılar. Bir reaktörden çalmak gibi.

Örneğin 1999’da asker üniformalı birisi, Kazakistan’dan Özbekistan’a, üzerinde RA 23-54 yazılı bir cam kapsül ve kurşun folyoyla kaplı metal bir kutu geçirmeye çalışırken yakalandığında, elindeki maddelerin radyoaktif polonyum ve berilyum olduğunu ve bunları çalıştığı Baykonur Uzay Üssü’nden çaldığını itiraf etti. Rusya’nın Los Alamos’u kabul edilen Sarov’daki Rusya Deneysel Fizik Araştırma Merkezi’nden de çok sayıda polonyum 210 içeren metal kutunun çalındığı biliniyor. İngiltere’nin Aldermaston’daki Atom Silahları Kurumu, Litvinenko’nun vücut sıvılarında, Londra’nın değişik yerlerinde ve uçakta bulunan polonyum 210’un "parmakizi"ni, yani içerdiği diğer bileşenlerin birbirine oranlarını belirlemeye çalışıyor. Ön verilere dayanarak, maddenin Rusya’daki bir nükleer santraldan kaynaklanmış olduğu sonucuna vardılar bile.
Yazının Devamını Oku

Makul şüpheler

3 Aralık 2006
12 Haziran 1994 Pazar gecesi, Los Angeles’ın batısındaki bir evin bahçesinde cesetleri bulunan, güzel sarışın Nicole Simpson ile garson Ron Goldman’ı öldürmekle suçlanan Orenthal James Simpson’u savunacak bir "Rüya Takımı"ydılar. 11 avukat ve danışmanları, kendilerine haftada binlerce dolar ödeyen eski sporcu, aktör ve sunucunun aleyhinde "dağlar kadar" delil olduğunu gayet iyi biliyordu. Savunma stratejisi, olay yeri incelemesindeki hatalar, özensiz laboratuvar çalışmaları, eksik otopsi ve en önemlisi, beyaz polislerin zenci düşmanlığına dayanacaktı. Ama önce, işlerine gelecek bir jüri kurulmalıydı.

Rüya takımın lideri, avukat Johnnie Cochran’dı. Zenci avukata göre, zenci müvekkilini beraat ettirecek jüride, zenciler çoğunlukta olmalıydı. Bayan savcı Marcia Clark ise, O.J. Simpson’u suçlu bulacak, kadınları çoğunlukta bir jürinin peşindeydi.

Japon kökenli yargıç Lance Ito başkanlığındaki jüri seçimi, bir masa etrafındaki iki savcı, iki avukat, tarafların jüri seçimi konusunda uzman psikologları ve O.J. Simpson’un varlığında iki ay sürdü. 250 jüri üyesi adayıyla tek tek görüşüldü, hatta 294 soruluk bir anketi cevaplamaları istendi. Sorular arasında, aile içi şiddet ve kürtaj hakkında ne düşündükleri, son seçimlerde hangi partiye oy verdikleri, hangi futbol takımını tuttukları bile yer aldı.

12 jüri üyesinde uzlaşıldığında, taraflar son derece mutluydu. Adalet terazisini tutacakların onu kadın, sadece ikisi erkekti ve dokuzu zenci, biri Meksika kökenli, ikisi beyaz Amerikan vatandaşıydı. Savcı yanılacaktı. Kadın jüri üyeleri, bir kadın savcının suçladığı adamın, eski karısı ve aşığını öldürdüğüne inanmayacaktı. Buna karşılık, avukat haklı çıkacak, zenci jüri üyeleri, beyaz polislerin yakaladığı, beyaz savcının suçladığı, bir zencinin savunduğu siyah adamı, suçsuz bulacaktı.

FARKLI FOTOĞRAFLAR

"Memur Robert Riske, olay yerine ilk gelen siz miydiniz?" diye sormaya başladı avukat Cochran. "Evet, bendim" diye yanıtladı Los Angeles polisi. "Yerdeki kana basmamak için özel bir önlem aldınız mı?" diye sürdürdü avukat. "Hayır almadık, kana basmamaya çalıştık, hep duvar diplerinden yürüdük" diye yanıtladı memur. "Eve girmiş, salondaki telefondan merkezi arayarak, cesetleri bulduğunuzu haber vermişsiniz. Daha önce telefonun üzerinden parmak izi alındı mı?" diye sordu avukat. "Hayır" dedi memur. Duruşmanın ilk günleriydi ve sadece Los Angeles polisini değil, FBI’ı da yıllarca uğraştıracak sorunlar yeni başlıyordu.

Duruşma salonunun duvarına, bir beyaz zarfın yakın plan çekilmiş fotoğrafı yansıtıldı. "Yerdeki beyaz zarfı görüyor musunuz? Bu zarfta, garson Ron Goldman’ın bayan Simpson’a teslim etmek üzere getirdiği gözlükler vardı. Şimdi şu ikinci fotoğrafa bakın. Zarfın yeri değişmiş. Siz mi değiştirdiniz, ya da değiştireni gördünüz mü?" "Hayır, ben değiştirmedim, değiştireni de görmedim".

Daha sonraki aylarda, tanık sandalyesinde oturan birçok polis memuruna, olay yerlerinin fotoğrafları gösterildi. Bu fotoğrafların birinde bulunan bir cismin yeri, bir sonraki fotoğrafta farklı bir konumdaydı. Jüri, olay yerine gelen polislerin, delillerin yerlerini kasten değiştirdiğine iyiden iyiye inanmaya başlamıştı.

10 DAKİKADA 41 KEZ NIGGER

"Dedektif Fuhrman, zencileri aşağılayıcı bir sözcük olduğu hepimizce bilinen ’nigger’ sözcüğünü geçen 10 yıl içinde hiç kullandınız mı?" "Hayır kullanmadım, buna özellikle dikkat ederim." Tam o sırada, duruşma salonunu, Fuhrman’ın bir teyp bandından gelen sesi doldurdu. Dedektif, yazar Laura Hart McKinney ile telefonda konuşuyordu. 10 dakikada tam 41 kez "nigger" sözcüğünü telaffuz ettiği yetmiyormuş gibi, tutukladığı zencileri mahkûm ettirebilmeyi garantilemek için, kimi zaman delil ürettiğinden bile bahsediyordu.

Dedektifin geçmişiyle ilgili bilgiler, bununla bitmedi. Makam masası üzerinde gamalı haçlı eşyaların bulunduğu ve yargıç Ito’nun 20 yıllık eşi ve Los Angeles polis teşkilatının en yüksek rütbeli memurlarından Peggy York’un, zenci kadın polis memurlarına davranışları nedeniyle Fuhrman’a disiplin cezası verdiği de ortaya çıktı.

Savunmanın, özel dedektifler tutarak geçmişini araştırdığı memur Fuhrman’a bu denli saldırması, elbette boşuna değildi. Fuhrman, katilin O.J. olabileceğinden ilk kuşkulanan polisti ve bahçedeki cesetlerin yanı başında sol teki bulunan kanlı deri eldivenin diğer tekini, O.J. Simpson’un malikanesinin bahçesinde tek başına dolaşırken gören kişiydi.

Yoksa, dedektif Fuhrman, bir zenciyi sorumlu tutmak için, olay yerindeki bir çift eldivenin sağ tekini, malikanenin bahçesine mi atmıştı? Ayrıca, iki genç insanın boğazını kesip, onlarca bıçak darbesi sapladığı halde, kanlı hiçbir giysi ve ayakkabısı bulunmayan O.J. Simpson, bu eşyalarla, cinayet silahını yok edebilecek kadar titiz davranmışken, cinayet sırasında elindeki eldivenin bir tekini cesetlerin yanına, diğer tekini kendi evinin bahçesine atacak kadar aptal mıydı? Avukat Cochran başarmıştı. Jüri, dedektif Fuhrman’ın Hitler hayranı bir zenci düşmanı olduğundan artık emindi.

ELE SIĞMAYAN KANLI ELDİVENLER

"O.J. Simpson Davası" denince, herkesin aklına deri eldivenler gelir. Malikanesinin bahçesinde bulunan sağ tekinde sadece kendi kanı değil, kurbanların kanları, ayrıca garsonun saçlarıyla O.J.’in otomobilinin döşemesine ait lifler de bulunmuştu. Savunma, bunları hiç gündeme getirmedi, sadece eldivenlerin O.J. için çok küçük olduklarında ısrar etti ve jürinin önünde giymesini istedi.

Savcı Marcia Clark, ısrarla eldivenlerin kanla ıslandığını, bu nedenle çektiklerini, eline sığmasının imkansızlığını defalarca dile getirip, engel olmaya çalıştıysa da, yargıç Ito bu tiyatroya izin verdi ve o gece, milyonlarca kişi 200’den fazla televizyon kanalında, yüzünde küçümser bir gülümsemeyle O.J.’in kanlı eldivenleri ellerine bir türlü geçiremeyişini ve avukat Cochran’ın jüriye dönerek, yavaş, çok yumuşak bir sesle ve kafiyeli biçimde "Uymuyorsa, beraat ettirmek zorundasınız" (if it doesn’t fit, you must acquit) deyişini izledi.

Sahnede bir Çinli ve bulduğu dört sorun

O.J.’in beraatinin mimarı ne yerleri değişen deliller, ne dedektif Fuhrman’ın zenci düşmanlığı, ne de ele sığmayan eldivenlerdi. Rüya takımının danışmanlarından Henry Chang-Yu Lee’ydi. Tayvan polis okulunu bitirdikten sonra, cebinde 50 dolarla yıllar önce ABD’ye göç eden, adli bilimler eğitiminin ardından, New York Üniversitesi’nde biyokimya yüksek lisansı ve doktorası yapan Henry Lee’nin, Connecticut Eyaleti polis kriminal laboratuvarı başkanı olduğu bir dönemde Simpson’un savunmasına katkıda bulunması hepimizin garibine gitmişti.

Davanın ilerleyen safhalarında Washington’da biraraya geldiğimiz küçük bir ev toplantısında, yere yaydığı fotoğraf ve belgeleri tartışırken, hepimiz ona hak verdik. Duruşmada dile getirdiği sorunlardan sadece dördüne değinmek istiyorum. Bunlardan ilki bir dondurma kabıydı. İkincisi bir ayakkabı izi. Üçüncüsü ölen garsonun üzerindeki O.J.’in saçları ve nihayet kanın pıhtılaşmasını engellemek üzere kullanılan EDTA adlı bir madde.

DONDURMA KABI

O.J. Simpson cinayet gecesinde 20-25 dakikalık bir zaman aralığında nerede bulunduğunu açıklayamamıştı. Evi, cinayetlerin işlendiği mekana arabayla beş dakika uzaktaydı ve bu süre, cinayetleri işlemesine yetecek uzunluktaydı. Önemli olan, Nicole ile Ron’un tam ne zaman öldürüldüklerinin bilinmesiydi.

Ancak otopsileri gerçekleştirenler, ölüm zamanı hakkında kesin bir saat veremedikleri gibi, cesetlerin mide içeriklerini yanlışlıkla attıklarını belirtmişlerdi. Halbuki Nicole’ün en son ne zaman ve ne yediği tam olarak biliniyordu ve sindirimin aşamalarından, ölüm zamanını doğruya yakın bir şekilde tahmin etmek mümkün olabilirdi. Henry Lee, otopsideki bu eksikliğin olay yeri incelemesiyle giderilebileceğini, ancak büyük bir dikkatsizlik yapıldığını dile getirdi. Cesetlerin bulunmasının hemen ardından ilk fotoğraflar çekilmeye başlanmıştı ve bunlardan birinde, yerde yan yatmış bir dondurma kabı görülüyor, ancak içinde dondurma bulunup bulunmadığı anlaşılmıyordu. Erimenin derecesinden, ölüm zamanı hesaplanabilirdi.

Her bir jüri üyesinin gözleri içine bakarak, yavaş, basit ve 30 yıldır kurtulamadığı (kimi zaman kasten yaptığını sandığım), r harflerini söyleyemediği Çince aksanlı İngilizcesiyle "There is something wrong" (Burada yanlış bir şey var) dedi.

Henry Lee, bilirkişilerin çapraz sorgusu sonunda, jüriye hep aynı şekilde bakıp, "There is something wrong" dediğinde, O.J. Simpson özgürlüğüne bir adım daha yanaştı.

10 NUMARA AYAKKABI KİMİN

Olay yerindeki kanlı ayakkabı izlerinin 12 numara, İtalyan el yapımı Bruno Magli ayakkabılara ait olduğu anlaşılmıştı. O.J., Bruno Magli’sinin bulunmadığını söylüyordu. Henry Lee, olay yeri fotoğraflarında bu izlerin yanı sıra, 10 numara olduğunu tahmin ettiği bir spor ayakkabının taban izlerinin de bulunduğunu gösterdi. Polis bu izleri fark etmemiş, özel kimyasallar püskürterek belirgin hale getirmemişti. Savunma bu veriyi, olay yerinde başka birisinin daha bulunduğu, ancak inceleme yapılmadığından kime ait olduğunun saptanamadığı şeklinde kullandı.

Savcılık için durum giderek sarpa sarıyordu. 10 numara izler, büyük bir olasılıkla, ayaklarına koruyucu galoş giymeyen polis memurlarından birine aitti. Bunu dile getirse, polislerin hatasını kabul ediyor durumuna düşecekti. Dile getirmese, ikinci birinin varlığını kabul edecekti. Sessiz kalmayı tercih etti. Bu bir ceza davası olduğundan, jüri üyelerinin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde şüphelinin suçlu olduğuna kanaat getirmesi gerekiyordu. Kuşku, her geçen gün, tırmanarak artıyordu, "makul şüphe", artık "kuvvetli şüphe"ydi ve bu, beraat demekti.

SAĞA SOLA DAMLATILAN KAN

Gazetecilerin objektiflerinden korumak amacıyla, cesetlerin üzerine evde bulduğu örtüyü seren dedektif Lange, ölen garsonun gömleğindeki O.J.’e ait saç kıllarının delil olarak kullanılamamasına neden oldu. Çünkü Simpson’un çocuklarını görmek üzere, boşandığı karısının evine girip çıktığı bilinen bir gerçekti. Boşuna "Her temas bir iz bırakır" denmemişti. O.J.’in saçları kanepeye, kanepeden örtüye, örtüden gömleğe transfer olmuştu.

Ama, olay yerindeki ayakkabı izlerinin yanındaki kan damlalarında, arka bahçenin demir kapısı üzerinde, ayrıca O.J.’in yatak odasında yere atılmış erkek çorabının koncundaki, DNA özellikleri Simpson’u tutan kan lekelerinde, FBI laboratuvarından Robert Martz’ın EDTA adlı bir kimyasalı bulması, her şeyin üzerine tüy dikti. EDTA, kanın pıhtılaşmasını engelleyen bir maddeydi ve O.J. tutuklandığında, sağlık memurunun DNA karşılaştırmalarında kullanılmak üzere kendisinden aldığı kana katılmıştı. Memur, 8 mililitre kadar kan aldığını söyledi. Laboratuvar sadece 6.5 mililitresinin hesabını verebildi. Henry Lee, "1.5 mililitre kan nereye gitti?" diye sordu. Kimse cevap veremeyince, dedektif Vannatter’in, suçu O.J.’in üzerine atmak için, sağlık memurundan teslim aldığı kanı, olay yeri inceleme memurlarına vermeden önce, oraya buraya damlattığı sonucuna vardı. Robert Martz’ın deneylerde hata yaptığı anlaşıldığında, iş işten çoktan geçmişti.

HERKES ZENGİN OLDU

Milyonlarca zencinin mutluluk çığlıklarıyla kutlanan beraat kararından iki yıl sonra, ölenlerin aileleri bir hukuk mahkemesinde tazminat davası açtı. Hukuk davalarında, ceza davalarından farklı olarak, jüri üyelerinin, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kişinin suçlu olduğuna inanması gerekmiyor. Eldeki delillerin yanı sıra, O.J.’in bir gazeteci tarafından çekilmiş, ayağında Bruno Magli ayakkabılarını gösteren fotoğrafının ortaya çıkması üzerine, bu kez çoğunluğu beyazlardan oluşan bir jüri, 33.5 milyon dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Simpson, tazminatı ödemedi, suçsuz olduğunda ısrar etti. Savcıdan polislere, ölenlerin ailelerinden jüri üyelerine, davaya karışan herkes bir kitap yazdı, televizyon programları yaptı, dolar milyoneri oldu ve olmayı sürdürüyor. O.J. Simpson’un "Ben yapmış olsaydım" (If I did it) adlı kitabını ise, kamuoyunun baskısı yüzünden, henüz kimse dağıtmaya cesaret edemiyor.
Yazının Devamını Oku

Kilit hatalar

26 Kasım 2006
Savcı Marcia Clark’ın içi rahattı. Eski sporcu, aktör ve sunucu Orenthal James Simpson’u, çifte cinayetten ölünceye dek demir parmaklıklar arkasında tutabilecek yığınla delil vardı. Üstelik büyük bir bölümü, teknolojinin son harikası DNA analizlerine dayalıydı. Duruşma 11 ay sürdü, 150 tanık dinlendi, tutanaklar 50 bin sayfayı aştı, 20 milyon dolar masraf edildi. 3 Ekim 1995 sabahı jüri, Simpson’u suçsuz bulduğunu bildirdi. Savcı hanım, Connecticut eyaleti polis kriminal laboratuvar müdürü, Çin asıllı biyokimyacı Henry Chang-Yu Lee’nin savunmaya danışmanlık yapacağını hesaba katmamıştı.

12 Haziran 1994 Pazar gecesiydi ve köpeğin biri neredeyse yarım saattir havlıyordu. Politikacı, yazar ve artistleriyle ünlü Los Angeles’in batısındaki Brentwood sakinleri, başıbozuk köpeklere hiç alışık değildi. Şükrü Boztepe tam dışarı çıkmaya niyetlenmişti ki, kapı çaldı. Gelen, üst kat komşusu Steven Swab’tı. Yanında köpeği vardı. Her akşamki olağan gezintilerinden dönüyorlardı, anlaşılan. "Havlayan köpeğin ayaklarında kan var" dedi Bay Swab. "Sanki bir yeri işaret etmeye çalışıyor. Ben eve dönmek zorundayım, sen peşi sıra gidiver bari."

Büyük, beyaz, Japon Akita köpeği izleyerek arka sokaktaki iki katlı eve giden Şükrü Boztepe, O.J. Simpson’un iki yıl önce boşandığı, kendisinden 12 yaş genç karısının, bir nehir gibi bahçe kapısına doğru akan kanın içindeki, askılı, kısa siyah elbiseli yan yatmış cesedini ilk gören oldu. Saat 22.50’ydi.

Los Angeles polisi, olay yerine gece yarısını az geçe geldi. Şükrü Boztepe yanılmıştı. Bahçede, sadece Nicole Brown Simpson’un ölüsü yoktu. Az ilerisinde, bodur ağaçların arasında, üzerinde blucini ve gömleği, bacaklarını göğsüne doğru çekmiş genç bir adam yatıyordu. 25 yaşında, hayatını modellik, oyunculuk ve birkaç yüz metre ötedeki Mezzaluna lokantasında garsonluk yaparak kazanan Ronald Goldman’dı, bu. Simpson’un eski karısıyla garson arasında bir ilişki olduğu dedikoduları dolaşsa da, Ron’un birkaç kez kadının Ferrarisi’ni alarak, Brentwood sokaklarında gezinmesi dışında, bu dedikoduları destekleyecek başka bir veri yoktu.

ÖLÜME GÖTÜREN GÖZLÜK

12 Haziran 1994 bir pazar günüydü. O.J. ile Nicole, küçük kızlarının bale gösterisi için okulda buluştular, öğleye doğru birbirlerinden ayrıldılar. Akşamüstü O.J., malikanenin bahçesindeki küçük evde kalan kahya Kato Kaelin ile birlikte McDonalds’a gitti. "Nicole’ün eteği yine çok kısaydı" diye sızlandı O.J.

Saat 19.00’da Nicole, annesi, bir-iki arkadaşı ve çocuklarla birlikte evinin yakınındaki Mezzaluna adlı İtalyan lokantasındaydı. Saat 21 gibi lokantadan ayrıldılar. Az sonra Nicole, Mezzaluna’yı telefonla aradı. "Annem, masanın üzerinde gözlüklerini unutmuş, biri eve getirebilir mi? diye sordu. 21.50’de garson Ronald Goldman, beyaz bir zarfa koyduğu gözlükleri Nicole’ün evine götürmek üzere Mezzaluna’dan çıktı. Bir gözlük yüzünden gırtlağının bir boydan diğerine kesileceğini nereden bilecekti.

DEDEKTİFLERİN İLK HATASI

Sabah 3.00 sularında olay yerine gelen polislerin sayısı 18’i bulmuştu. Aralarından dördü, Phillips, Fuhrman, Lange ve Vannatter, Los Angeles polisi özel cinayetler biriminde dedektifti. Olay yeri inceleme biriminden gelecek olanları beklerken etrafı dolaştılar, cesetlerin yanında koyu lacivert renkte bir örme başlık, üzerine kan sıçramış beyaz bir zarf, deri bir eldivenin sol tekini gördüler. Bir polis olay yerinin ilk fotoğraflarını çekti. Kanlı ayakkabı izleri bahçenin arkasına doğru ilerlemekteydi, izlerden birinin sol yanında üç kan damlası vardı. Adli tabip, ancak sabah 8.00’de gelecekti. Dedektif Lange, cesetleri meraklı gözlerden ve medya objektiflerinden koruyabilmek için üzerlerini örtmeye kalktı. Polis otolarında uygun bir malzeme bulamayınca, evdeki kanapenin üzerindeki örtüleri Don ile Nicole’ün üzerine serdi. Böylelikle ilk ve en önemli hatalardan birini yapmış oldu.

İKİNCİ HATA

Bu arada üst katta uyuyan çocuklar emniyete götürülmüştü. Operasyon şefi Keith Bushey olay yerini telsizle aradı ve çocuklarını teslim alması için O.J. Simpson’a haber verilmesini istedi. Dedektif Phillips, Fuhrman, Lange ve Vannatter, iki ayrı araçla, beş dakika uzaklıktaki Simpson’un malikanesine gittiğinde saat sabahın 5’i olmuştu. Bahçe kapısının önünde beyaz Ford Bronco’yu gördüler. Fuhrman, el feneriyle aracı inceledi, arkadaşlarına sol kapı üzerindeki lekelerin kan olabileceğini söyledi. Zile bastılar. Cevap veren olmadı.

O.J. Simpson henüz bir şüpheli değildi. Bu nedenle, evini arama izinleri yoktu. Buna rağmen Fuhrman, bahçe duvarının üzerinden atlayıp arkadaşlarına kapıyı açtı. Bahçede iki küçük kulübe vardı. Birinde kahya Kato, diğerinde Simpson’un ilk eşinden olan kızı kalmaktaydı. Simpson’un saat 23 sularında Chicago’ya gitmek üzere evden çıktığını, şoförünün onu havaalanına götürdüğünü söylediler. Dedektifler O.J.’i kaldığı otelde buldu ve hemen Los Angeles’a dönmesini istedi.

10-15 dakikadır tek başına etrafta dolaşan dedektif Fuhrman, arkadaşlarının yanına gelerek Nicole’ün bahçesinde gördükleri deri eldivenin sağ tekini, malikanenin bahçesinde bulduğunu bildirdi. İnanılmaz bir delildi bu, aynı zamanda Los Angeles polisinin yaptığı ikinci hataydı.

BİR ORADAN BİR BURADAN DELİLLER

Pazartesi sabahı 7.10’da, Los Angeles kriminalistlerinden Dennis Fung, üç ay kadar önce işe alınan yardımcısı Andrea Mazzola ile birlikte, cesetlerin bulunduğu bahçeden delil toplamaya başladı. Bir yandan da fotoğraf çektiler.

Saat 10.30’da buradan ayrılarak O.J.’in malikanesine gittiler. Bahçe kapısının önüne park etmiş Ford Bronco’dan delil topladılar ve Nicole’ün evine döndüler. Savcılık, O.J.’in evini arama izni verince 15.30’da yeniden malikaneye geldiler, önce bahçeden delil toplamaya başladılar. 15.45’te dedektif Vannatter malikaneye geldi ve onlara bir tüp dolusu kan teslim etti. O.J. Simpson’un merkezde alınan kan örneğiydi bu. Fung ve Mazzola daha sonra evin içine girdi. O.J.’in üst kattaki yatak odasında, yere atılmış bir çift erkek çorabı gördüler, birinin koncunda ıslaklık vardı, kan olabileceği düşüncesiyle çorapları paketlediler ve her zaman olduğu gibi, önce fotoğraf çektiler. İki ev arasında gidip gelerek araştırmaların sürdürülmesi, yapılan hataların belki de en büyüğüydü. Ancak Vannatter’in tüpü teslim ettiği saat ile kanın miktarının, dedektifin başına açacağı derdi, kimse hayal bile edemezdi.

DEDEKTİFİN TESLİM ETTİĞİ KAN

O gün saat 13.30’da dedektif Lange ve dedektif Vannatter, Chicago’dan dönen O.J. Simpson’u kent merkezindeki emniyet birimine çağırmış ve bazı sorular yöneltmişti. Daha sonra sağlık memuru Thano Peratis, O.J. Simpson’dan kan almış, içerisine pıhtılaşmayı engelleyen, kısaca EDTA adıyla bilinen bir toz maddenin bulunduğu tüpe boşaltmış ve dedektif Vannatter’e teslim etmişti. İşte, dedektif Vannatter’in saat 15.45’te malikaneye gelerek bahçede delil toplayan Fung ve Mazzola’ya teslim ettiği kan, buydu. Thano Peratis, kaç mililitre kan aldığını hiçbir yere kaydetmemişti. Basit bir ayrıntıydı belki, ancak davanın kaybedilmesinin bir diğer nedeni olacaktı. Bir diğer ayrıntı, Vannatter’in tüpü ilgililere teslim etmeden önce eve girip girmediğini kimsenin görmemesiydi. "Bunların ne önemi var?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Savunma avukatları, kriminal laboratuvar çalışmalarını iyi bilen bir profesyonel tarafından desteklenince, bakın nasıl önem kazanacaklar.

ALEYHİNDE DAĞ KADAR DELİL

Laboratuvar sonuçları çıktığında ne dedektiflerin, ne de görevlendirilen savcı Marcia Clark’ın kuşkusu kalmıştı. Cesetlerin bulunduğu bahçedeki kanlı ayakkabı izlerinden birinin yanındaki üç damla kan, O.J. Simpson’un DNA özelliklerini tutuyordu. O.J.’in sol elinin küçük parmağında bir kesik vardı ve nasıl oluştuğunu açıklayamıyordu. Olay yerinde O.J.’in kanının bulunması, katilin o olduğunu gösteren çok güçlü bir delildi.

Malikanenin bahçesinde ele geçen eldivenin sağ tekinde, Nicole’ün, Ron’un ve O.J.’in kanları birarada bulunmuştu. Aynı eldivende Ron’un saçlarına ve Ford Bronco’nun döşeme liflerine de rastlanmıştı. O.J., her ne kadar Aris Isotoner marka eldivenlere hiç sahip olmadığını iddia etse de, gazetelerde çıkmış pek çok fotoğrafta bu marka bir eldiven giydiği görülüyordu.

Cesetlerin yanında ele geçen örgü başlıkta, ayrıca garsonun gömleği üzerinde Ford Bronco’nun döşemesine ait lifler, ayrıca O.J.’in saçları bulunmuştu.

Savcı Marcia Clark’ın elindeki deliller bunlarla bitmedi. Ford Bronco’nun içinde ve dışında Nicole’ün, Ron’un, O.J.’in DNA özelliklerini taşıyan kan lekeleri vardı. Ayrıca, O.J.’in yatak odasında, yerdeki siyah erkek çorabının bir tekinin koncunda kendi kanından başka, Nicole’ün kanına da rastlandı.

Savcı Marcia Clark, O.J.’in tutuklanmasını emretti. Bir basın toplantısı yaptı. "Elimizde dağ kadar delil var" dedi. Haklıydı. Kim olsa aynı şeyi söylerdi.

EŞLERİNİ DÖVEN KISKANÇ BİR ADAM

O.J. Simpson, Alman göçmeni, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, 18 yaşındaki güzel garson kıza, Beverly Hills’te çalıştığı gece kulübünde görür görmez aşık olmuş, 1985’te yaşamlarını birleştirmişlerdi. İri yarı zenci güzeli adamla beyaz tenli güzel karısı, magazin dergilerinin kapaklarında hep yer buldu. Ne yazık ki, Simpson’un kıskançlığı doğan çocuklarla azalmadığı gibi, kadına karşı şiddeti giderek arttı. Defalarca polisten yardım isteyen güzel kadın, sonunda kocasını bir para cezasına da mahkum ettirdi. 1992’de boşandılar. Nicole, küçük kızı ve oğluyla birlikte, Brentwood’daki eve taşındı. O.J., otomobille beş dakika mesafedeki malikanede kaldı. Çocuklarla yakından ilgilendi. Hatta zaman zaman onları görmek için Brentwood’daki eve gidiyordu.

Aslında bu, O.J.’in ikinci evliliğiydi. Önceki eşinden bir oğlu, iki kızı olmuş, küçük kızları Aaren, iki yaşına basmadan birkaç gün önce yüzme havuzunda boğulduğu yıl, şiddetli geçimsizlikten boşanmışlardı. İlk eşini de dövdüğü biliniyordu. Oğlu Jason, üvey annesi öldürüldüğünde 24 yaşındaydı.

Ufak tefek sanılan başka sorunlar

Gerçi savcı hanımın canı bazı şeylere sıkılmıyor da değildi. Doktor Irwin Golden’in otopsi raporuna göre, önce genç kadının başının arkasına künt bir cisimle vuran, daha sonra tek hamlede boğazını, sol kulağının altından başlayıp sağ kulağına kadar, neredeyse başı gövdeden ayıracak derinlikte kesen saldırgan, daha sonra yarı yaşındaki, boylu poslu genç adamın da önce başının arkasına sert bir cisimle vurmuş ve bıçağını dördü tek başına ölümcül olmak üzere 19 kez göğsüne saplamıştı.

Yaralardan fışkırması gereken litrelerce kana rağmen, Simpson’un çorabının koncundaki kan lekesi dışında, hiçbir giysi ya da ayakkabısında kana rastlanmamıştı. Ayrıca cinayetlerde kullanılan bıçak, sadece mahallenin çöplüklerinde değil, gerek Los Angeles, gerekse Chicago havaalanlarının çevresinde, hatta O.J.’in Chicago’da kaldığı Hyatt otelinin etrafında dahi aranmış ve bulunamamıştı. Olay yerindeki kanlı ayakkabı izlerini inceleyen FBI uzmanlarından William Bodziack, bunun Amerikan 12 numara, el yapımı, İtalyan Bruno Magli firmasına ait, baklava biçimli özel tabanlı bir ayakkabı olduğunu bildirmişti. O.J., böyle bir ayakkabısının hiç olmadığını söylüyordu.

BEKLENEN SON

Aylarca süren dava sırasında, bilirkişiler çapraz sorguya alındıkça işler sarpa sardı. Eylül başında, bir dernek toplantısı vesilesiyle, Washington civarındaki bir meslektaşın evinde 8-10 kişi toplandık. O.J.’in avukatlarına danışmanlık yaptığı için camia içinde eleştirilen Connecticut kriminalin müdürü Henry Lee, elindeki fotoğraf ve belgeleri yere serdi, hepimizin fark ettiği hataları savunma lehine nasıl kullanacağını anlatmaya başladı. O.J., ceza davasında suçsuz bulundu. İki yıl sonra, ölenlerin ailelerinin açtığı hukuk davasını kaybetti ve 33.5 milyon dolar tazminata mahkum edildi. O.J.’in aleyhindeki nice delilin, ceza davasında tek tek nasıl çürütüldüğünü, hukuk davasında ise hangi delile dayanılarak suçlu bulunduğunu ve Amerikan adalet sisteminin delilleri değerlendirme biçiminin ceza ve hukuk davalarında nasıl farklılaştığını gelecek hafta anlatacağım.
Yazının Devamını Oku

DNA bankasında karar zamanı

19 Kasım 2006
Son 10 yılda sayısız fırsatta, Türkiye’ye bir DNA bankasının gerektiğini dile getirdim ve yazdım. Hatta 1998’de, bir yasa tasarısının hazırlanmasına öncülük ettim. Konu, nihayet Adalet Bakanlığı’mızın gündeminde. Bir komisyon "DNA Veri Bankası Kurulmasına Dair Kanun Tasarısı" üzerindeki çalışmalarını tamamlamak üzere. Ancak banka, hangi bakanlığın bünyesinde kurulacak? Bankaya kimin DNA bilgisi girecek, bu bilgi ne zaman silinecek? Alınan kan ve tükürük gibi örnekler imha edilecek mi? Verilere, yabancı istihbarat ve güvenlik birimleri ulaşabilecek mi? Analizlerin doğruluğu nasıl denetlenecek? Şimdi hep birlikte karar vermemizin zamanıdır. Çünkü yarın çok geç olacak.

Bundan 15 yıl kadar önce DNA profilleri, sadece babalığın ve akrabalığın yüzde 99’un üzerinde bir doğrulukta belirlenmesinde değil, uçak kazalarında ve doğal afetlerde yaşamlarını kaybedenlerin, toplu mezarlardan çıkartılan kemiklerin kimliklendirilmesinde de kullanılmaya başlandı. DNA profili, 3 milyardan fazla nükleotidin oluşturduğu 20-25 bin genin bilgisini içermiyordu elbette. Çünkü bunun büyük bölümünün her insanda aynı olduğu ortaya çıkmıştı. İncelenen, "polimorfik" denen, kişiden kişiye farklılık gösteren bölgelerin bazılarıydı.

İngilizlerin bir tek saç teli, bir kan damlası, bir damla tükürükten bile DNA profili elde edebildiği gün, suçla mücadele sihirli bir olanağa kavuştu. Olay yerinde ya da mağdurun üzerindeki delillerin DNA profilleri, yakalanan şüphelininkiyle karşılaştırılıyordu. Profil tutarsa, şüpheli büyük bir olasılıkla suçluydu. Profilin eldesinde incelenen polimorfik bölge sayısı ne kadar fazlaysa, kişinin gerçek suçlu olma olasılığı da o denli yüksekti. 21. yüzyıla girildiğinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke, devrim niteliğindeki bu gelişmeye ayak uydurmuş, her olay yerinde bulunmayan, bulunsa bile her zaman karşılaştırmaya elverişli olmayan parmak izi incelemesinin sakıncalarından da kurtulmuştu.

İLK VE EN BÜYÜK DNA VERİ BANKASI

Suçla mücadele tarihine DNA profillerini hediye eden İngilizler, sadece kendi ülkelerinde değil, İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh’e saplanan ve üzerinde parmak izi bulunamayan bıçağın kabzasından katilin DNA’sını elde ederek yakalanmasını sağlamak gibi, uluslararası başarılara da imza attılar. İngilizler, DNA profillerini elektronik ortamda ilk depolayanlar da oldular. Bunun çok basit bir nedeni vardı. Bir kere, her suçun şüphelisi yoktu. İkincisi, şüphelenilen kişi, her zaman suçlu değildi. Bu yüzden, olay yeri ve mağdurlardan elde edilen biyolojik delillerin DNA bilgisini, ileride yakalanacak şüpheliyle karşılaştırabilmek için bir veri tabanında arşivlediler. Böylelikle, dünyanın ilk DNA veri bankası kurulmuş oldu.

1995’te bu bankaya, bir kere suç işleyenin yeniden suç işleme olasılığının yüksekliğinden hareketle, mahkûm olanların DNA bilgilerini de eklemeye başladılar. Giderek, bankaya giren bilginin kapsamını genişlettiler. Önceleri sadece belirli suçlardan mahkûm olanların bilgisini arşivlerken, New York, Londra ve Madrid terör olaylarından sonra, kırmızı ışıkta geçmek dahil olmak üzere, her türlü suç işleyenin bilgisini arşivlediler. Irak Savaşı’nın ikinci gününden başlamak üzere, bütün şüphelilerin ve 2005 Ocak’ında çıkartılan, Örgütlü Suç ve Polis Yasası ile birlikte, polisin gerekli gördüğü herkesin profilini eklediler. Bu arada, bir kez bankaya giren 18 yaşından büyük birine ait profilin silinmesinin, hemen hemen olanaksız olduğunu, 2004’ten bu yana, herhangi bir davadan beraat edenlerin, hatta yargılanmaya gerek duyulmayanların bilgilerinin bile bankada kaldığını belirtmek isterim.

BAŞBAKANIN DNA PROFİLİ

1999 sonbaharında İngiltere Başbakanı Tony Blair, ulusal DNA veri bankasının "bekçi"si Adli Bilim Hizmetleri’ni (Forensic Science Services) ziyaret etmişti. Amacı, basının ve insan hakları savunucusu sivil toplum örgütlerinin DNA profillerinin bankalanmasına ilişkin kaygılarını gidermekti. Televizyonlar o akşam, iyi bir İngilizin bankaya girmekten korkmaması gerektiği kanıtlamak üzere, ince bir çubuğun ucuna sarılı pamukla, yanağının içinden örnek alınmasına izin veren başbakanı gösterdi. Ona özenen 18 bin kişi, daha sonra gönüllü olarak ağzını açtı ve bankaya girdi.

Aynı başbakan 23 Ekim 2006 günü, 3.6 milyon DNA profiliyle, dünyanın en büyüğü haline gelmiş bankanın "bekçi"sini yeniden ziyaret etti. Televizyonlar o akşam, beyaz laboratuvar gömleği giymiş, mikroskop başındaki başbakanı gösterdi. Teröristlerin birinci hedefi haline gelen ülkesinde, güvenliğin tam anlamıyla sağlanabilmesi için, her vatandaşın DNA profilinin bankada olması gerektiğini söylüyordu.

Blair hükümeti bunu da başarır mı bilinmez, ancak her ay ortalama 40 bin profil eklenen, üzerinden on yıllar geçmiş suçların aydınlatılmasını sağlayan İngiliz DNA veri bankasını ve bunun mimarı siyasi iradeyi, tüm dünya polislerinin gıpta ile izlediği muhakkak.

FAİLİ MEÇHULLER AYDINLANIYOR

İngiliz polisi, DNA veri bankası sayesinde son bir yılda 45 bin olay aydınlattı. Veri tabanına yüklenen profile tam olarak uyanı bulma olasılığı yüzde 40. Geçen yıl banka kullanılarak çözülen olaylar arasında 422 cinayet, 645 ırza geçme, 256 cinsel içerikli suç, 1974 yaralama ve 9 binin üzerinde hırsızlık yer alıyor. İçişleri Bakanlığı’nın raporuna göre banka, sadece mahkûm edilenlerin profillerini içermiş ve şüphelilerle genişletilmemiş olsaydı, aydınlatılan 45 bin suçtan 3 bini, karanlıkta kalacaktı.

Nitekim İngiltere’den hemen sonra, Wiesbaden’deki Federal Kriminal Dairesi (Bundeskriminalamt) bünyesinde bir DNA veri bankası kuran ve şimdilerde haftada 200-300 profili ekleyerek toplam 400 bin profile ulaşan Almanya, mahkûmların yanı sıra, rızalarını aldığı şüphelilerin de bilgisini arşivlediğinden, ünlü Münihli modacı Rudolph Moshammer’in katilinin, Iraklı göçmen Heriş Ali Abdullah olduğunu, saatler içerisinde bulabilmiştir.

Nüfusunun yüzde 5.24’ünün DNA profilini bankalamış ve çok yakında belki de vatandaşlarının tamamının profil bilgisine sahip olacak İngiltere, "Operation Advance" kapsamında, faili meçhul kalmış dosyaları yeniden açıyor, olay yerlerinden ya da mağdurların üzerinden elde edilen eşyalarda biyolojik delil arıyor, bir DNA profili elde edebilirse, bankadaki verilerle karşılaştırıyor. Halen, bu çerçevede elde ettiği 150 binin üzerinde profil var. Kimi zaman, bankada taradığı profillerden birine tam değil, ama kısmen uyan birini buluyor ve aradığının akrabası olabileceği sonucuna varıyor. Örneğin 20 yıl önce dört kadına tecavüz eden James Lloyd, 2005 Temmuz’unda bir trafik kuralını ihlalden durdurulan ve DNA profili veren kız kardeşi yüzünden yakalanmıştı.

Bankadaki çocuklar

İngilizlerin DNA veri bankasındaki 3.6 milyon profilin 500 bini, 18 yaşından küçüklere ait. Duvara adını yazdığı için örnek vermek zorunda bırakılan Kuzey İrlandalı kız gibi, hiçbir kabahati bulunmayanların sayısı 24 bin kadar.

Temmuz 2006’da 12 yaşlarında biri erkek, ikisi kız üç arkadaş, Katy, Sam ve Amy, bir parkta 6 metre yüksekliğindeki kiraz ağacına çıkarken, dalların birkaçını kırdıklarında, kamu malına zarar vermekten kendilerini karakolda bulmuştu. İki saat nezarette tutulmuşlar, fotoğrafları çekilmiş, DNA profili için örnek alınmıştı. Bu davranışından ötürü büyük eleştirilerle karşılaşan ilgili emniyet biriminin sorumlusu Başkomiser Stuart Johnson, antisosyal davranış gösteren çocukların izlenmesi gerektiğini, önemsiz gibi gözükmekle birlikte kabahatlerin ileride ciddi suçlara dönüştüğünü söylemişti.

İngilizlerin küçük yaştakilere yönelik bu yaklaşımı, güvenlik servisi MI5’in başkanı Dame Eliza Manningham-Buller’in 9 Kasım 2006 tarihli beyanatında farklı bir boyut kazanıyor. Bayan başkan, Pakistan’daki El Kaide liderlerinin kontrol ettiği, en az 1600 üyesi bulunan 200 terör örgütü saptadıklarını, bunların, İngiliz vatandaşı Müslüman çocukları intihar bombacısı olmak üzere eğittiklerini, bu nedenle terör tehdidinin en az bir kuşak süreceğini söylüyor. Kanımca bu bilgi, DNA veri bankasındaki çocukların bir bölümünün kimler olduğunu açıklıyor.

DÜNYA DNA VERİ BANKASI KURULUYOR

Önceleri her ülke, hatta ülke içindeki her laboratuvar, DNA analizinde kullanacağı yöntemi kendisi belirlediği halde, meslek örgütlerinin ve Interpol’ün öncülüğünde hızla standardizasyona gidildi. Günümüzde, DNA veri bankasına sahip ülkeler, genellikle aynı polimorfik bölgeleri, aynı yöntemlerle, hatta aynı gereçlerle inceliyor.

Suçla mücadelenin, dünya genelini kapsayan veri tabanlarını gerektirdiği muhakkak. Parmak izleri, çalıntı ya da kayıp pasaport ve kimlikler, müze ve özel koleksiyonlardan çalınan sanat eserleri, aranan suçlular ve teröristler için bu başarılmış durumda. Ancak DNA bilgileri için henüz gidilecek çok yol var.

Birkaç gün önce Viyana’da, Interpol’ün birimlerinden birinin yetkilisi Emmanuel Leclaire ile bu konuyu tartışma fırsatı buldum. Hedefleri, dünyanın tüm ulusal veri tabanlarını, kurdukları I-24/7 küresel polis iletişim ağı üzerinden paylaşılır kılmak, böylelikle polislerin başka ülke veri tabanlarına güvenli biçimde ve saniyeler içinde ulaşıp, sorgulama yapabilmesini sağlamak. Elbette o da, ulusal DNA bankalarının olabildiğince genişletilmesinden yana. Ancak halen Interpol’e üye 186 ülkenin sadece yarısında DNA analizleri yapılıyor. Bunların 50 kadarında DNA veri bankası bulunmakla birlikte, laboratuvarların önemli bir bölümü akredite değil. Yani uluslararası kalite güvencesi yok. Ayrıca bilgi girişi ve sorgulamada kullanılan yazılım aynı değil. Kimilerinin veri bankası yasası, uluslararası kullanıma izin vermiyor. Bu nedenle Interpol, yaygın biçimde, yasal düzenleme ve teknik altyapı desteği vermeye çalışıyor.

PORTEKİZLİLERE BENZEMEYELİM

Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse tamamı, bankanın yeterince işe yaramayacağını bildikleri halde, ya toplumun baskısına dayanamayarak ya da vatandaşlarının haklarını daha fazla koruyabilmek adına, kuruluş yasalarına kısıtlayıcı maddeler eklediler.

Örneğin İsveç iki, Hollanda sekiz yıldan daha fazla hapis cezası alanların, Fransa sadece belirli suçlardan mahkûm olanların profillerinin arşivlenmesine izin veriyor. Slovenya ve Avusturya, İngiltere’ye benzer şekilde, her suç tipinde şüphelilerin DNA profilini bankaya sokarken, diğer ülkeler genellikle adam öldürme, adam öldürmeye teşebbüs ve cinsel saldırıların şüpheli ya da tutuklularının bilgisini koruyor.

Profilin bankadan çıkışı, en az giriş koşulları kadar önem taşır. İngiltere, Avusturya, Finlandiya ve Norveç, mahkûm profillerini bankadan hiç silmiyor. Diğerleri, cezaevinden çıkışı izleyen 5 ila 20 yılda siliyor. Şüphelilerle ilgili uygulamalar da aynı değil. İngiltere dışındakiler, bir suç işlediğinden şüphelenilen, ancak yargılanmasına gerek görülmeyen ya da beraat edenlerin profillerini, kişi gönüllü olarak bankada kalmasına izin vermediği takdirde siliyor.

Karşılaştırma için şüphelilerden alınan kan ve tükürük gibi biyolojik örnekler, Avusturya, İngiltere, Danimarka, Finlandiya, Macaristan, Slovenya ve İsviçre’de yeni bir incelemeye olanak vermek üzere muhafaza edilebiliyor, geri kalanlarında ise, işverenler, sigorta şirketleri ya da biyomedikal endüstriyle paylaşılabileceği korkusuyla imha ediliyor. DNA ile ilgili olarak zaman zaman ortaya atılan, ancak daha sonra genellenemeyeceği ortaya çıkan iddialar, bu korkuları körüklüyor. Örneğin eşcinselliğin Xq28, dindarlığın VMAT2, hızlı koşmanın ACTN3, şişmanlığın INSIG2, zekanın IGF2R, alkol bağımlılığının CRHR1, şizofreninin WKL1, anksiyetenin Pet-1 geniyle ilgili olduğu iddiası ya da bazı genetik özelliklerin bazı etnik gruplarda daha sık görüldüğü iddiası gibi.

Portekiz’in, tıpkı İtalya ve İspanya gibi henüz bir DNA veri bankası yok. Ancak, ilgiyle izlenmesi gereken bir ülke. Çünkü, 2005 Mart’ında işbaşına gelen Jose Socrates hükümeti, tüm vatandaşların dahil olduğu bir yapı istiyor. Çok küçük suçlar işleyenlerin ileride adam öldürebileceğini, herkesi kapsamayan bir bankanın ayırımcı olacağını öne sürüyor. Eğer gerçekleşirse, ülke genelini kapsayan, dünyanın ilk DNA veri bankasına bir çırpıda ulaşıverecekler. Buna karşın Portekiz halkından, her nedense çıt çıkmıyor. Lütfen onlara benzemeyelim, bankamızın nasıl olacağına, hep birlikte tartışarak karar verelim.
Yazının Devamını Oku

Şu seri katil meselesi

12 Kasım 2006
Suçla mücadelenin can damarı sınıflamadır. İzler, boyalar, çiçekler, böcekler, silahlar, yaralar sınıflara ayrılamasaydı, suç aydınlatılamazdı. Bu gerçeği iyi bilen birkaç polis, bundan 35 yıl önce Amerikan cezaevlerinde yatmakta olan ve birden fazla cana kıymış 38 mahkûmla yüz yüze görüşerek, önce seri cinayetleri sınıflara ayırdılar, sonra kriminal profillemeyi geliştirdiler. "Seri katil" kavramı, bu sınıflamanın bir ürünüdür.

Federal Soruşturma Bürosu FBI’ın, efsanevi Davranış Bilimleri Birimi’nin kurucusu polisler, yıllara varan uzun bir zaman diliminde, üç kişiden fazlasını, farklı mekanlarda öldürenleri "seri katil" olarak adlandırdılar ve bu özellikleriyle onları, aynı zaman ve mekanda çok sayıda kişiyi öldürenlerden, ayrıca birkaç saat ile gün içinde farklı mekanlarda cinayet işleyenlerden ayırdılar.

Sadece seri cinayetleri değil, seri kundaklama ve tecavüzleri de inceleyen birim çalışanlarının, olay yerinin nasıl inceleneceği, tanık ve sanık ifadelerinin nasıl alınacağına ilişkin 350 sayfalık "Suç Sınıflama Elkitabı", aradan geçen yıllara ve psikologların ve psikiyatrların acımasız eleştirilerine rağmen, hálá alanının tek kitabıdır ve dünyanın pek çok ülkesinin polis teşkilatında kaynak kitap olarak kullanılır.

Suç Sınıflama Elkitabı’na göre, 1888’de Londra kadınlarının kanlarını donduran Karın Deşen Jak, su götürmez bir seri katildir. Ancak aynı şeyi ondan 300 yıl kadar önce İskoçya’da binden fazla insanı avlayıp yiyen Sawney Bean ile 48 kişilik ailesi, ya da 1600’lerde, haremindeki erkeklerle ilişkiye girdikten sonra onları öldüren Angola Kraliçesi Zingua için söylemek mümkün olmaz.

Çünkü Bean’lerin tek amacı karınlarını doyurmaktı ve mağaralarının önünden geçen herkesi, küçük büyük, kadın, erkek demeden yemişlerdir. Öte yandan Angolalı erkekler, öleceklerini bildikleri halde, kraliçenin yatağı için kıyasıya mücadele etmişlerdir. Kara kraliçe Zingua, kriminolojik, psikolojik ya da sosyolojik açıdan incelemeye değer bir seri katil olabilir ama, Suç Sınıflama Elkitabı’na göre, faili belli, olay yeri belli, üstelik kurbanları gönüllü bu örneğin, kayda değer hiçbir önemi yoktur.

FBI çalışanları, faili belli olmayan bir cinayet yerinin özellikleri, cesedin bulunuş şekli ve otopsi bulgularına dayanarak, seri katil elinden çıkıp çıkmadığını belirlemenin, katilin kim olabileceğini öngörmenin, tekrar öldürmeden yakalayabilmenin ve en önemlisi bir sonraki kurbanın özelliklerini saptayarak, onu korumanın peşindeydi. Tıpkı bugün, suçla mücadele eden profesyonellere öğrettiğimiz gibi.

SUÇ ANALİZ FORMLARI

Batı dünyası, kurbanla fail arasında bir ilişki kuramadığı her cinayeti, hele cinsel motiflileri mutlaka bir seri katilin işi olarak değerlendirir. Bu nedenle bir şüpheli yakalandığında, sadece son cinayetle ilgili değil, evvelce işlenmiş ve çözülememiş başkaca cinayetler de dikkate alınarak sorgulanır. Büyük ve kalabalık bir ülkede, 20 yıl arayla, birbirinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki iki mekanda işlenmiş cinayetleri birbirine bağlamanın zorluğu ortadadır. Bu nedenle cinayet mahallerinin, polislerin kısaca MO (Modus operandi) diye tanımladığı suçun işleniş biçiminin ve kurbana ait özelliklerin çok iyi belgelenmesi ve arşivlenmesi gerekir. Faili meçhul olay yerlerini birbirine bağlayabilmek, aradan uzun yıllar geçse bile saldırganın aynı kişi olabileceğini fark edebilmek için, ülke genelinde, hatta sınırların böylesine açıldığı günümüzde, dünya genelinde bu bilgilerin aynı şekilde toplanması ve güvenlik birimleri arasında paylaşılması gerekir.

1990’ların sonlarında, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün adli bilimler uzmanı iki hukukçusu, Tanıl Başkan ve Tunç Demircan ile birlikte, olay yeri, suçun işleniş biçimi ve mağdur özelliklerinin işlenebileceği ve elektronik ortamda arşivlenebileceği Suç Analiz Formu’nu geliştirmiş ve aralarında öğrencilerimizin de bulunduğu İstanbul’daki olay yeri inceleme ekiplerine sunmuştum. Umarım, sadece bu kentte değil, ülke genelindeki cinayet mahallerinde kullanılması için gayret ediyorlardır. Çünkü kurbanın ayağındaki ayakkabının boy, biçim ve markasına kadar ayrıntı içeren Suç Analiz Formları, DNA delillerinden sonra, iki olay yerini birbirine bağlayabilecek en değerli bilgidir.

HEPSİ SORUNLU DEĞİL

Genel beklentinin aksine, seri katillerin sadece yabancılara saldıracağı görüşü yanlıştır. Önce ana, baba, kardeş ya da yakın akrabalarını öldüren, bunun cezasını çekip serbest kaldıktan sonra, yabancılara yönelen nice katil bulunur.

Seri katillerin her zaman aynı özellikleri taşıyan kişileri, aynı nedenle ve aynı teknikle öldürecekleri de yanlıştır. Seri katillerin hepsi geri zekalı, akıl hastası, eğitimsiz, alkol ya da uyuşturucu bağımlısı, iktidarsız, içine kapanık, çocukken cinsel ya da fiziksel istismara uğramış, tek başına yaşayanlar değildir. Üstelik iki cinayeti birbirinden ayıran yıllar sürebilecek "soğuma dönemleri"nde, iyi bir baba, sevgi dolu bir eş, sevecen bir öğretmen olabilirler. Ayrıca tamamının 20-40 yaş arası erkekler olduğu sanılmamalıdır. 300 kadar Rus kadınını koca şerrinden kurtaran kiralık seri katil Madam Popova, iki küçük çocuğu öldüren 11 yaşındaki İngiliz kızı Mary Bell, aksini kanıtlayan örneklerin sadece ikisidir.

Önyargıların başlıca sakıncası, "tünel etkisi" oluşturmalarıdır. Bir diğer deyişle, kurulan senaryoya uygun birinin aranmasına, ayrıca şüphelenilen bir masumun medya tarafından damgalanmasına yol açar.

PROFİLCİLİK BİLİM DEĞİL SANAT

Seri katillerin yakalanmasında işe yaradığı iddia edilen profilcilik, yani olay yeri ve mağdurun özelliklerinden yola çıkarak, katilin nasıl biri olacağına ilişkin varsayımda bulunmak, FBI’ın Davranış Bilimleri Birimi’nden emekli Douglas ve Ressler gibi polislerin hatıraları, Kuzuların Sessizliği ve Hannibal gibi sinema filmleri, Profiler gibi TV dizileriyle pek ilgi çekmiş ve hayranlık uyandırmıştır.

Tarihin bilinen ilk suçlu profili çalışması, muhtemelen kendini "Benim adım Bond, Thomas Bond" diyerek tanıtan bir cerraha ait. Kısa aralıklarla öldürülen 5 fahişenin otopsi bulgularından yola çıkarak, katilin aynı kişi olduğunu öne süren doktorun, güçlü kuvvetli, soğukkanlı, cesur, orta yaşlı, iyi giyimli, yalnız yaşayan, içine kapanık, işsiz, seks düşkünü ve akıl hastası olarak tanımladığı erkek, Karın Deşen Jak’tan başkası değildi. 120 yıl öncesinin bu profili, Londra polisinin işine yaramadı ve Karın Deşen Jak’ın kim olduğu hiçbir zaman bulunamadı.

Belirli bir sistematiğe ve bilimsel tabana oturmamakla birlikte, suçluların olası profilleri 1930’lu yıllarda Almanlar, 1950’lerde Amerikalılar tarafından, faili meçhul olaylarda ve özellikle aynı kişi tarafından işlendiği düşünülen cinayetlerde kullanılmaya başlandı. Hele New York’lu psikiyatr Arnold Brussel’in, 16 yılda kentin değişik yerlerinde bombalar patlatan kişiyle ilgili olarak "İri yarı birini arayın. Orta yaşlı. Slav göçmeni. Elektrik teknisyeni. Katolik. Bekar. Connecticut’ta kardeşiyle birlikte oturuyor. Annesini seviyor. Babasından nefret ediyor. Onu bulduğunuzda üzerinde büyük bir olasılıkla düğmelerinin tamamı ilikli kruvaze ceket olacak," demesini dikkate alan polisin, "Deli Bombacı" George Metesky’yi eliyle koymuş gibi bulabilmesi, profillemeyi suçla mücadelenin sihirli bir silahı haline getirdi. (Polis bir geceyarısı Metesky’nin kapısını çaldığında üzerinde pijamaları vardı. Karakola gitmek için giyindiğinde, kruvaze ceketinin tüm düğmelerini iliklemişti!)

Ancak profillemenin bilimsel bir dayanağı yoktu. Hálá da yok. Göz kararı, el yordamıyla polise yardımcı olmaya çalışanlar kimi zaman öylesine ilgisiz kişileri tanımlamaya başladı ki, polisin olayı çözeceği varken, vakit kaybetmesine, yanlış kişilerin peşine düşmesine dahi neden oldu ve oluyor.

KATİL PROFİLCİYE GÖRE DEĞİŞİR

Bahçe içinde, iki katlı bir ev hayal edin. Kapılarda zorlama yok. İkinci kattaki açık pencereye dayanmış bir merdiven. Merdivenin ulaştığı yer, bir yatak odası. Işık yanıyor. Dağınıklık yok. Yatağın üzerinde çıplak, genç bir erkek cesedi. Bağırsakları dışarıya fırlamış. Açık pencereye yakın bir yerde, halının üzerinde bir bıçak. Alt kattaki mutfakta bu bıçakla aynı markayı taşıyan başka bıçaklar var.

Şimdi bu mekana FBI’ın profilleme eğitiminden geçen bir polisin girdiğini varsayalım. Hemen, katilin "düzenli" değil, "dağınık" olduğunu söyleyecektir. Çünkü cinayeti, önceden yapılan bir plan dahilinde işlememiş, silahı dışarıdan getirmemiş, götürmeyip, evde bırakmıştır. FBI sınıflamasında, dağınık bir katilin zeka düzeyi ve eğitimi düşüktür, kurbanını önceden tehdit etmemiş, eline fırsat geçtiği için öldürmüştür.

Aynı mekana, profesör David Canter’in "soruşturmaya yönelik psikoloji" eğitiminden geçmiş biri girse, gördüklerini değerlendirme şekli çok başka olur. Onun elinde, evvelce çözülmüş yüzlerce cinayete dayalı olarak hazırlanan bir cetvel bulunacak, uzmanımız da olay yerinin özelliklerine bakarak, katili cetveldeki beş sınıftan birine sokacaktır. Örneğin, "pencereye merdiven dayanmış, demek ki kurbanla katil birbirini tanımıyor" gibi.

Brent Turvey gibi adli bilimler eğitiminden geçmiş bir profilci ise, pencereye dayalı merdivenin ayaklarının, 60-70 kilo ağırlığında birinin inip çıkması sonucunda toprağa ne kadar gömülmesi gerektiğini hesaplayacaktır. Çukurun derinliği azsa, katilin sokak kapısından girdiğini, merdiveni polisi şaşırtmak için pencereye dayadığını düşünecek, dolayısıyla katille kurbanın birbirini tanıdığı sonucuna varacaktır.

İşte kriminal profilleme böyle bir şeydir. Yıllardır yüzlerce meraklıyı kendisine çekmiş, hatta internet üzerinden sertifika programları bile sunulan bir alandır. Pek çok roman ve senaryo yazarını, yönetmeni zengin etmiştir ama, gerçek yaşamda sadece profillemeye dayanarak yakalanan seri katil sayısı, bir elin parmaklarını geçmez.

Türkiye’nin seri katilleri hata yapınca yakalanıyor

1986’da Antalya’da Başkomiser Nuri Keskin’i öldüren Süleyman Aktaş, 1994’te kafalarına çivi çaktığı kişilerin beşini de, Denizli’nin Çambaşı köyündeki komşuları arasından seçmeseydi;

1998 baharında üç mobilyacının kafasına, dükkanlarının bodrumunda kurşun sıkarak öldüren Seyit Ahmet Demirci, ilk kurbanı Ali Osman Beldek’in cep telefonunu satmasaydı;

1990’ların ilk yarısında, yaşları 60’ın üzerinde 5 erkekle, tecavüz ettiği 6 yaşlı kadını öldüren Adnan Çolak, ya da bilinen adıyla Artvin Canavarı’nın son saldırdığı Hediye İpek tanıklık edemeseydi;

2001 başlarında Fatih’te 5 kişiyi para ve eşyalarını gasp amacıyla boğan, cesetlerini kolilere yerleştirip değişik yerlere bırakan Orhan Aksoy, öldürdüğü Ali Rıza İdrisoğlu’nun cep telefonunu iki gün kapalı tuttuktan sonra açmasaydı;

7 kişinin ölümünden sorumlu tutulan Karahasan-Bekçe ikilisinin jandarmaya doğrulttukları pompalı tüfek tutukluk yapmasaydı, kimbilir ne zaman yakalanırdı.

Polis kayıtlarına göre 18 kişinin, ailesine ve görgü tanıklarına göre 43 kişinin katil zanlısı Yavuz Yapıcıoğlu’nun bir cinayet, bir de öldürmeye tam teşebbüsle yaralamak suçundan mahkum edilmesi, delillendirmede yaşadığımız sıkıntıların bir diğer göstergesidir. Bu örneklerde dikkati çeken, faillerden hiçbirinin olay yerlerinden ya da mağdurlar üzerinden toplanan bilimsel deliller ile yakalanmadığıdır.

Üç yılda 6 kişiyi pompalı av tüfeğiyle öldüren, bazılarının cesedini bir su kanalı boyunca 10 kilometrelik çizgi üzerine atan, son saldırısında pompalının kartuşunu olay yerinde unutan (bunlara ek olarak biri polis 4 kişiyi de yaralayan) Hamdi Kayapınar’ı, Kayseri Emniyet teşkilatının 30’a yakın görevlisinin coğrafi profilleme tekniğinden de yararlanarak ele geçirmesi gibi ödüle layık soruşturmalar, ne yazık ki hálá bir istisnadır.

Türkiye’de seri cinayetlerin azlığından bahsedilir. Kanımca bu yanlıştır. Olay yerleri iyi analizlenmediğinden birçok faili meçhul cinayet, kayıplar, bulunan kimliği meçhul ceset ve ceset parçaları, yakalanamamış ya da başka nedenlerle yakalanmış aynı suçluların işi olabilir. Dileğim, katilin yapacağı bir hatanın beklenmediği, olay yerinden ve mağdur üzerinden biyolojik delil toplanarak DNA analizlerinin yapıldığı, en kısa zamanda oluşacağını umduğum, "işe yarar" nitelikte bir DNA bankasında toplandığı, böylelikle seri cinayetlerin aydınlatıldığı ve önlendiği günlerin gelmesidir. (İşe yarar bir DNA bankasından ne kastettiğimi gelecek hafta yazacağım.)
Yazının Devamını Oku

Mançurya’daki 731. birlik

29 Ekim 2006
"Tümgeneral Dr. Kawahima Kiyoshi, deneylerde kullandığınız insanların listesi nerede?" diye sordu Rus savcı. "Adları yoktu, onlar birer marutaydı, yani ağaç kütüğü, sadece numaraları vardı" diye yanıtladı doktor. "Bu erkeklere, kadınlara, çocuklara ne oldu?" diye sordu savcı. "Deneylerden sonra öldüler." Marutaların çoğu Çinli, Koreli, Moğol ve Rus’tu, pek azı da savaş tutsağı Amerikalı. Sayıları bilinmiyor. Kimine göre 3 bin, kimine göre 10 bin. Nazi doktorların yaptıkları en ince ayrıntısına kadar hemen ortaya çıktı da, aynı tarihlerde Mançurya’daki 731. Japon birliğindeki insanlık suçları hálá karanlıkta.

Henüz 30’larındaki savcı Lev N. Smirnov, çantasında yeni bir iddianameyle 1949 Aralık’ında Moskova Yaroslav garının 2 numaralı peronundan kalkan Transsibirya ekspresine bindi. 70 kadar ülkeden, yaklaşık 60 milyon cana mal olan II. Dünya Savaşı gerilerde kalmış, genç savcı hem Almanların savaş suçlusu olarak yargılandığı Nürnberg’de, hem de Japonların yargıç önüne çıkartıldığı Tokyo mahkemesinde görev yapmıştı.

Şimdi, 25 Aralık’ta Habarovsk’ta başlayacak bir duruşmaya gidiyordu. Taygalar, stepler ve çölleri aşacak Transsibirya ekspresindeki bir hafta boyunca, 1931 ile 1945 arasında kimyasal ve biyolojik silah geliştirmeye yönelik araştırmalara katılmış Japonlarla ilgili iddianamesini gözden geçirecekti. Pek mutlu sayılmazdı. Bu araştırmaların yürütüldüğü 731. birliğe liderlik edenin mikrobiyoloji uzmanı doktor Korgeneral Ishii Shiro olduğunu gayet iyi bildiği halde, onu Tokyo Mahkemesi’nin 11 yargıcı önüne çıkartamamıştı, Habarovsk duruşmasının sekizi hekim 12 zanlısı arasında da onun adı ne yazık ki geçmiyordu.

Rus savcı ile Japon tabip hiçbir zaman karşılaşmadı. Savcı, Sovyetler Birliği’nin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na kadar yükseldi ve yıllarca görev yaptı. Batı dünyasında iyi tanınan ve Rusya’nın yetiştirdiği en ünlü hukukçular arasında sayılan Lev Smirnov’un adı 1986’daki ölümüne dek hep gündemde kaldı. 731. birlikte yaşananlar ise sadece Habarovsk Mahkemesi’nde dile getirildi. Birliğin fikir babası askeri tabip İshii Shiro’nun adı ise, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan hiçbir mahkemenin tutanağında yer almadı. Korgeneralin, müttefik kuvvetler başkumandanı Douglas MacArthur ile yapılmış bir antlaşması vardı çünkü.

GAZETE HABERİNİN YARATTIĞI CANAVAR

I. Dünya Savaşı bittiğinde Japonlar, savaş sırasında Almanların, İngilizlerin ve Amerikalıların kullandığı klor, fosjen ve hardal gazı gibi kimyasal silahlar hakkında hiçbir bilgileri bulunmadığını fark ettiler ve bu eksikliği telafi etmek için, İmparatorluk Ordusu bünyesinde, Yüzbaşı Terunobu Hasebe başkanlığında 40 kişilik bir araştırma ekibi oluşturdular.

O tarihte İshii Shiro, henüz Kyoto Üniversitesi’nde, zeki, çalışkan, ancak kendini beğenmiş ve pek küstah olarak tanınan bir tıp öğrencisiydi. Fakülteyi bitirir bitirmez orduya katılmakla birlikte, kısa bir süre sonra mikrobiyoloji doktorası için yeniden üniversiteye döndü. Bu arada rektörün kızını sevdi, onunla evlendi, her şey yolunda giderken sakin ve huzur dolu akademik yolculuğu, bir sabah okuduğu haberle alt üst oldu. Sadece onun değil, on binlerin yaşamını alt üst edecek, Japonya ile Çin arasında günümüzde bile süren siyasi gerilimlere neden olacak haber, 17 Haziran 1925’te Cenevre’de imzaya açılan bir protokolle ilgiliydi. Savaşlarda kimyasal silahların kullanımı yasaklanıyordu. Polonya, bunlara bakteriyolojik silahların da eklenmesini istemişti. Ishii Shiro, kimyasal silahları biliyordu da, bakteriyolojik olanlardan haberi yoktu. Yasaklandıklarına göre, çok etkili olmalıydılar.

Konu o kadar ilgisini çekti ki, 1927’de doktorasını bitirir bitirmez kendisini yeniden orduda ve yüzbaşı Hasebe’nin araştırma ekibi içinde buldu. Askeri ataşe olarak gönderildiği Avrupa ve Amerika gezilerinden döndüğünde inancı pekişmişti. Modern savaşlar, ancak bilim ve teknoloji gücü ile kazanılabilirdi ve doğal kaynakları yeterli olmayan ülkesinin biyolojik silah üretmekten başka çaresi yoktu.

731. BİRLİK KURULUYOR

1931 Eylül’ünde Japonya, Çin’in kuzeydoğusundaki Mançurya bölgesini işgale başladı ve 1932 Şubat’ında kendi güdümünde bir devlet kurdu: Mançukuo. Yaz başında, Ishii Shiro başkanlığında 10 askeri tabipten oluşan bir ekip Mançukuo’ya keşfe gönderildi. Ekip, biyolojik araştırmalar merkezinin Harbin kentinde, insan deneylerinin gerçekleştirileceği tesislerin de kentin varoşlarındaki Pingfang’da yapılmasını önerdi.

Yarbaylığa terfi eden Ishii Shiro’nun, Harbin’deki ilk tesisi 1932 sonunda resmen açıldı ve kısa zamanda 150 binayı kapsayan ve Kuantung Ordusu Salgın Hastalıkları Önleme ve Su Arıtma Ünitesi adı verilen dev bir araştırma merkezine dönüştü. 1938’de, Pingfang’daki üç metre yüksekliğindeki duvar ve elektrikli tel örgülerle çevrili 3 bin 200 hektar arazi üzerindeki yeni binalara geçilirken, doktor artık albay rütbesini taşıyordu ve emrindekilerin sayısı 3 bini aşmıştı. Askeri havaalanı, tren yolu ve cezaevi ile merkez, 1941’de salgın hastalıkla mücadele ve su arıtma kimliğini terk etti ve tüm faaliyetlerini 731. birlik olarak yürütmeye başladı.

1928’de Jinan’da 6 bin, 1932’de Pingdingshan’da 3 bin, 1937’de Nanking’de 369 bin 366 Çinliyi öldüren Japon İmparatorluk Ordusu, 731. birlikte geliştirilen ilk biyolojik silahını, 1939 yılında Sovyetler’in Nomonhan şehir suyu şebekesini tifo mikrobuyla kirleterek kullandı. İzleyen yıllarda on binlerce vebalı fare, Ishii Shiro’nun geliştirdiği özel bombalar içinde Çin’in değişik bölgelerine, paraşütle bırakıldı, hastalık taşıyan pirelerle bulaşık pirinç ve buğday serpildi.

731. birlik sadece biyolojik silah geliştirmekle kalmadı, veba, antraks, kolera, tifo, difteri, dizanteri, frengi, sarılık, menenjit ve bilinen daha pek çok bulaşıcı hastalığın organizmada yarattığı değişiklikleri de araştırdı. Tabii binlerce sağlam insanı hasta ederek.

KOBAY OLARAK KULLANILAN İNSANLAR

Okurları dehşet içinde bırakan bu bilgiler yeni değildi aslında. New York Times’taki makaleden 45 yıl önce, Moskova Yabancı Diller Yayınevi, Habarovsk Savaş Suçları Mahkemesi tutanaklarını İngilizce, Almanca, Çince’ye çevirerek yayınlamış ve pek çok ülkenin devlet kütüphanesine göndermişti. Sanık ifadeleri, 20 ila 40 yaşlarındaki çoğu Çinli savaş esirlerinin, komünizm sempatizanlarının ve sıradan suçluların, kitleler halinde Pingfang’a tren ya da uçakla getirildiğini gösteriyordu.

Kobay olarak kullanılan bu insanlardan bir bölümüne değişik hastalıklar bulaştırılmış, daha sonra sağlıklılarla aynı hücrelerde tutalarak, her bir hastalığın bulaşma süreleri saptanmaya çalışılmıştı.

Mahkumların bulunduğu mekanın hava basıncı yükseltilmiş, gözlerin ne zaman yuvalarından fırlayacağı araştırılmıştı. Açık arazide kazıklara bağlanan esirlerin üzerine veba etkeni Yersinia pestis’in kültürleri ya da bu etkeni taşıyan pireler püskürtülerek, ne kadar zamanda, kaç kişinin öleceği belirlenmişti. Mahkumların el ve ayakları dondurulduktan sonra, tedavi yöntemleri denenmişti.

Habarovsk mahkemesi tutanaklarında, hamile kadınlara dahi viviseksiyon uygulandığı, yani canlı bedenin gözlem amacıyla açıldığı da kayıtlıydı. Hatta 731. birliğe staj için gönderilen tıp fakültesi öğrencilerinin, apandisit, ampütasyon, trakeotomi gibi ameliyat tekniklerini, anestezi uygulanmamış savaş esiri ve mahkumlarda deneyerek öğrendikleri de.

AHLAKSIZ PAZARLIK

Habarovsk tutanaklarına neredeyse 30 yıl boyunca kimse dokunmaya cesaret edemedi. Çünkü sadece 731. birlik çalışanlarının değil, savcı ve yargıçların Stalin ve rejimi öven konuşmalarını da içermekteydi. İncelemeye çalışanların komünizm propagandasıyla suçlanması işten bile değildi.

Tutanaklar, ilk kez 1981’de John W. Powell’in yayınladığı makalede ele alındı. Bunu iki İngiliz gazetecinin Peter Williams ve David Wallace’ın 1989’da basılan kitabı izledi. Böylelikle dünya, Nazi Almanya’sında yapılanların bir eşinin, hatta daha da aşırısının Japon doktorlar tarafından gerçekleştirildiğini öğrenmeye başlıyordu. Sadece bunu değil, her şeyin fikir babası doktor Ishii Shiro’nun neden Tokyo Mahkemesi’nde ya da Habarovsk’ta yargıç önüne çıkartılamadığını da.

Savaşın hemen ertesinde ABD’nin Fort Detrick biyolojik silah araştırma laboratuvarından bakteriyolog Murray Sanders, 731. birlikle temas kurmak üzere Harbin’e gönderilmiş, Japonların insan deneyleriyle ulaştığı sonuçların, kendilerinin hayvan deneyleriyle elde ettiklerinden üstün olduğunu saptamıştı. Bu bilgi üzerine Amerikalılar, elde edilen sonuçların kendilerine teslimi karşılığında, başta Ishii Shiro olmak üzere üst düzey yetkililerin yargılanmayacağı garantisini verdiler.

Gerçekten Ishii Shiro yargılanmadığı gibi, birlikte görev yaptığı bilinen pek çok doktor, savaştan sonra Japonya’ya dönerek muayenehaneler açtılar, hatta tıp fakültelerine dekan oldular.

2005 sonlarına doğru Japon Keiichi Tsuneishi, ABD Ulusal Arşivleri’ndeki gizliliği kaldırılan belgeler arasında yaptığı incelemede, biyolojik silah üretimi konusunda Sovyetlerin bir adım önüne geçiren bilgiler karşılığında, Amerikalıların 731. birlik komutanlarına para ödediğini de açığa çıkarttı.

Tokyo’nun altındaki kemikler

Çinliler, Japon tarih kitaplarında 731. birliğe yer verilmemesini hep gündemde tuttu, Harbin’de konu ile ilgili bir de müze açtı. Günümüzde bile zaman zaman görülen salgın hastalıklardan, Japonların burada ürettiği biyolojik silahları sorumlu tutuyorlar. Öte yandan Japonya, uzun yıllar 731. birliğin varlığını dahi kabul etmedi. Ulusalcı Japon tarihçiler, biyolojik silah meselesinin, Çinliler tarafından uydurulmuş bir propaganda olduğunda ısrar ettiler. 2002 Ağustos’unda Tokyo Bölge Mahkemesi, birliğin biyolojik silah geliştirmek amacıyla kurulduğunu ve insanlar üzerinde deneyler yaptığını kabul etti, ancak Çin Hükümeti’nin tazminat talebini reddetti.

1989’da Japon Sağlık Bakanlığı, Tokyo’nun Toyama bölgesinde savaş sırasında askeri tıp fakültesi olarak kullanılan bazı binaları, yeni bir araştırma merkezi yapmak üzere yıkmaya başladı. Bu arada kafatasları, kol ve bacak kemiklerinin bulunduğu bir toplu mezar ortaya çıktı. Antropolog Hajime Sakura, kemiklerin Japon ırkından olmayan Asyalılara ait olduğunu, kırıklar ve kurşun delikleri bulunduğunu bildirdi. Kemiklerin, Mançurya’dan Tokyo’daki tıp fakültelerine eğitim amacıyla gönderilen cesetler ve organlar olabileceği ileri sürüldü. Sağlık Bakanlığı toplu mezarla 731. birlik arasında bağlantı kurmaktan kaçındı, mahkeme izniyle kemikleri yaktı, külleri bir anıt mezarın altına gömdü. Böylelikle, Çinli savaş esirlerinin akrabası olduğunu iddia eden ailelerin DNA analizi yaptırabilme umudu da ortadan kalktı.

Bu olaydan 17 yıl sonra, 2006 Temmuz’unda, tıp fakültesinin Toyama’daki lojmanlarında oturan 84 yaşındaki bir hemşire sessizliğini bozdu. Amerikalıların Tokyo’ya girdiği 15 Ağustos 1945 günü başhekimin emri üzerine, kendisinin de arasında bulunduğu tüm hastane personelinin, formalin doldurulmuş havuzlarda yüzen cesetlerle, yüzlerce kavanozda korunan kemik ve organ parçalarını buraya gömdüklerini anlattı. Şu sıralar Japonlar, hararetle 713. birliği tartışıyor.

Bu arada biyolojik silahları yasaklayan 1925 Cenevre Protokolü’nü Japonya’nın 1970’te, ABD’nin 1975’te, Türkiye’nin ise 1929’da imzaladığını belirtmek isterim.
Yazının Devamını Oku