Kindalanın önlenemez yükselişi

Hafta içi kitapçıları dolaşırken, Esat Korkmaz’ın Ansiklopedik Şeytan Tasarımı-Terimleri Sözlüğü’ne rastladım.

Açar açmaz karşılaştığım bir kavram, şu sıralar, başta İngilizler olmak üzere, Avrupalı polislerin başını iyiden iyiye derde sokan ve bir türlü çözemedikleri bir sorunu hatırlattı: Cadılık. "Cadı" deyince, Tatlı Cadı, Sihirli Annem ya da Acemi Cadı gibi keyifli TV dizilerinden ya da Dünya Kupası’nda Brezilya maçına çıkmadan önce stadın ortasında tütsüler yakarak Ganalı milli takım topçularına güç kazandırmaya çalışandan söz etmiyoruz elbette. 21. yüzyılın İngiltere’sinde, Hollanda ve Almanya’sında, bundan birkaç yüzyıl öncesinin cadı avlarını anımsatan şiddet eylemlerinden, çocuk istismarından ve cinayetlerden söz ediyoruz. Bir Afrika dili olan Lingalaca’da "cadılık" anlamına gelen "kindala", Avrupa’da giderek yayılıyor ve İnterpol, bu yeni suç tipinin sadece Afrika’dan göçenlerle sınırlı kalmayacağına inanıyor.

Güneşli bir temmuz sabahı, 26 yaşındaki Kongolu Nzuzi Mayingi, ardında küçük oğlunu, 8 aylık hamile genç karısını ve bu acıya katlanamayacağını bildiren kısacık bir not bırakarak bu dünyayı terk etti. Kristal Park’taki bir ağaca kendini asan genç adamın dayanamadığı acının kaynağı, İsa’nın Misyonu Kilisesi’nin rahibi Dr. Dieudonne Tukala’ydı. Tukala, bir süredir vaazlarında, Mayingileri, doğmuş ve doğacak çocukları da dahil olmak üzere, kindalayla itham ediyor, ölmeleri gerektiğinden söz ediyordu. 2006 başında genç babanın, rahibin ve cemaatin baskılarına dayanamayarak intihar ettiğini kanıtlayan Londra polisi, rahibi, intihara alenen teşvik, cinayete azmettirme, işkence, eziyet ve çocuk istismarından tutukladı.

Afrika menekşesinden esinlenerek "Menekşe" adlı verilen ve hedefi Afrikalı göçmenlerin inanç ve ritüele dayalı insan kurban etme, cadı ve şeytan çıkartma ritüellerini engellemek olan operasyonun başındaki emniyet amiri Chris Bourlet, rahibin bir istisna olmasını çok isterdi elbette. Halbuki son birkaç aydır İngilizlerin diğer Avrupalı meslektaşlarıyla yürüttüğü işbirliği, onun hiç de bir istisna olmadığını, Afrikalıların bir arada bulunduğu yerleşimlerde, cadılık ve büyücülüğün çok yaygın bir inanış olduğunu ve gerek polislerin, gerekse sosyolog ve kriminologların bu geleneklerle ilgili ciddi bilgi eksikliği nedeniyle soruşturmalarda pek başarılı olamadıklarını gösterdi.

İngilizler, Menekşe Operasyonu kapsamında, son beş yılda akıl almaz işkencelere uğrayan, hatta bazıları ölen 31 çocuğun, aslında kindala suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını ortaya çıkarttılar. Yapılan incelemeler, ortadan kaybolan ve sahte pasaportlarla ülkeye giriş yapılması nedeniyle izlenemeyen yüzlerce küçük zenci çocuğun kindala kurbanı olabileceğini gösteriyor. Aslında Hollanda’nın Nulde Gölü’nden çıkartılan kafasız küçük kız cesedi, bunu izleyen Belçika, Almanya ve İskoçya’nın göl ve ırmaklarından çıkartılan kafasız, kolsuz, bacaksız küçük bedenler sadece yerel basının ilgisini çekmemiş ve uluslararası platformlara taşınabilmiş olsaydı, belki daha hızlı yol alınabilir ve birçok cinayet engellenebilirdi.

EUROPOL’Ü AYDIRAN ADEM CİNAYETİ

Europol’ün Lahey’de özel bir toplantı yapmasını gerektirecek kadar ciddiye alınan ilk olay, 21 Eylül 2001 günü Thames Nehri’nin üzerindeki köprülerden birinden geçmekte olan bir Londralının tesadüfen aşağıya bakması ve suyun üzerindeki turuncu şortlu, başsız, kolsuz, bacaksız, beş yaşındaki küçük zencinin bedenini görmesi ile ortaya çıkmıştır. Belki hatırlarsanız, 16 Ekim 2005’te, Hürriyet Pazar’da "Adem’i kim öldürdü" başlığı ile bu cinayetin ayrıntılarına değinmiş ve küçüğün mitokondriyal DNA analizinden, midesinden çıkartılan bitki kalıntılarının zehirli kalabar baklasına (physostigma venenosum) ve polenlerin İngiltere’de yetişen otlara ait olmasından, ayrıca kemiklerinin izotop imzasından (stronsiyum 87 izotopunun 86’ya oranı) yola çıkarak, bunun ritüel amaçlı bir cinayet olduğu sonucuna varıldığını yazmıştım.

50 bin sterlinlik ödüle rağmen hálá faili bulunamayan küçük zenci cinayetinin ardındaki motifin, kan ve organları büyü amaçlı kullanmaya yönelik bir ritüel mi, Yoruba inanışının nehirler Tanrıçası Oshun’a bir adak mı, yoksa şeytanın tutsak aldığı ve cadılaştırdığı bir ruhu yok etme dürtüsü, yani kindala mı olduğu anlaşılamamıştı. Kongolu Nzuzi Mayingi’nin intiharından sonra yürütülen soruşturmalar, küçük Adem’in de bir kindala kurbanı olduğunu gösterdi. Sadece onun değil, küçük güzel kız Victoria Adjo Climbie’nin de.

OTOPSİ MASASINDAKİ KÜÇÜK ZENCİ

Victoria Adjo Climbie, 2 Kasım 1991’de Afrika’nın batısındaki Fildişi Sahili’nde Abidjan yakınlarında doğdu. 6 kardeşi olan, sağlıklı, mutlu, akıllı bir çocuktu. Nitekim 7 yaşına geldiğinde, Fransa’da oturan büyük halası Marie-Therese Kouao’nun, kardeşler arasından onu seçip, Fransa’ya yanına almak isteyişi de bu nedenleydi. 1998 Kasımı’nda Paris’e getirilen küçük kız, 2000 yılının soğuk bir şubat sabahı Londra Emniyet Teşkilatı patologlarından Dr. Nathaniel Carey’in önündeki otopsi masasına yatırıldığında, sekiz yaşını dolduralı birkaç ay olmuştu.

Dr. Carey, küçük kızın cansız bedeninde tam 128 yara izi saydı. Bunların değişik zamanlarda ve değişik keskin ve künt gereçlerle meydana geldiğini saptadı. Ayrıca her iki el ve ayak bileğinde, bunların birbirine bağlanmış olduğunu gösteren izler buldu.

Dr. Carey, daha önce benzer ağırlıkta bir fiziksel istismarla hiç karşılaşmamıştı. Ancak ölüm nedenini, bu yaraların hiçbirisine bağlamadı. Küçük, beslenme eksikliğine bağlı hipotermi, yani vücut ısısının normalin altına düşmesinden ölmüştü. Nitekim resmi kayıtlar incelendiğinde, küçük kızın solunum ve kalbinin durduğu Paddington’daki St. Mary Hastanesi’ne son getirilişinde vücut ısısının 28.7 derece olduğu görülür. Peki ne olmuştu da, küçük kız, iyi bir eğitim için büyük umutlarla geldiği medeniyetin bu en ileri ülkesinde 15 ay içinde ölümü bulmuştu.

ADIM ADIM, ÖLÜME DOĞRU YOLCULUK

Büyük hala, küçük kızı önce Villepinte İlkokulu’na kaydetti. Birkaç ay sonra okul, kızın devamsızlığından bahisle annesi sandığı halayı okula çağırdı. Kadın, çocuğun devamsızlığının gerekçesini, sağlık durumundaki bazı sorunlarla açıkladı ve bu durumu doktor raporuyla belgeledi. Fildişi Sahili, Kongo ve Angola’dan göçenlerin çoğunlukta olduğu mahallede çalışan bir Fransız pratisyen hekimin, çocuğu muayene bile etmeden verdiği bir istirahat raporuydu bu ve küçük kızı ölümün randevusuna götüren ilk ihmal.

1999 Şubatı’nda okul yönetimi, çocuğun sınıfta uyumasından kuşkulanarak oturduğu eve bir sosyal hizmet uzmanı gönderdi. Çocuğun bir sağlık sorunu olduğu ve tedavi edildiğini düşünen yönetim, "sorunlu bir anne-çocuk ilişkisi" şeklinde düzenlenen sosyal hizmet uzmanı raporuna rağmen herhangi bir işlem yapmadı.

Hala, bahar geldiğinde, çocuğu okuldan almak zorunda olduğunu, bir cilt hastalığı nedeniyle tedavisinin Londra’da süreceğini, uzak bir akrabası olan Bayan Esther Ackah’ın evinde kalacaklarını bildirdi. Victoria, 25 Mart 1999 günü, arkadaş ve öğretmenleri ile vedalaşmaya gittiğinde, başöğretmen saçlarının traş edilmiş olduğunu ve bir peruk taktığını fark etti. Hava çok sıcaktı, buna rağmen sadece ellerini ve yüzünü açıkta bırakan uzun kollu, uzun bir elbise giydirilmişti. Aslında bu giysiler ve peruk, vücudundaki dayak ve yanık izlerini örtmeyi hedefliyordu ama, kimse bundan kuşkulanmadı.

Nisan 1999’da hala ve küçük kız, önce Bayan Ackah’ın evine yerleştiler. Bayan Ackah, peruğun altındaki yanık izlerini görüp iki kez yabancılar şubesini aradı. Ancak adını vermeye çekindiğinden, isimsiz ihbarları değerlendirmeyen şube, şikayeti işleme sokmadı. Zaten birkaç gün sonra hala ve kız, Bayan Ackah’ın evini terk ederek, önce bir evsizler yurduna, oradan çıkartılınca, halanın tesadüfen tanıdığı bir otobüs şoförü olan Angola göçmeni Carl Manning’in evine taşındılar. Çocuk idrarını tutamıyordu. Bu durum Paris’e geldikten sonra başlamıştı. Gördüğü şiddetin temel nedeni buydu.

Kongo Evangelist Kilisesi’nin rahibi, alt ıslatmanın bir hastalık olmayıp, cadılığın sonucu olduğunu söylemeseydi eğer, sadece dövülmekle de kalabilirdi. Haziran 99’da, Victoria artık tek odalı evin banyosunda kalıyordu. Eli-ayakları bağlı, beline kadar çıkan bir naylon çöp torbasının içinde. 19 Temmuz’da vücudundaki yaralar yüzünden Merkez Middlesex Hastanesi aciline götürüldü. Hiçbir doktor, hiçbir hemşire durumdan şüphelenmedi.

Hastaneden çıkışının hemen ertesi gün, eve bir sosyal hizmet uzmanı geldi. Evde sadece iki kişilik bir yatak gördü ve çocuğun nerede yattığını bile sormadan gitti.

Temmuz sonunda çocuk, yüzündeki ve başındaki darp izleri nedeniyle yeniden hastanelik oldu. Eve yeniden sosyal hizmet uzmanları geldi. Hiçbiri durumu polise bildirmedi. Ve neticede, şubat ayına gelindi. Küçük kız önce Kuzey Middlesex Hastanesi’ne götürüldü, oradan önce St. Mary’s yoğun bakımına, daha sonra da morga.

RİTÜALİSTİK İSTİSMAR YASALARA GİREMEDİ

Victoria’nın ölümünün ardından, hala Marie-Therese Kouao ile otobüs şoförü Carl Manning yargılandılar. İkisi de ömür boyu hapse mahkum edildi. Ama ya durumu gördüğü ya da bilgilendiği halde hiçbir işlem yapmayan öğretmenler, sosyal hizmet uzmanları, yabancılar şubesi polisleri, doktorlar, hemşireler... Hiç kimse onları görevi ihmalden yargılamadı.

Sayıları 8 bine yaklaşan Kongo ve Angola göçmenlerinin beynini cadılık hurafeleri ile yıkayan rahiplerden sadece bir teki, Kongolu genç baba Nzuzi Mayingi’yi intihara yönlendiren tutuklandı. Diğerlerinin vaazları ile işkence ve cinayetler arasında henüz nedensellik bağı kurulamadığından, bildiklerini söylemeyi sürdürüyorlar.

Menekşe Operasyonu ile ortaya çıkanlar, bir meclis araştırma komisyonunun kurulmasına yol açtı. Komisyon "ritüalistik istismar"ın ayrı bir suç tipi olarak tanımlanmasını ve gerek faillerin gerekse ihmali bulunan profesyonellerin çok ağır biçimde cezalandırılmasını önerdi. Bu suçları soruşturacak özel birimlerin kurulmasını, bunların üniversitelerin ilgili birimleriyle işbirliği yaparak Afrika gelenek ve göreneklerini daha derinlemesine incelemesi gerektiğini bildirdi. Nitekim bu yönde birimler kuruldu. Kongo ve Angolalılar arasında önleyici çalışmalara başlandı. Ancak "ritüalistik istismar" tanımı şimdilik yasalara girmedi.

Cadı avcıları mutlaka bir şeytan izi bulur

Her şeyi mutlaka kitabına uydurmaya ve bilimsel olarak gerçekleştirmeye çalışan Avrupalılar, yatak ıslatmak, kabus görmek, esnemek gibi basit delillerle yetinemezlerdi elbette. Bu nedenle cadılığın delillerini bulabilmek üzere özel yöntemler geliştirdiler. Cadı avcılarına göre şeytan, tutsak aldığı bedende mutlaka bir işaret bırakırdı. Bir leke, ben ya da iz şeklinde kendini gösteren bu işaret, cadılığın başlıca deliliydi ve bulunduğu yer kanamaz, acımazdı. Delil kolay bulunabilir olduğu gibi, kulakların içinde, göz kapaklarının altında, hatta vücudun en mahrem yerlerinde bile olabilirdi. Belirli bir ücret karşılığında "bilirkişiler", ellerindeki sivri uçlu çivileri, kalabalık bir izleyici topluluğu önünde, tüm kıllardan arındırılmış vücudun her santimetre karesine batırarak bu kanamayan ve acımayan yerleri saptamaya çalışırlardı. Delilin gözle görülmesine gerek yoktu. Beden üzerinde duyarsız bir noktanın saptanması yeterliydi. Tahmin edersiniz ki, bir kere cadılığın delilleri aranmayagörsün, mutlaka bulunurdu. İdam cezalarının nasıl infaz edildiğini sormazsınız umarım. Bir pazar günü benim için bile tahammül edilmez bir konu!

Malleus Maleficarum sadece birkaç yüzyıl geride

Altını ıslatan, gece kabus gören, nedensiz bağıran, yaramazlık yapan, hatta kilisede esneyen çocukları kolaylıkla cadı olarak damgalayan ve onların sadece kendilerine değil, içinde bulunduğu topluluğa da zarar vereceğinden korkarak mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğine inanan Afrika kültürlerini, 21. yüzyıl Avrupalı aklının alması mümkün değil. Tam da bu nedenle, toplum merkezli polislik (community policing) uygulamaları ile öğünen İngilizler, iş, sayıları 1.5 milyona varan Afrikalı topluluklar içerisindeki suçun önlenmesine gelince tıkanıp kalıyor.

Ne gariptir ki, Avrupalılar, kendilerini bu denli hayrete düşüren ve korkutan cadı avcılığına hiç de yabancı değiller. Sayıları yüz binleri, kimi araştırıcılara göre 9 milyonu bulan küçük, büyük, kadın ve erkeğin (ama daha çok kadının) cadı diye suçlanması, hatta Cadı Tokmağı adlı, Heinrich Kramer ve James Sprenger adlı Alman din adamlarının 1486’da kaleme aldıkları, bir anlamda cadıların muhakeme usullerini bir araya getiren ve delillerin nasıl toplanacağından yargılamanın ve infazın nasıl yapılacağına kadar her türlü ayrıntıyı içeren Malleus Maleficarum, sadece birkaç yüzyıl geride kaldı. O sıralarda Paris, Oxford, Cambridge, Salamanca, Lizbon, Padova, Napoli Üniversiteleri çoktan kurulmuştu. Rönesans başlamıştı. Gütenberg matbaayı bulmuştu. Kilise bütün gücüyle gündelik yaşamı etkiliyordu. Malleus Maleficarum, 300 yıl boyunca bir uygulama rehberi olarak kullanıldı.
Yazarın Tüm Yazıları