Sevil Atasoy

Cavit’in intikamı

22 Ekim 2006
1422 yılı, Recep ayının 21’iydi. Yani 9 Ekim 2001. Cavit İkbal ile suç ortağı Sacit, Pakistan’ın Lahor kentindeki Kot Lakpat cezaevindeki hücrelerinde ölü bulundular. Açılan soruşturmadan bir şey çıkmadı. Her iki mahkûmun sonu, kayıtlara "intihar" diye geçti. Kendilerini asmasalardı eğer, zincirle boğulacak, parçalanacak ve asit dolu bir fıçıya atılacaklardı. Yargıç Bakşi karar vermişti, nasıl öldürdülerse, öyle öleceklerdi.

Pakistan’da Cavit İkbal çok. Kriket oyuncusu Cavit İkbal, cerrah Cavit İkbal, kimyacı Cavit İkbal, baro başkanı Cavit İkbal ve daha niceleri. Lahorlu Cavit İkbal, saydıklarım kadar ünlü biri değildi. Sessiz, sakin, kendi halinde yaşayıp giderken -ya da öyle sanılırken- sokaklarda yaşayan üç çocuğun saldırısına uğradı, adamakıllı dayak yediği yetmiyormuş gibi, parası da çalındı.

Lahor polisinin işi başından aşkındı. 7 milyon nüfuslu kentin uyuşturucu kaçakçıları, göçmenleri, çeteleriyle uğraşırken, Cavit İkbal’in şikayet dilekçesini ihmal etti. Çünkü Lahor polisi, yaşları 8 ile 15 arasında değişen, kimi evden kaçmış, kimi kovulmuş 5 bin kadar çocuğun kent sokaklarında çöp karıştırarak yaşamını sürdürmeye çalıştığını, Data Darbar Camii ile tren istasyonunun etrafında, yırtık bezler üzerinde birbirine sarılarak geceyi geçirdiğini, eroin kuryesi olarak kullanıldığını, hatta bazılarının köprü altlarında ya da kent dışındaki pis otellerde vücudunu satarak saatte 500 rupi (12 YTL) kazandığını gayet iyi biliyordu.

Dilekçeyi bir dosyaya kaldırırken "Cavit İkbal, ölmediğine şükretsin" diye düşündü Ravi sokağı karakolunun memuru. Çocukların dünyasına adım atan, daha sonra parası çalınan, dövülen, öldürülen, ancak failleri bulunamayan o kadar çok kişi vardı ki, hangi birini soruşturacaklardı. Cavit İkbal bir süre bekledi. Baktı polisten ses çıkmıyor, "Bunun acısını çıkartmayı bilirim" dedi ve intikam almaya yemin etti.

GÜLER YÜZLÜ, İYİ KALPLİ

Tam orta yerinde, Pakistan’ın özgürlüğünü simgeleyen 60 metrelik ünlü minaresiyle İkbal Parkı, çevresindeki baharat kokulu çarşı ve hemen yakınındaki 400 yıllık Badşahi Camii’nin dev avlusunda, Pencabiler, muhacirler, Peştunlar ve turistlerin arasında, bir o yana, bir bu yana koşuşturan küçük haşarı oğlanlar, kiminden rupi, kiminden roti dilenir.

Esnaf, bir süredir hemen her gün buralarda dolaşıp küçük yaramazları sevindiren, bazen ellerine bir-iki teklik tutuşturan, bazan karınlarını doyurmak için eve çağıran, gözlüklü, güler yüzlü, temiz giyimli, 40 yaşlarındaki iyi kalpli adama duacıydı.

Gerçi, ne iş yaptığını bilen yoktu. "Gazeteci" diyen de vardı, "sosyal hizmet uzmanı" da. İki kez boşanıp, iki de çocuğu olduğu, az ötedeki Ravi Sokağı’nda bir yerlerde tek başına oturduğu söyleniyordu. Zaten arada bir, yanında hizmetçi olarak çalıştıracağı 10-15 yaşlarında bir çocuk aramasının nedeni de, herhalde bu yalnızlığıydı. Yaşlı ve yalnız bir Pakistanlının ayak işlerini gençten birine gördürmesi çok doğaldı. Zaten Pakistan Ulusal Çocuk Hakları Birliği’nin 1997’de, ülkenin bu yöresinde oturanlar arasında yaptığı ankette de, genç erkeğin yaşlıya hizmetini, sosyal statü göstergesi kabul edenler çoğunluktaydı.

Her neyse, bunların hiç önemi yoktu. Güler yüzlü adam geldiğinde, çocuklar etrafına üşüşüyor ve kimseyi rahatsız etmiyorlardı ya, esas olan buydu. Ancak, iki günde bir, yeni bir yardımcı aramasına bakılırsa, anlaşılan pek geçimsiz biriydi.

ACIMASIZ BİR İNTİKAM

1999 yılı Kasım ayının ortalarına doğru, yanında gençten birisiyle İkbal Parkı’na gelen güler yüzlü adam, oyun oynayan kardeşler İcaz’la Riyaz’a yanaştı. Bacak masajı için 50 rupi ödeyeceğini söyledi. Mutluluktan uçan çocuklar onların peşi sıra, daracık sokaklardan geçerek Ravi Nehri kıyısındaki, yüksek tavanlı, demir parmaklıklı, üç odalı, yarı karanlık, garip kokulu eve gittiler. Bir yandan çocuklarla uzun uzun konuşan, nerede oturduklarını, babalarının ne iş yaptığını soran güler yüzlü adam, diğer yandan elindeki deftere notlar alıyordu. Bir süre sonra kardeşlerden küçüğünün gitmesini istedi ve elindeki defterde, İcaz’ın adının yanına 98 diye not düştü. Cavit İkbal’in, çocuklarını sokaklara bırakan, onları suç işlemeye iten, ortadan kaybolduklarının farkına bile varmayan ailelerden hedeflediği intikamı almasına sadece iki çocuk kalmıştı.

Cavit İkbal çok sabırlıydı. Etler çabuk yok oluyordu da, saçlarla kemiklerin erimesi biraz zaman alıyordu. Hesabına göre, bir çocuğa 120 rupilik (yaklaşık 3 YTL) asit yetiyordu. Önceleri fıçıdakileri pis su kanalına boşaltmış, komşular kokudan rahatsız olunca, Ravi nehrine dökmeye başlamıştı.

ASİT FIÇISINDAKİ ÇOCUKLAR

Beş ay boyunca bir değil, iki değil, tam 100 küçük erkek çocuk, tıpkı Fareli Köyün Kavalcısı masalındaki gibi, iyi kalpli, temiz giyimli, güler yüzlü, gözlüklü adamın ardından Ravi Sokağı’ndaki eve gitti ve bir daha geri dönemedi. Kimse onları aramadı, kimse ortadan kaybolduklarını fark etmedi. Ta 1999 Kasım’ının son haftasında, Urdu dilinde yayınlanan günlük Jang gazetesinin Lahor’daki bürosuna bir paket bırakılıncaya kadar.

Paketin içinden bir mektup ve onlarca erkek çocuk fotoğrafı çıktı. "Ben Cavit İkbal" diye başlıyordu mektup. "Çocukları öldürmeden önce, fotoğraflarını çektim, uyku ilacı verip uyuttum, her birine tecavüz ettim ve öldürdüm. Her şeyi günlüğüme not ettim. Bu mektubun aynısını ve fotoğrafların bir bölümünü polise de gönderdim. İsteseydim 100 değil, 500 çocuk öldürürdüm. Artık isyan ediyorum. Boynuma taş bağlayıp Ravi Nehri’ne atlayacağım."

Cavit İkbal’in polise gönderdiği mektup, ilk dilekçesine benzer şekilde ciddiye alınmadı. Bu nedenle gazeteciler, Ravi Sokağı’ndaki üç odalı eve onlardan önce vardı. Yerdeki kan lekelerini, demir zinciri, duvardaki avuç izlerini, çöp torbalarına doldurulmuş onlarca küçük ayakkabıyı, bir de genizlerini yakan, gözlerini yaşartan garip buharın çıktığı fıçıyı gördüler. Hemen yanıbaşında "Son ikisini atmadım. Hálá içindeler" diye bir not vardı. Ertesi sabah, Jang gazetesi, olay yeri fotoğraflarını, Cavit İkbal’in mektubunu ve onun çektiği, kimi merak, kimi korkuyla bakan birkaç çocuğun fotoğrafını yayınladı. Küçük Riyaz, ağabeyi İcaz’ın fotoğrafını gazetede gördü. Üzerinde 98 yazıyordu.

BİR ADLİ BİLİM MUCİZESİ

Lahorlu Cavit İkbal’in aklına asit işi nereden düştü bilemem. Ancak ondan yıllar önce, kurbanlarını asitle yok eden başkaları da var. Örneğin, Marsilyalı avukat Georges-Alexandre Sarrejani ya da Asitli Vampir adıyla ünlenen ve yakalanması bir "adli bilim mucizesi" olarak kabul edilen İngiliz John George Haigh gibi.

Haigh, gazete okumayı bile günah sayan bir ailenin çocuğuydu. Eğitimini üstün başarılarla bitirdi. 1930’larda basit bir sahtecilikten ilk kez hapse düştüğünde, sülfat asidinin nimetlerini öğrendi. Hatta aside atılan sıçanların yarım saatte yok olup gittiğini kendi gözleriyle de gördü. Cezaevinden çıktığında, çalışarak bir yere varamayacağına çoktan karar vermişti. Zengin ve orta yaşlı kadınları baştan çıkartmaya, paraları bittikten sonra öldürmeye, cesetlerini sülfat asitli bidonlara atıp, oluşan çamuru bahçeye dökmeye başladı. Haigh’in son kurbanı dul Bayan Olivia Durand-Dencon’du.

Kadının ortadan kaybolması üzerine, bazı sorular sormak üzere Haigh’in Londra’da Gloucester sokağı 79 numaradaki evine gönderilen polis memuru, yanına arkadaşı adli patolog Dr. Keith Simpson’u almasaydı, kim bilir daha kaç kadın çamurlaşacaktı.

Polis memuru Haigh ile konuşurken bahçede dolanan doktorun gözüne kiraz tanesi büyüklüğünde bir taş takıldı. Dikkatsiz birinin kolayca çakıl taşı sanacağı cisim, aslında bir safra kesesi taşıydı. Ertesi gün doktor ve ekibi, bahçeden 250 kilo kadar çamur topladı. İçerisinde insan yağı ve bir diş protezi buldular. Hastane kayıtları incelendiğinde, Bayan Olivia Durand-Dencon’un safra kesesinde taş olduğu ve protez taktığı ortaya çıktı.

Kadının cesedi bulunamamış olsa da, bu deliller, 6 Ağustos 1949’da Haigh’i, Londra’nın güneyindeki Wandsworth cezaevinin darağacına götürmeye yetti. Aslında John George Haigh, dört kadını öldürdüğünü ve iddia edildiği gibi kanlarını içmediğini söyleyip durdu. Ancak jüri, onu o yıllarda ortadan kaybolan başka dört kadının daha ölümünden sorumlu tuttuğu gibi, gazeteler de, ısrarla fincanla kan içtiğini yazdı. Bu nedenle adı, seri katiller dünyasında, "Asitli Vampir" olarak kaldı.

Polis bulamayınca, gazetecilere teslim oldu

Lahor polisi Cavit İkbal’in mektubunda yazdığı gibi boynuna taş bağlayıp nehre atladığını düşündü. Gece gündüz çalışarak, Ravi Nehri’nin altını üstüne getirdi, bir şey bulamadı. Bunun üzerine Emniyet Genel Müdürü Tarık Salem Dogar, yüzlerce polis memurunu görevlendirerek, Pakistan tarihinin en büyük insan avını başlattı.

Pencap Adli Bilimler Laboratuvarı’ndan gelen sonuçlar, evdeki fıçıda hidroklorik asit bulunduğunu ve içindeki kemiklerin biri 8, diğeri 15 yaşlarında iki erkek çocuğa ait olduğunu gösterince, katilin 100 çocuğu yok etmek için litrelerce asit satın alması gerektiğinden yola çıkan polis, kimya depolarının peşine düştü ve kısa zamanda İshak Billa ile iki arkadaşına ulaştı.

7 Aralık 1999 sabahı Lahor emniyet müdürlüğünün önünden geçenler, üçüncü kattan aşağıya birinin düştüğüne tanık oldu. Hemen yanına koştular. Ölmüştü, elleri serbestti. Bu, o saatlerde sorgulanan İshak Billa’dan başkası değildi. Lahor adli tabibinin raporu, işkence belirtilerini sıralayınca, sorgusuna katılan üç polis memuru tutuklandı. Gazeteler, Billa’nın konuşamadan öldüğünü yazdı.

Lahor sokaklarında yüzlerce çocuk, ellerinde pankartlar, Cavit İkbal’i bir türlü bulamayan polisin aleyhinde gösteriler yaptı, karakolları taşladı. Nihayet 30 Aralık 1999 sabahı Cavit İkbal, Jang gazetesinin bürosuna gelerek gazetecilere teslim oldu. Sacit adlı bir gencin, zaman zaman çocukları parçalamakta ve fıçıları nehre taşımakta ona yardım ettiğini anlattı.

12 İNTİHAR TEŞEBBÜSÜ

Cavit’le Sacit’in davası 8 Şubat 2000’de başladı. 98 numaralı fotoğraftaki İcaz’ın kardeşi Riyaz’ı ve daha pek çok tanığı dinleyen yargıç Bukşi Ranja, 16 Mart günü her ikisini ölüme mahkûm etti. Kendisine her söz verilişinde ailelerin ilgisizliği, polisin beceriksizliği, adalet sisteminin çürümüşlüğü ve esas kurbanın kendisi olduğundan bahseden Cavit İkbal ile suç ortağı, öldürdükleri gibi öleceklerdi. Kurbanların boğulduğu zincirle boğulacak, parçalanıp, aside atılacak ve bütün bunları, öldürdükleri 100 çocuğun ailesi seyredecekti.

Pakistan’ın ilk seri katili Cavit İkbal, akıl hastası olduğunu ileri süren avukatının üst mahkemelere yaptığı itirazları boyunca, Kot Lakpat cezaevindeki hücresinde 12 kez intihara teşebbüs etti. 9 Ekim 2001 günü, o ve 20 yaşındaki suç ortağı Sacit, ülke genelinde kendileri gibi idamı bekleyen, 20 kadarı kadın, yaklaşık 5 bin Pakistanlı arasından sıyrıldılar ve aynı gün, aynı saatte, iki ayrı hücrede, kendilerini çarşafla asmayı başardılar. Her ikisinin otopsisinde yaygın darp ve cebir izleri bulundu. Onlara engel olmayan ve cezaevi müdürü gelmeden boyunlarındaki çarşafları çözen iki gardiyan, ihmalleri nedeniyle hálá yargılanıyor ve Lahor sokakları hálá, 15 yaşından küçük nüfusun 30 milyonu bulduğu Pakistan’ın, İslamabad, Karaçi ve daha nice kentinin sokakları gibi, birkaç rupi ya da bir parça sıcak roti ile mercimek için Cavit İkbal’lerin peşinden gidebilecek binlerce çocuk barındırıyor.
Yazının Devamını Oku

Gitar çalan adamlar

15 Ekim 2006
Bir varmış, bir yokmuş. Rüyaların delil, tanıkların katil, mahkumların masum olduğu günlermiş. Sonunda gökten üç elma düşmüş. Biri benim, biri sizin, biri DNA’nın başına. Anlatacaklarım masal değil. Dünyanın bir yerinde olmuş, her yerinde olabilecek, gitar çalan iki adamın gerçek yaşam öyküsü.

ABD’nin Kansas kentinde bir bahar gecesiydi. Biyoloji öğretmeni ve amatör müzisyen Dennis Fritz’in annesiyle teyzesi çoktan yatmaya gitmişti. Siyah saçlı, mavi gözlü, ufak tefek genç adam televizyonun karşısındaki kanapede hafiften uyukluyordu. Aslında Oklahoma City’ye iki saat uzaklıktaki Ada kasabasındandı. Birkaç gün önce annesinin evini boyamak için Kansas’a gelmişti. Yorgundu. Birden telefon çaldı. "Gecenin bir yarısında annemi kim arar? Herhalde yanlış olmalı. " diye düşündü. "Merhaba, Dennis Fritz siz misiniz? diye sordu bir kadın sesi. "Evet" diye yanıtladı şaşkınlıkla Fritz. Kadın, telefonu yüzüne kapatttı.

10-15 dakika sonra evin önünde bir otomobil kapısının kapandığını duydu. Merak edip pencereden baktı, gözlerine inanamadı. Tüfeklerini doğrultmuş, sadece gözleri görünen onlarca polis etrafı çevirmişti. Kapıya çıktı. Sivil giyimli iki kişi ona doğru yürüdü. Birini tanıdı. Geldiği kasabanın polislerinden biriydi. "Dennis Fritz sen misin?" diye sordu öbürü. "Evet" dedi. "Ellerini kaldır. Seni Debra Sue Carter’in ırzına geçmek ve onu öldürmekten tutukluyoruz." "Debra Carter de kim?" diye düşündü. Bu isimde birini tanımıyordu.

Dennis Fritz, 1987’nin o bahar gecesi, annesinin evini elleri kelepçeli terk etti. Tıpkı, ara sıra birlikte gitar çaldığı Ron Williamson’un, birkaç gece önce annesinin evinden çıktığı gibi.

CESEDE KETÇAPLA YAZILANLAR

8 Aralık 1982 sabahı, Oklahoma eyaleti Ada kasabasında dedektif Dennis Smith başkanlığındaki bir polis ekibi, Debra Sue Carter’in sokak kapısı kırık dairesinde delil topluyordu. Genç kadın, oraya buraya atılmış pelüş hayvanlar, elbiseler, battaniye, çarşaf ve yastıklar arasında yüzükoyun yatıyordu. Ayağındaki beyaz kısa çorapları dışında, çırılçıplaktı.

21 yaşındaki, Coach Light kulübü garsonunun sırtına ketçapla "Duke Graham", göğsüne kırmızı tırnak cilasıyla "Öl" yazılmıştı. Polisler, duvara rujla yazılan "Bundan sonra Jim Smith ölecek" ve mutfak masası üzerindeki "Bizi başka yerde arama" cümlelerinin fotoğrafını çekti. Memur Jerry Peters, kapının pervazında bir sürü parmakizi, yatağın yan tarafına gelen duvarda kanlı bir avuç izi buldu.

Polisler, genç kadının ağzının içindeki, boğazına kadar uzanan kanlı elbezini, hemen başının altındaki telefon kablosu ile kemeri, üzerindeki saç ve kılları, ayrıca lekeli çarşafı özenle paketlediler ve gittiler.

Ertesi gün otopside, Oklahoma Eyaleti adli tabiplerinden Dr. Fred Jordan, ketçap şişesinin kapağını Debra’nın anüsünden çıkarttı. Vücudundaki darp izlerinin hiçbiri ölümcül değildi. Genç kadını, ağzına tıkılan bez ve boğazını sıkan kablo öldürmüştü. 15 bin nüfuslu Ada kasabası, sakin ve huzurlu bir yerdi. Bu tür cinayetlere alışık değildi.

KATİLİ BULDUĞUNU SANDI

Soruşturmanın başlangıcında dedektif Dennis Smith’in, Debra cinayetiyle ilgili iki tanığı vardı. İlki, aynı kulüpte garson olan Gina Vietta’ydı. Gina, izinli olduğu 7 Aralık gecesinde, saat 1.30’a doğru Debra’nın aradığını anlattı. Bir müşteri, kendisini rahatsız etmiş, tek başına dışarı çıkmaya korktuğundan, arabayla gelip almasını rica etmişti. Tam evden ayrılmak üzereyken Debra yeniden telefon etmiş, gelmesine gerek kalmadığını söylemişti. Arkadaşını rahatsız edenin kim olduğunu bilmiyordu.

İkinci tanık, kurbanın liseden sınıf arkadaşı Glen Gore’du. Anlattıkları, ilk tanığın söyledikleriyle örtüşüyordu. Glen, o gece Coach Light’a gittiğini, Debra’nın geç bir saatte yanına gelerek bir müşterinin davranışlarından şikayetçi olduğunu, yardımcı olmasını rica ettiğini anlattı. Kızı rahatlatmak üzere, bir süre onunla dans etmiş, daha sonra bardan ayrılmıştı. Debra’yı taciz edeni tanıyordu, Ron Williamson.

Dedektif Smith mutluydu. Katile çok yaklaşmıştı. Ron Williamson denen serseriyi biliyordu. Gitar çalardı. Zaten kızın sırtına da ketçapla Duke Graham yazılmıştı. Duke, gitar çalan bir müzisyendi.

KAN VE TÜKÜRÜK ALINDI

Glen Gore, adını vermemiş olsaydı da, dedektif Dennis Smith, cinayetle ilgili olarak Ron Williamson’u sorgulardı. Bir zamanlar sadece kasabanın değil, tüm Oklahoma eyaletinin en iyi sporcusu olan Ron, evlendikten sonra bir hayli değişmiş, durmadan içmeye, avuç dolusu Quaalude (benzodiyazepin türevi bir uyku ilacı) almaya başlamıştı. Karısından boşandıktan sonra iki kez tecavüzle suçlanmış, beraat etmiş, bir kaç kez psikiyatrik tedavi görmüş, sonunda annesinin Ada’daki evine dönmüştü.

Ada kasabası kadınları, Ron Williamson’un kapılardan sığmayan boyundan, küfürlü ve açık saçık konuşmalarından korkardı. İşsizdi, günde 20 saat uyurdu. Bir zamanlar kasabanın kahramanı olan yıldız atletinin artık sessiz ve sakin biyoloji öğretmeni Dennis Fritz’den başka arkadaşı yoktu. İkisi de boşanmıştı, ikisi de gitar çalardı. Hatta zaman zaman birlikte çapkınlık ederlerdi. Bu nedenlerle, dedektif Smith’in 14 Mart 1983 günü kapısını çalması çok doğaldı.

Ron, Debra’nın fotoğrafını gördüğünde, onu tanıyıp tanımadığından emin olamadı. Hiç itiraz etmeden karakola gitti, kendisinden istenen saç ve tükürük örneklerini verdi. Dedektif, olay yerinden toplanan tüm delillerle birlikte, bu örnekleri de Oklahoma Eyaleti Soruşturma Bürosu’nun kriminal laboratuvarına gönderdi.

Dedektif, Ron’u sorguladıktan hemen sonra biyoloji öğretmeni arkadaşıyla görüştü. Öğretmen, 2-3 aydır Coach Light kulübüne gitmemiş, Ron’u da görmemişti, öldürülen garson kadını tanımıyordu. Polis, onun da saç ve tükürük örneklerini Oklahoma’ya gönderdi.

RAPOR İÇİN 3 YIL BEKLENDİ

Oklahoma’dan gelen ilk rapor, çarşaf üzerindeki sperm ve kan lekeleriyle ilgiliydi. Ancak dedektif Smith’in hiç işine yaramadı. İncelemeyi yapan kimyacı Mary Long’a göre, kurbanın ve çarşaftaki kanın grubu (A)’ydı. Ron ve öğretmeninki ise, sıfır. Bu durumda kan lekeleri, ölene aitti. Öte yandan erkekler "sekretör" değildi. Yani tükürük ve spermlerinde kan grubu maddeleri bulunmuyordu. Çarşafın üzerindeki sperm de, sekretör olmayan birisine aitti. Kısacası, ya şüphelilerden birine, ya diğerine, ya da tamamen farklı birine ait olabilirdi.

Dedektif Smith’i mutsuz eden bir diğer rapor, uzman Jerry Peters’in kapının pervazından elde ettiği parmak izleri ve duvardaki kanlı avuç iziyle ilgiliydi. İzler, ne şüphelendiği kişilere, ne de kurbana aitti. Yoksa, katil bir başkasıydı da, yanlış kişilere mi saplanıp kalmıştı?

Oklahoma kriminalin saç ve kıllarla ilgili raporu, cinayetten ancak üç yıl sonra, 1985 aralığında gelebildi. Olay yerinden toplanan saç ve kılları, Ron ve Dennis’ten alınan örneklerle mikroskobik olarak karşılaştıran kimyacı Melvin Hett, 13 örnekten dördünün Ron Williamson’a, kalanının öğretmen Dennis’e ait olduğu sonucuna varmıştı.

1980’lerin sonu, saç ve kılların mikroskopla karşılaştırılmasının artık masaya yatırıldığı ve kesin delil olarak kullanılmalarından vazgeçildiği yıllardı. Dedektif Smith’in ısrarına rağmen savcı, saç ve kıllara dayanarak iddianame hazırlamayı reddetti. Zaten parmak izleri ve avuç izi de tutmuyordu. Kan grupları da katili bulmaya yetmiyordu.

RÜYA, İKRAR KABUL EDİLDİ

Bu arada beklenmedik bir şey oldu. Ron Williamson çek sahteciliğinden tutuklandı ve Pontotoc cezaevine kondu. Bir psikiyatrik muayeneden geçti ve ceza ehliyetine sahip olmadığına karar verildi.

1987 Nisan’ında Ada polisi, cezaevinden bir mektup aldı. Mahkumlardan Terri Holland, Ron Williamson ile cezaevinde tanıştığını, Debra Carter’i nasıl öldürdüğünü telefonda birisine anlatırken kulak misafiri olduğunu yazıyordu.

Bu ihbarı değerlendiren polis, elindeki tek şüpheli Ron Williamson’u, cinayetle ilgili yeniden sorguladı. Ron, polis memuru Rogers’e, 8 Aralık 1982 gecesi Coach Light kulübüne gittiğini, garson kıza bir süre asıldığını, onu dansa kaldırmak istediğini, başaramadığını söyledi. Bu noktadan sonra Ron, o gece gördüğü bir rüyadan söz etmeye başladı. Arkadaşı öğretmen Dennis Fritz ile birlikte Debra’yı evine kadar takip etmiş, tecavüz etmiş, kabloyla boğmuştu.

Polis, teybe kaydettiği görüşmeyi, cinayetin ikrarı olarak kabul etmek istedi. Ancak suç yerindeki parmak izleri ile duvardaki kanlı avuç izinin Ron’a ait olmayışı, tutuklamanın önündeki en önemli engeldi. İzlerin karşılaştırılmasında hata yapılmış olabileceğini düşünen polis, Debra Carter’in mezarını açmaya karar verdi. Hálá bütünlüğünü koruyan ellerin izini aldı. Duvardaki kanlı avuç izinin kurbanın kendisine ait olduğu ortaya çıktı. Böylelikle, Ron Williamson ile arkadaşının tutuklanmasının önündeki engel kalkmış oldu.

Cinayetten 5 yıl sonra iki arkadaş, öldürülen kadının liseden arkadaşı Glen Gore ile cezaevindeki telefon konuşmasını duyduğunu söyleyen mahkum Terri Holland’ın tanıklığı ve ceza ehliyeti bulunmayan şüphelinin rüyasından başka delil olmaksızın, Debra Sue Carter’i öldürmekten cezaevine girdiler.

EN GÜVENİLİR TANIK KATİL ÇIKTI

Herhalde, gerçek katilin bulunup, bulunmadığını merak etmişsinizdir. Hatırlarsanız, polisin başlıca iki tanığından birinin, öldürülenin lise arkadaşı Glen Gore olduğunu söylemiştim. Cinayetin hemen ertesi günü Glen, Debra Carter’i gece kulübünde taciz edenin Ron Williamson olduğunu anlatmış, dedektif Smith bu bilgi üzerine Ron ile arkadaşından şüphelenmeye başlamıştı.

Debra’nın öldürülmesinden birkaç yıl sonra Gore, gasp, adam kaçırma ve adam öldürmeye teşebbüs suçlarından yargılandı, üç kez 40’ar yıl hapse mahkum oldu ve Oklahoma cezaevine kondu. Çıkartılan yasaya uygun olarak, her mahkum gibi onun da DNA profili incelendi ve Ulusal DNA Bankası’nda yerini aldı. Debra Carter’in üzerindeki saç ve kılların, çarşaftaki spermin DNA profili bankadaki bilgilerle karşılaştırıldığında, onun adına rastlandı. 12 Mayıs 2003 günü, yani Debra’nın ölümünden 21 yıl sonra, gerçek katil yargı önüne çıkartıldı. Dava, 2006 Haziran’ına kadar sürdü. Önce idama mahkum edildi. Daha sonra cezası ömür boyu hapse dönüştürüldü.

Glen Gore, şimdilerde Oklahoma’nın McAlester cezaevinin H bölümünün 153663 sayılı mahkumu olarak internete e-postalar gönderiyor. Kahverengi gözlü, kahverengi saçlı, yarı kızılderili yarı beyaz olduğundan, vücut geliştirme ve her türlü müzikten, özellikle gitardan hoşlandığından bahisle, yazışacak arkadaş arıyor.

BİR İDAM VE MÜEBBET HAPİS

Ron Williamson ve Dennis Smith, 1988 Nisan’ından itibaren iki ayrı jüri önünde yargılanmaya başladı. Ron, idam cezasına, öğretmen müebbet hapse mahkum oldu. Ron, iki yıl Oklahoma Eyalet Cezaevi’nde tutulduktan sonra ölüm cezasını bekleyen mahkumlar için özel inşa edilmiş bir cezaevine nakledildi. Beton, penceresiz bir hücrede, aylarca yıkanmadan ve gereği gibi beslenmeden tutuldu ve 27 Eylül 1994 olarak belirlenen idam cezasının infazını beklemeye başladı. Oklahoma barosunun atadığı avukatı Mark Barrett’in hukuk mücadelesi, idama beş gün kala ilk meyvesini verdi. İdam durduruldu, Ron, tedavi edilmek üzere bir psikiyatri kliniğine gönderildi. 10 Nisan 1997’de, 10. Bölge Temyiz Mahkemesi, Ron’un tekrar yargılanmasına, teknolojideki yeni gelişmelerden yararlanılmasına ve gerek saç ve kılların, gerekse çarşaf üzerindeki sperm lekelerinin DNA analizlerinin yapılmasına karar verdi.

Yıllar önce kan gruplarını çalışarak sonuca varmaktan başka olanağı bulunmayan Oklahoma Eyaleti uzmanı, kimyacı Mary Long, bu kez DNA analizlerini yaptı. Ne saç ve kılların, ne de çarşafın üzerindeki sperm lekesinin DNA profili, Ron Williamson ya da onunla birlikte mahkum olan öğretmen Dennis Fritz’in DNA özelliklerini tutuyordu. 1999 Nisan’ında her ikisi de serbest kaldı. 2002’de Oklahoma Eyaleti’nden tazminat aldılar. Adalet Bakanlığı miktarın gizli tutulmasını şart koştu. Bir zamanların yıldız sporcusu Ron, 2004 Aralık’ında 51 yaşında bir akıl hastanesinde karaciğer sirozundan öldü.

Dennis, bir daha biyoloji öğretmenliği yapamadı, gitar da çalmadı. Halen, cezaevindeki başka masumların kurtulabilmesi için uğraş veren derneklerde çalışıyor, televizyon programlarına çıkıyor ve 12 yıl ayrı kaldığı kızıyla hasret gideriyor.
Yazının Devamını Oku

Yak, beni yak, kendini yak

8 Ekim 2006
Kocası ölen kadınların, hep Franz Lehar’ın Şen Dul (Die Lustige Witwe) operetindeki Madam Hanna gibi şen ve zengin olduğu sanılmasın. Kimi ülkelerde "dul" sözcüğü, "fahişe" ya da "cadı" ile eşdeğer. Kimisinde dullar sokağa atılıyor, aç bırakılıyor, bıçaklanıyor, taşlanıyor, hatta öz oğulları tarafından yakılıyor. Kuria Devi, 21 Eylül 2006 gecesi küpelerini, bileziklerini, kenarı çiçekli turuncu sarisini çıkarttı. Saçlarının başladığı yerdeki parlak kırmızı sinduru sildi. Gerçi 95 yaşındaydı ve daha ne kadar yaşayacağı bilinmezdi ama, bundan böyle sadece beyaz giyecekti. Tıpkı dul kalan milyonlarca Hindu kadın gibi.

Ertesi sabah, 60 milyon nüfuslu Madya Pradeş eyaletinin Baniyani köyündeki cenaze töreninde 20-25 kişiydiler. Beyazlar içindeki Kuria, dört oğlunun arasında, boyundan büyük odun yığınının üzerinde alevler içerisinde son yolculuğuna çıkan kocasını uğurladı. Keşke bir kuş olup da, o gün olanları seyredebilseydik. Köylülerin anlattığı gibi, Kuria’nın kendisini alevlerin içerisine mi attığını, yoksa polis müdürü Şankal Kumar’ın iddia ettiği gibi, dört oğlunun analarını kollarından, bacaklarından tutup, zorla yanmakta olan kocasının yanına mı oturttuklarını gözlerimizle görmüş olurduk.

23 Eylül 2006 günü Şankal müdür, dört kardeşi ve olan bitene seyirci kalan köylüleri tutukladı. Tümü, 1 Ekim 1987 tarihli, Sati Önleme Yasası’na karşı gelmekten ömür boyu hapis istemiyle yargılanacaklar. Sanskritçe orijinalinde "sadık eş" demek olan "sati", yıllar içinde bu anlamını yitirerek, dul kalan kadının, ölen kocasıyla birlikte yakılmasına dönüşmüş. Yasaya göre, kocasının ardından ateşe atlayan kadına engel olmamak, buna teşvik etmek, yanan dulu kutsallaştırmak, adına tapınaklar inşa etmenin cezası bile ömür boyu hapis.

KADINLAR ÜZERİNDEN SİYASET

2006 Ağustos’unda, Madya Pradeş’in Tulsipar köyünden Prem Narayan, felçli geçirdiği 5 yıl sonunda öldü, usulüne uygun olarak yakıldı. Ertesi gün köylüler, 45 yaşındaki karısı Janak Rani’nin ortadan kaybolduğunu polise bildirdi. Yapılan soruşturmada hiçbir görgü tanığına ulaşılamayınca, polis müdürü Mohd Afşar, cenazenin yakıldığı odun kümesi üzerindeki tüm kalıntıların Haydarabad polis kriminal laboratuvarına gönderilmesini emretti. Prem’in kemiklerinin arasında karısınınkilere de rastlanınca, Janak’ın yanarak öldüğü ortaya çıktı. Ulusal Kadın Komisyonu’nun ve feminist yazarların tüm itirazlarına rağmen kadının ölümü kayıtlara intihar diye geçti ve dosya kapatıldı. Eyalet Başbakanı Şivraj Sing Kuhan, köylülere yasadan korkmamalarını, haklarında hiçbir işlem yapılmayacağını bildirir beyanatlarda bulunduğu gibi, dul bir kadının, kocasının ardından intihar etmesinin ne denli kutsal bir eylem olduğunu belirtir konuşmalar bile yaptı.

Halbuki 2002’de komşu Patna-Tamolia köyünde, 65 yaşındaki dul Kuttu Bai’nin nasıl yandığı kesin olarak aydınlatılamadığı halde, yetkililer tam tersi bir davranış sergilemişti. Cenazeyi izleyen 2 bine yakın köylü, kadının kendisini alevlere attığını söylediyse de, Kuttu ve kocasının aralarının açık olduğunu, ayrı evlerde yaşadıklarını, intihar edecek bir nedeni bulunmadığını ve odunlar üzerine zorla oturtulduğunu ileri süren polis 15 kişiyi tutukladı. Kuttu’nun iki oğlu ile iki erkek kardeşi ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. O tarihte eyalet başbakanı Digvijay Sing, konuşmayan köylüleri cezalandırmak amacıyla, iki yıl süreyle tüm devlet yardımını kesti. Bu davranış, bakan Sing’i koltuğundan etti. Dünyanın her yerindeki gibi, Hindistan’da da kadınlar üzerinden siyaset, işe yarıyor anlaşılan.

ÜLKEYİ BÖLEN OLAY

Siyasiler, dulların yakılması konusunda sadece soruşturmaları değil, yargılamayı da etkiliyor. Zengin, okumuş, büyük kentli bir ailenin kızı Rup Kanvar’ın ölümü, buna bir örnek. 18 yaşında, 8 aylık bir gelinken dul kalan Rup Kanvar 4 Eylül 1987 günü, güneş tepeye ulaşmadan, Racastan eyaletinin Deorala köyünde, binlerce kişinin gözleri önünde ve "sati mata ki jai" (kutsal anne çok yaşa) nidaları arasında kocasıyla birlikte yakıldı.

Kimileri, genç kadına cenaze sabahı afyon yutturulduktan sonra kırmızı gelinliğinin giydirildiğini, kucakta köy meydanına taşınarak odunların üzerine oturtulduğunu söylediler. Kimileri, genç gelinin böyle bir sona kendisinin talip olduğunu ve kocası ile birlikte ölmek istediğini anlattılar.

Bu olay üzerine Hindistan, gelenekçiler ile modernler diye ikiye bölündü. Hızla, "Sati Önleme Yasası" çıkartıldı. Medyayı uzunca bir süre meşgul eden soruşturma sonunda, olayı engellemeyen, hatta teşvik eden onlarca köylü ve görevi ihmalden çok sayıda devlet görevlisi ile siyasi hakkında dava açıldı. Aralarında genç kadını odunlara bağlayan kayınpederi ve kayınbiraderinin de bulunduğu 11 kişi mahkûm oldu.

Ancak 31 Ocak 2004’te, bir Jaipur sati özel mahkemesi, delil eksikliğinden hepsinin beraatine karar verdi. Beraat edenlerin arasında eski Racastan bakanları da bulunuyor. Mahkeme, sadece Kanvar davasının mahkûmlarını değil, halen görülmekte olan 22 sati davasının pek çok sanığını da delil yetersizliğinden serbest bıraktı.

O günden bu yana Hindistan’ın pek çok kentinde yüzlerce kadın, zaman zaman bir araya gelerek protesto yürüyüşleri yapıyor, devlet dairelerinin önüne siyah çelenkler bırakıyor, zorla uyuşturucu verilen dul kadınların, kocalarıyla birlikte yakılmalarına oy kaygısı nedeniyle göz yumulduğunu, göstermelik yasalar çıkartmanın yetmediğini, uygulamanın önemli olduğunu, yargıya baskı yapıldığını ileri sürüyorlar.

YASALAR ENGELLEYEMİYOR

Hindistan’da dulların yeniden evlenmesine 1856’dan bu yana izin verildiği halde, bu durum günümüzde bile sadece orta ve üst sosyal sınıflar içerisinde ve ender görülüyor. Dünyevi nimetlerin tümünden elini eteğini çekmesi beklenen, saçları sıfır numara traş edilen, sadece beyaz giyebilen, hiçbir davete hatta kendi çocuklarının düğünlerine bile gidemeyen milyonlarca Hindu dulun, şimdiki ya da önceki hayatındaki günahlarının, kocasının ölümüne neden olduğuna inanılıyor. Bu nedenle dulların, hele çocuksuz olanların, "uğursuzluk getirir" diye evden atılmalarına çok sık rastlanıyor.

Sokaklara düşen dullar, ya Vrindavan, Varanasi, Haridvar gibi, binlerce dulun, açlık, pislik ve hastalık içinde, iyi kalpli zenginlerin ara sıra bıraktığı yiyeceklerle yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları kutsal yerlere gidiyor, ya sokaklarda şarkılar söyleyip dilencilik yapıyor ya da fuhuş batağına gömülüyorlar. Tabii bir de, kocayla birlikte yakılmak gibi "kutsal" ve "üstün" bir çözüm var. İnanışa göre sati, sadece kendisinin değil, tüm akrabalarının bundan sonraki 7 kuşağının günahlarını affettirir, üstelik yeniden doğuşta, yeryüzüne kadın değil, erkek olarak gelişin garantisini verir. Halbuki 50 yıldır Hindistan eyaletlerinin medeni yasaları, batılı bir dul kadının yararlandığı tüm hakları içeriyor. Yeniden anlıyoruz ki, gelenek, töre ve batıl inanışlardan kurtulmadıkça, sadece yasa yapmak, üzerinden yarım asır geçse de, toplumu bir yere vardırmıyor.

DUL YAKMAK 700 YILLIK GELENEK

Hindistan’da sati geleneği çok eski. 700 yıl önce Rajput kadınları, savaşta ölen kocalarının ardından, galip gelen ordu mensuplarının tecavüzüne uğramamak için kendilerini yakmışlar. Daha sonraları, kocaya sadakati ve ölümünden sonra yaşamın anlamsızlığını kanıtlamak için uygulanmış. 1829’da İngilizlerin yasakladığı sati, Hindistan hükümetinin çıkarttığı ağır yasalara rağmen, başta Madya Pradeş ve Racastan eyaletleri olmak üzere, ülkenin orta ve kuzeyindeki kırsal kesimlerde yaşayan Hindular arasında hálá sürüyor. Ve ne yazık ki bazı psikiyatrlar tarafından ritüel intihar olarak değerlendirilerek meşrulaştırılmaya çalışılan bu insanlık dışı uygulama, oy toplama gayretiyle milletvekillerinden bile destek görüyor.

Resmi istatistiklere göre, 1947’deki bağımsızlıktan sonra Hindistan’da yaşanan satilerin sayısı 50 kadar. Halbuki sati ile mücadele eden sivil toplum örgütleri, 40 milyona yakın dul kadının yaşadığı ülkelerinde, yakılanların sayısının bunun çok üzerinde olduğunu, polis tarafından örtbas edilen cinayetlere intihar süsü verildiğini ve siyasilerin soruşturmaları etkileyip, yönlendirdiğini iddia ediyor.

Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor

Esasen dul kalmak, dünyanın birçok ülkesinde kadınlar için sosyal bir ölüme eşdeğer. Kocalarının gidişiyle, sadece eve ekmek getiren ve çocuklara bakan kişiyi değil, toplumdaki statülerini de kaybeden dul kadınlar, ayırımcılığın ve damgalanmanın en ağırını da yaşamaya başlıyor. Evlenmeden önce babalarının, evlendikten sonra kocalarının sahip olduğu ve onlar tarafından denetlenen bu kadınlar, dul kaldıklarında fakirlerin en fakiri durumuna düşüyor, fiziksel, cinsel ve ruhsal istismara uğruyorlar.

Bazı Afrika kültürlerinde, bize hiç de yabancı olmayan bir uygulama gözleniyor. Dul kalan kadın, ölen erkeğin erkek kardeşi ya da bir akrabasıyla birlikte olmaya zorlanıyor. Eskiden bu gelenek, kadın ve çocukları için ekonomik bir güvence olsa da, giderek artan fakirlik ve geniş aile alışkanlığının terk edilmesi, yeniden hamile kalan dul kadının sokağa bırakılmasını da beraberinde getiriyor. Dul kalmanın çocuklar, özellikle kız çocukları üzerindeki negatif etkisi de büyük. Fakirlik, önce onların okuldan alınmasına yol açıyor. Çocuk işçiliğine, erken evliliğe ya da fahişeliğe zorlanma ve satılma bunu izliyor. Kısacası, açlık ve hastalık, okuma yazması olmayan, yeterli beslenme ve barınma olanaklarından yoksun dullar ve çocuklarını bekleyen tek gelecek.

Tıpkı Hindistan’daki gibi, Bali’de, Fiji, Vanuatu gibi Güney Pasifik adalarında, ayrıca pek çok Afrika ülkesinde kadınlar, kocalarının ölümünden sorumlu tutuluyor ve cezalandırılıyor. Örneğin Nijerya’da, kocasının cesedinin yıkandığı suyu içmeye, bir yıl boyunca evden çıkmamaya, aylarca yıkanmamaya, yerde çırılçıplak oturup gündüz ve gecenin belirli saatlerinde bağırıp, ağlamaya, önlerine konan kaptakileri yemeye zorlanıyorlar. İşin en kötüsü, kocaları AIDS’ten ölen Afrikalı dullar, cadılıkla suçlanıyor ve yüzlercesi taşlanıyor, boğuluyor, bıçaklanıyor. Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor.

15 YAŞINDAN BÜYÜK HER12 KADINDAN BİRİ DUL

Son 25 yılda kadınların ekonomik durumuna, sağlık, eğitim ve yasal haklarına ilişkin yayınlanan sayısız raporda, dullara ayrılan bölümlere neredeyse hiç rastlanmıyor. Halbuki dünya genelinde, erişkin her 10 kadından biri dul (Türkiye’de 15 yaşından büyük her 12 kadından biri) ve en gelişmişinden, en gerisine tüm dünya dullarını bekleyen başlıca iki son var: Sosyal statünün kaybı ve azalan ekonomik güç.

Kadınlar, genelde erkeklerden uzun yaşıyor. Bu nedenle, 60 yaşın üzerindeki dul kadınların sayısı, eşlerini kaybeden erkeklerden fazla. Örneğin Hindistan’da, ileri yaştaki kadınların yüzde 54’ü dul. Öte yandan, erkekler genellikle kendilerinden yaşça küçük kadınlarla evlendiklerinden, genç yaşta dul kalan çocuklu kadınların sayısı da yüksek. Asya’nın genelevleri, Nepal, Bangladeş ve Hindistan’dan getirilen çocuk yaşta dullar ve onların kız çocuklarıyla dolu.

Ayrıca savaşlar ve etnik temizlikler, bu kadınların sayısının çığ gibi artmasına yol açıyor. Afganistan’da, dilenmekten başka çaresi olmayan dulların sayısı 2 milyonu aşıyor. 1994 Ruanda soykırımından sonra erişkin kadın nüfusunun yüzde 70’inden fazlası dul kalmıştı. Mozambik kadınlarının yüzde 60’ı dul. Kosova’daki kadınlar, kocalarının ölü mü, kayıp mı olduklarını bile bilmiyor. Kamboçya, Endonezya, Doğu Timor, Vietnam, Myanmar ve Tayland, çaresizlikten kız çocuklarını satan dul kadınlarla dolu.

Şili ve Guatemala gibi birçok Latin Amerika ülkesinde pek çok kadın "kaybolanların" karısı. Onlar, belki de hiçbir zaman dul kalıp kalmadıklarını öğrenemeyecek. Rusya’nın sokaklarında yaşayan küçükler, genellikle genç yaşta dul kalan kadınların çocukları. Ve ne yazık ki, 1979 tarihli BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne rağmen, hükümetler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, hatta kadın birlikleri, dulları ve onların çocuklarını tamamen unutmuş gözüküyor.
Yazının Devamını Oku

Bırakın testosteron düşük kalsın

1 Ekim 2006
Evini terk edenler, geri dönenler, çaydan atlayanlar, Viagra diyerek haftayı geride bıraktık. Sosyologlar, psikologlar, hekimler ve daha pek çok profesyonel, kendi penceresinden olanları değerlendirdi, açıklamaya çalıştı, önerilerde bulundu. Eşler ve öteki kadınlar, gazetelerin okuyucu köşelerine mektuplar gönderip duygularını paylaştı. Konu bir noktada andropoza ve erkeklik hormonu testosterona geldi dayandı. Ben de diyorum ki, bir hastalığın tedavisi söz konusu olmadığında, "bırakın testosteron düşük kalsın".

Saldırganlık, balıklar ve evrim basamağında onların üzerindeki tüm canlılara, atalarından miras kalan bir davranıştır. Basit bir beden hareketinden, öldürmeye kadar gider. Canlılar, başlıca iki durumda saldırıya geçer. Bunlardan ilki yaşamı, ikincisi soyu sürdürmektir. Yiyecek bulmak, başkalarının saldırısından kurtulmak ya da dişiye sahip olmak amacıyla rakiplerle savaşmak gibi.

İnsan dahil, tüm omurgalı canlıların erkeği, belirgin biçimde dişisinden daha fazla şiddet gösterir. Bu gözlem, erkeklik hormonlarıyla saldırganlık arasında bir ilişki olması gerektiğini düşündürmüş ve günümüzde de süregelen sayısız araştırmanın konusunu oluşturmuştur.

1849’da, kısırlaştırdığı horozların saldırganlık, cinsel dürtü ve ötüşlerinde azalma gözleyen ve testis transplantasyonundan sonra bu özelliklerin geri geldiğini tespit eden Danimarkalı profesör August Berthold, aslında bu etkilerin temel sorumlusunun testosteron adlı bir hormon olduğunu bilmiyordu.

Başlıca sentez yeri testisler olduğundan, adına testosteron denen ve üreme organlarının yanı sıra kaslarla kemiklerin gelişiminden, sesin kalınlaşmasına, sakalın çıkmasına varıncaya dek pek çok özelliği denetleyen steroid yapılı bu sihirli hormonun düzeyi, erkekten erkeğe değişir. Hatta aynı erkekte gün içi ve mevsimler arası farklılıklar bile gösterir. En yüksek düzeyine sabah 7 sularında ulaşan, saat 10’a doğru düşmeye başlayan, ergenlikle artmaya başlayıp, 20 yaşlarında tepe noktasına varan, 40’ından sonra azar azar düşen testosteronun saldırganlıkla ilgisi olduğunu öğrenebilmemiz için, ABD’de Yale Üniversitesi’nden psikolog Dr. Frank A. Beach’in doktora tezini bitirmesi gerekecekti.

Evrenin sırlarını çözmek sabır ister. Horoz deneylerinin üzerinden tam 81 yıl geçmişti. Beach, Yale’deki doktorasından sonra Berkeley Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Burada bulunduğu 27 yıl, kedi, köpek, kuş, sıçan, sinek, böcek ve daha birçok hayvanın cinsel yaşamı ve saldırganlığına testosteronun etkisini incelemekle geçti. Bu çalışmaları için, sadece Amerikan Sağlık Bakanlığı Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü fonlarından 2 milyon 659 bin 235 dolar destek aldı. 1988’de, bir kalp yetmezliğinden 77 yaşında öldüğünde, ardında "Hormonlar ve Davranış" denilen yepyeni bir araştırma alanı ve hayvan hakları savunucularının sert eleştirileriyle dolu bir yaşam bırakmıştı.

Yarım yüzyıla yayılan hayvan deneyleri, erkeklerdeki şiddetin, tek olmasa bile, başlıca sorumlusunun testosteron olduğunu defalarca kanıtladı. Pratik ve etik nedenlerden ötürü insanların incelenmesinde hep zorluklar yaşanıyor. Elbette insan saldırganlığını, hayvanlardaki gibi sadece biyolojik faktörlere bağlamak doğru olmaz. Çevresel, kültürel ve sosyal faktörler saldırganlığın ortaya çıkmasına ket vurabilir ya da daha çok belirginleştirebilir.

SIÇANLAR KADIN DÖVMEZ

Sıçan ve insan genlerinin yüzde 90’ından fazlası ortaktır. İnsanı anlamakta, sıçan deneylerinin sıkça kullanılmasının nedeni budur. Ancak, konuya saldırganlık açısından bakıldığında, birbirlerinden çok farklı oldukları görülür.

Örneğin, aynı kafese kapatılan iki erkek sıçandan biri, kısa zaman içinde diğerine üstünlük sağlar ve kafese bırakılan yemi önce kendisi yer. Üstünlük sağlayabilenin kan testosteron düzeyleri, diğerininkinden daha yüksektir. Edilgen durumdakine, düzenli biçimde testosteron verilirse, rolleri değişirler, bu kez o, kafeste hüküm sürmeye başlar. Farklı kafeslerde üstünlük sağlamış, testosteron düzeyleri yüksek iki sıçan, aynı kafese konduğunda, ilginç bir durum gözlenir. Birbirlerinin gücünden çekinirler ve ne biri, ne de diğeri yem kabına yaklaşır. Testosteronları düşer, kilo kaybetmeye başlarlar ve bu durum, farelerden biri açlıktan ölünceye kadar sürer.

Dominant iki erkek insan aynı kafese kapatıldığında, birbirlerine nasıl davranacağını bilemiyoruz. Büyük bir olasılıkla, biri açlıktan ölmeden önce başka bir çözüm geliştirmiş olurlar. İnsanlarla sıçanlar arasındaki yüzde 10’luk gen farkının bir diğer örneği, erkeklerin dişilere davranışıdır. Erkek sıçanlar, dişilerine çok ender saldırır, halbuki dünyanın neresine giderseniz gidin, insanın erkeğinin, başlıca saldırı hedefi, her nedense kadınlardır.

Aile içi şiddet, genellikle çocuklukta öğrenilmiş bir davranış biçimine ya da alkolün, kişinin kendi üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırmasına bağlanır. Gerçi, bir erkeğin karısını ya da çocuklarını dövmesinde her ikisinin de rol oynadığı muhakkak ama, saldırgan erkeklerin en az yüzde 76’sının, eylemleri sırasında alkollü olmadığı, ayrıca yüzde 40’ının çocukluklarında şiddetle karşılaşmadıkları biliniyor. Bu çelişkili durum, aile içi şiddete yol açan başkaca etkenlerin aranmasına yol açmıştır. Tahmin edebileceğiniz gibi, çabuk kızan, en ufak bir söz ya da hareketle sinirlenen, elindekileri oraya buraya fırlatan, durduk yerde kıskançlık krizleri geçiren, eşini döven ve öldüren erkeklerin kan, tükürük ve beyin-omurilik sıvılarındaki testosteron, bu davranışları göstermeyenlerden yüksektir.

TESTOSTERONU DÜŞÜKLER SADIK

Yüksek testosteron, immun sistemi negatif etkileyebiliyor, bir başka deyişle hastalıklara direnci azaltabiliyor. HIV virüsünün Afrika’daki hızlı yayılışını, zenci erkeklerin diğer ırklardan daha yüksek testosteronlarına bağlayanlar var.

İncelenen birçok ülkede, evli erkeklerin daha az hastalanması ve daha uzun yaşaması da testosteronla ilgili olabilir. Çünkü evlilerin testosteron düzeyi, bekarlardan düşük. Çocuklu evlilerinki ise, hepsinden düşük.

Yüksek testosteron, risk almayı cesaretlendirip, birden fazla kadınla beraberliği körükleyebiliyor. Örneğin, Harvard Üniversitesi’nden Peter Gray, Kenya’nın Lamu Adası’nda yaşayan tek eşli Müslüman Svahili erkeklerindeki hormon düzeylerinin, iki eşlilerden daha düşük olduğunu saptamıştı.

Ancak, kerametin evlilikte olmadığını gösteren bir araştırma var. Yine Harvard Üniversitesi’nden Burnham ve ekibi, ister evli olsun, ister olmasın, ister evlilik içi ya da dışı çocuğu olsun ya da olmasın, sadık, uzun süreli ve romantik ilişkiler içerisine girebilen erkeklerin testosteron düzeylerinin, diğer grupların çok altında olduğunu gösterdiler.

İLK DENEKLER MAHKUMLAR VE ASKERLER

Suç ile testosteron düzeyleri arasındaki bağlantı, önce mahkumlarda araştırılmıştır. 1980’lerin sonunda Georgia Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden James Dabbs, suçun içerdiği şiddetin boyutuyla, kan testosteron düzeylerinin doğru orantılı olduğunu, ayrıca ırza geçme, adam öldürme nedeniyle hüküm giyenlerin hormon düzeylerinin, hırsızlık, sahtecilik, uyuşturucu kullanımı suçları işleyenlerden yüksek olduğunu gösterdi. Cezaevi kurallarına uymayanların testosteronları, diğerlerininkinden fazlaydı. 1990’larda, ABD ordusunun 30 ila 40 yaşlarındaki 4 bin 462 mensubu incelendi. Kavgaya karışan, alkol ve uyuşturucu kullanmaya meyilli, küçükken öğretmenleriyle başları derde giren ya da çok eş değiştirmiş askerlerin testosteronları yüksek bulundu. 2000’li yıllara gelindiğinde, Kanada’dan Finlandiya’ya, Nijerya’dan Çin’e binlerce erkek incelenmişti ve artık kimsenin kuşkusu yoktu. Testosteron yüksekliği, tehlike çanlarının çalacağına işaretti.

Testislerin çıkarılmasına son verildi, şimdi iğne ile kimyasal kısırlaştırma var

1 Ocak 1997’de Kaliforniya eyaleti kararını verdi. Bundan böyle, pedofiller öncelikli olmak üzere, cinsel suç işleyenlere, şartlı tahliye edildiklerinde haftada bir kez Depo-Provera iğnesi yapılacaktı. Suçu ilk kez işlemişlerin gönüllü olması bekleniyordu. Tekrarlayanlara ise zorunluydu. Kimyasal kısırlaştırma yasası çıkartılmadan önce defalarca denenmiş ve düzenli biçimde Depo-Provera yapılan cinsel suç faillerinin, bu suçu yeniden işlemedikleri görülmüştü. İlacın etkisi basitti. Testosteron salgılanmasını durduruyordu.

Kimyasal kısırlaştırma, suçla mücadelede bir devrim olarak algılandı. Çünkü asırlardır kadın ve çocukların ırzına geçenlere uygulanan cerrahi kısırlaştırmadan (örneğin testislerin çıkartılması) çok daha insancıldı. Depo-Provera uygulaması Kaliforniya’dan sonra Florida, Georgia, Louisiana, Montana, Oregon, Teksas, Wisconsin ve diğer eyaletlerde yasalaştı. Ardından Kanada, İsrail, Danimarka, Norveç, İsviçre ve Almanya cerrahi kısırlaşmayı terk edip, bu yönteme geçti.

1980’de Fransa’nın cinsel suçtan hüküm giymiş 1100 mahkumu vardı. Bunlar tüm mahkumların sadece yüzde 5’ini oluşturuyordu. Aradan 14 yıl geçtiğinde, bu suç tipinden ceza alanların sayısı 8 bin 200’e yükseldi. Artık tüm mahkumlar içerisindeki oranları yüzde 22’ydi. İşin kötüsü bunların dörtte üçü, küçük yaştakilere saldırmıştı, pedofildiler. Ocak 2005’te Fransa kararını verdi ve ilk olarak 48 pedofil üzerinde kimyasal kısırlaştırmayı denemeye başladı. Bir yıl sonra Yeni Zelanda.

Şimdi piyasada Decapeptyl-CR (Triptorelin) gibi yeni ilaçlar var. Tahliye olanlara, haftada bir yerine, ayda bir iğne yapılıyor, testosteronları azaltılıyor, böylelikle yeniden birisine tecavüz etmeleri engellenmeye çalışılıyor.

KAZANANIN TESTOSTERONU YÜKSEK

Bir karşılaşmadan hemen önce, erkek sporcuların plazma testosteron düzeyi yükselir. Bu durumun koordinasyona, hareketlerin denetimine ve konsantrasyona yaradığı sanılıyor. Yarışma sonrası, kazananların testosteron düzeyi 1-2 saat yüksek kalıyor, kaybedenlerinki ise düşüyor. Kazananlar, galibiyetin rastlantı olduğuna ya da önemsizliğine inanıyorlarsa, testosteron düzeyi ya hiç yükselmiyor ya da karşılaşma sonrası hemen azalıyor.

Bu durum sadece fiziksel etkinliklerde geçerli değil. Örneğin satranç karşılaşmalarına katılanlar, sözlü tartışmalara girenler, hatta maçlardaki taraftarlar için de geçerli. Testosteron ile saldırganlık arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalarıyla bilinen Georgia Üniversitesi’nden Dabbs ve ekibi, Brezilya’nın galibiyetiyle sonuçlanan 1994 Dünya Kupası finali sonrasında, maçı televizyondan izleyen Brezilyalı taraftarların testosteron düzeylerinde önemli bir artış, İtalyanlarınkinde azalma saptamıştı.

KADINLARDA ÇOK DÜŞÜK

Kadınlarda, erkeklerin yirmide biri kadar testosteron var. Onların testosteron düzeyleriyle saldırganlık ve hükmetme becerileri arasındaki ilişki, erkeklerdeki gibi belirgin olmamakla birlikte, suç işlemiş genç kadınların testosteronu, suç işlememiş aynı yaşlardaki kadınlara oranla daha yüksek. Yüksek testosteronluların, diğer kadın mahkumlar üzerinde üstünlük kurduğu biliniyor. Buna karşılık spor karşılaşmaları gibi rekabet gerektiren ortamlarda kadınların testosteronlarının değişmemesi, testosteron etkisinin erkeklere özgü olduğunu gösteren bir bulgu.

İKİ ÖNERİ

Tüm bu verilere dayanarak iki öneride bulunulabilir. 1) Erkekler, testosteron düzeyinizi yapay yollarla yükseltmeye çalışmayın, trafikte sinirlenmez, kavga etmez, daha uzun ve sağlıklı yaşarsınız. 2) Kadınlar, testosteron düzeyi düşük erkekler seçin. Sakin ve anlayışlı olacak, size sadık kalacak ve doğum gününüzde çiçek getirmeyi unutmayacaktır.

"Dışardan bakıp, nasıl anlayacağım?" diye sorarsanız, bilim insanları bununla da ilgileniyor. 2004’te Ohio Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Zeynep Benderlioğlu, elleri, ayakları, kulakları asimetrik erkeklerin yüksek testosteronlu ve daha saldırgan olduklarını bulmuş. Tabii bir de yıllardır incelenen işaret ve yüzük parmaklarının birbirine oranı meselesi var. Sağ elin işaret parmağı, yüzük parmağından ne kadar kısaysa, testosteron o kadar yüksekmiş. Benden söylemesi.
Yazının Devamını Oku

Hipnozlu adalet

24 Eylül 2006
Cezaevinden iki kez kaçtıktan ve 11 yıl yargılandıktan sonra Ted Bundy, 30 kişiyi öldürdüğünü ittiraf etti ve 1989 Şubat’ında elektrikli sandalyede can verdi. O gün havai fişek ve "Yan Bundy Yan" basılı tişört satışlarında patlama oldu. Ted Bundy’yi ölüme, iki görgü tanığının hipnoz altında verdiği ifade götürdü.

Hipnoz, psikolojinin en gizemli, karanlıkta kalmış ve yanlış anlaşılmış konularının başında gelir. Bunun temel nedeni, kullanılan tekniğin filmlerde, basında yer alış biçimi ve sahneye çıkan hipnotistlerin sansasyonel davranışlarıdır. Bilim dünyası bile hipnoza karşı ortak bir yargıya varmış değildir. Genel olarak hipnoz, telkine yatkınlık gösteren bir tür yapay uyku ya da uyku-uyanıklık arası hal olarak tanımlanır. Hipnoz altındaki kişinin daha dinamik ve daha güçlü bir zihin yapısına kavuştuğu, bu sırada hafızanın keskinleştiği, dış görünüşü gevşemiş ve hafif uyku pozisyonunda olduğu halde, tüm algılama eşiklerinin yükseldiği, işitme, hissetme, anlama, kavrama ve yorumlama kapasitelerinin arttığı iddia edilir.

İşbirliği yapmak isteyen, dikkatini bir noktada toplayabilen herkesin hipnotize edilebileceği, bilinçaltı düşüncelerine erişilebileceği ve zihinlerinin kontrol edilebileceği öne sürülse de, bu doğru değildir ve her 100 kişiden sadece 10-15 kadarı hipnotize edilebilir. (Halbuki gözleri önündeki bir tahtaya çizgiler çekerek ya da parmağı gözlerine yaklaşıp uzaklaştırarak her tavuğu hipnotize etmek mümkündür!) Dört yaşından küçüklerle ihtiyarların hipnotize edilemediği, hipnoza yatkınlık açısından kadın ve erkek arasında fark olmadığı, aptalların da, akıllıların da hipnotize edilebildiği, 19. yüzyıldan bu yana bilinen gerçeklerdir.

Geçen yüzyılın başından beri tedavi amaçlı uygulanan hipnozun, yaşanan bir olayın ya da karşılaşılan bir kişinin ayrıntılarını anımsatabilmesi, suçları aydınlatmaya çalışanlara çok cazip gelmiştir. Bu nedenle başta ABD olmak üzere, İngiltere, Rusya gibi birçok ülkede polisler bu tekniği, bir tanığın, mağdurun hatta şüphelinin veya sanığın hafızasını "tazelemek" ve suçla ilgili olarak, unuttuğu ya da çok yüzeysel hatırladıklarını su yüzüne çıkartmak amacıyla kullanmış ve halen kullanmaktadır. Türkiye’de hipnoz altında ifade almak yasaktır. Ancak daha önce hipnoz uygulanmış ve sorgulanmış bir kişinin aynı konuda ifadesinin alınamayacağına dair bir düzenlemeye rastlamadım.

BİNLERCE HİPNOTİST POLİS

1968’de bir Amerikan mahkemesi ilk kez bir tanığın hipnoz altında söylediklerini delil kabul etti (Harding v. State). Adaletin hipnozlu yılları da böylece başlamış oldu. Ancak adli hipnozun ününü ABD sınırları dışına ve dünya medyasının manşetlerine çıkartan, hiç kuşkusuz Kaliforniya eyaletinin 10 bin nüfuslu Chowchilla kasabasındaki servis aracı kaçırılmasıdır.

25 Temmuz 1976 günü, üç kişi, 55 yaşındaki Frank Edward Ray’in kullandığı servis otobüsünü, taşıdığı 26 küçük öğrenciyle birlikte kaçırdı. Şoförle çocukları, iki minibüse doldurup 11 saat yol gittiler ve bir taşocağına hapsettiler. Amaçları, ailelerden fidye istemekti. 16 saat uğraştan sonra ocaktan çıkabilen şoför Ray ve çocuklar, gece boyunca yürüdükten sonra, sağ salim kurtuldu.

Araçlardan hiçbirinin plakasını hatırlayamayan şoföre, Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Psikiyatri Profesörü Dr. William S. Kroger hipnoz uyguladı. Ray, minibüslerden birinin plakasının tüm harf ve sayılarını, sadece bir eksiğiyle ve doğru sırada hatırladı. Saldırganlar, Kanada sınırında yakalandı, yargılandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi.

Hipnozun bu ve benzeri başarıları üzerine, polis teşkilatları psikiyatri uzmanlarından her an yararlanamayacaklarını düşünüp, kendi uzmanlarını yetiştirmeye kalktı. 1980’lere gelindiğinde, sadece Los Angeles’ta, adli amaçlı hipnoz eğitimi almış polislerin sayısı binin üzerindeydi. Teksas’ta 800 ve ABD genelinde 5 binden fazla polis memuru bu amaçla yetiştirilmişti.

"Soruşturmada Hipnoz" adlı kitabın yazarı Dr. Martin Reiser başkanlığındaki Los Angeles Polis Hipnoz Enstitüsü, "kapsamlı bir eğitim programı" sunan en önemli merkezdi ve 4 gün süren 32 ders saatlik kuramsal ve uygulamalı eğitim sonunda polis memurları sertifikalarını alırlardı. Amerika’nın diğer kentlerinde daha kısa süreli hizmet içi eğitim programları sunan çok sayıda organizasyon vardı.

YALAN MAKİNESİ YERİNE HİPNOZ

Ülke genelindeki polis teşkilatlarından farklı olarak Federal Soruşturma Bürosu, Maliye Bakanlığı ve ordunun soruşturma birimleri, Amerikan Tıp Birliği’nin uyarılarını dikkate alarak, adli hipnoz alanında özel eğitimden geçmiş psikiyatrlar ve psikologlar dışında kimseye hipnoz yapma olanağı tanımamıştır.

Bununla birlikte günümüzde dahi, dört günlük programla, adli hipnotist sertifikası veren ve bunu uluslararası düzeyde yapan özel şirketler bulunmaktadır.

Hipnoz altında hatırlanan her zaman gerçek değil. Boşluklar, farkına varılmadan ve genellikle hipnozu uygulayanı memnun etmek amacıyla, hayal ürünleri ile doldurulabiliyor. Bu ve benzeri bilimsel araştırma bulguları nedeniyle Amerikan mahkemeleri, hipnoz altında ya da hipnozdan çıktıktan sonra alınan ifadeleri, delil olarak değerlendirmekten kaçınsa da, başta cinsel saldırılar olmak üzere, tek tanıklı ve tanığın aynı zamanda olayın mağduru olduğu suçların aydınlatılmasında, saldırganın eşkaline ilişkin önemli ipuçları sağlayabilecek bir yöntem olduğunu kabul ediyorlar.

Ancak, acımasız eleştiriler nedeniyle bir ara gözden düşen adli amaçlı hipnozun yıldızı, şu aralar yeniden parlamak üzere. "Kandırılabildiği" defalarca kanıtlanan yalan makinesinin (poligraf) yavaş yavaş yerini alıyor ve yakın bir gelecekte, tıpkı 1970’lerde olduğu gibi, eskilerin deyimiyle "ipten alıp, ipe götürmeye" aday. Seri katil Ted Bundy’yi ölüme götürdüğü gibi.

HİPNOZ ALTINDA TANIKLIK

İlk kurban, üniversite öğrencisi 18 yaşında bir genç kızdı. 4 Ocak 1974 gecesi, yurttaki odasında kafasına vurulmuş, bir demir parçasıyla ırzına geçilmişti. Bulunduğunda, kendi kanı içinde boğuluyordu. Ölmedi, ama bir daha hiç konuşamadı, elini, bacağını kımıldatamadı. Ona bunu kimin yaptığı bulunamadı.

İkincisi, aynı yurtta kalan bir başka öğrenci kızdı. Aradan sadece üç hafta geçmiş, onun da ırzına geçilmişti. Parçalanmış cesedi bir yıl sonra dağlarda bulundu, kafası yoktu. Temmuz geldiğinde, ABD’nin kuzeybatı ucundaki Seattle’de, başına vurulan, ırzına geçilen ve faili bulunamayan kız cinayetlerinin sayısı 10’u bulmuştu. Sonbaharda, bu kez Utah eyaletinde Salt Lake City’de kızlar ortadan kaybolmaya başladı, ertesi yıl Florida’da, sonra başka kentlerde, sonra yine Florida’da. 1978 olduğunda, ölen kızların sayısı 40’a ulaşmıştı. Bir tek ipucu, bir tek tanık yoktu.

15 Ocak 1978 gecesinin ilerleyen saatlerinde Nita Neary, yurt kapısından içeri girdi, merdivenlere doğru ilerledi, birkaç basamak çıkmıştı ki, gözlerine kadar inmiş lacivert beyzbol kasketli, elinde beze sarılı beyzbol sopası bulunan biri, yıldırım hızıyla yanından geçti, kapıdan çıkıp, karanlıkta kayboldu. Nita Neary’nin o gece, o binada, dört kızın uykudayken başlarına sert bir cisimle vurulduğunu, bunlardan ikisinin öldüğünü anlaması, fazla sürmedi. Bir hafta kadar sonra, Nita hipnotize edildi ve sorgulandı. Yanyana sıralanmış fotoğraflar arasından birini seçti. Bu, liseli ve üniversiteli genç kızları baştan çıkartmakla ün yapmış, hukuk fakültesi öğrencisi yakışıklı Ted Bundy’den başkası değildi.

Yaklaşık bir ay sonra, 9 Şubat 1978’de, beyaz kamyonetli birisi, 12 yaşındaki küçük kız Kimberly Leach’i okulunun hemen yanıbaşından kaçırdı, dövdü ve öldürdü. Olayın tek görgü tanığı Clarence Anderson’du. Anderson iki kez hipnoz altında ifade verdi. Hemen ardından kendisine gösterilen fotoğraflara baktı ve Ted Bundy’yi teşhis etti. Ted, sayıları 40’ı bulan genç kız cinayetlerinden bazılarını üstlendiyse de, halk hepsini onun öldürdüğüne inandı. 24 Ocak 1989’da elektrikli sandalyeye oturduğu ana kadar, her gün en az 200 hayranından mektup aldı. Yıllar geçti, Ted Bundy’nin tecavüz ettiği ve boğazını keserek öldürdüğü sanılan 15 yaşındaki Katherine Devine’in çamaşırlarındaki sperm lekeleri nihayet incelendi. DNA profili, ırza geçme suçundan cezaevinde bulunan William E. Cosden adlı birisini tuttu. Cosden, ölünceye dek cezaevinden çıkamayacak. Öte yandan, idam edilmiş olsa bile, Ted Bundy’nin en azından Katherine’in katili olmadığı anlaşıldı. Tarih, 2001’i gösteriyordu. Adalet, 28 yıl sonra olsa da, tecelli etmişti.

SERİ KATİLİN NUMARASI

10 kadının ırzına geçmek ve öldürmekle suçlanan Kenneth Bianchi, 22 Ekim 1979’daki tutuklanmasından hemen önce "Sybil" adlı bir film seyretmişti. Film, çocukluğunda cinsel istismara uğramış ve daha sonra dissosiyatif kimlik bozukluğu (eski deyimiyle çoğul kişilik) gelişmiş bir kadınla ilgiliydi (Tıpkı Mustafa Altıoklar’ın Beyza’nın Kadınları filmindeki gibi). Filmin kahramanından esinlenen Bianchi, kendisinde aynı hastalığın olduğunu ve cinayetleri ikinci kimliği Steve Walker’in işlediğini iddia etti.

Geçmişindeki olaylarla ilgili büyük hafıza boşlukları fark eden avukatı Dean Brett, psikiyatri uzmanı Dr. John Watkins’in müvekkilini hipnotize ederek görüşmesini istedi. Videoya kaydedilen konuşmalar sırasında Bianchi, bir anda "kötü adam" Steve Walker’e dönüşüyor, kadınları nasıl kandırdığını ve cinayetleri nasıl işlediğini anlatıyordu. Dr. Watkins, Kenneth Bianchi’nin hasta olduğuna karar verdi.

Los Angeles polis teşkilatı dedektiflerinden Frank Salerno, hipnoz sürecini kapalı devre televizyondan seyredenlerden biriydi. Kenneth Bianchi’nin, kötü adam Steve’e dönüştüğü bölümlerde, "Ben yaptım, ben öldürdüm" yerine, "O yaptı, o öldürdü" şeklinde (yani Kenneth olarak) konuştuğunu fark etti ve sanığı bir başka uzmanın muayenesini istedi.

Kenneth Bianchi’ye bu kez Dr. Ralph Allison hipnoz uyguladı. Üç saat sonunda o da ikna olmuştu. Bianchi, ağır bir ruh hastasıydı. Ceza ehliyeti yoktu, kesinlikle hapsedilemezdi.

Dedektif Frank Salerno, bir kez de Pensilvanya Üniversitesi Deneysel Psikiyatri Bölümü ve Amerikan Tıp Birliği Bilimsel Araştırmalar Konseyi Başkanı Dr. Martin Orne’nin bilirkişiliğini istedi. Dr. Orne, Kenneth Bianchi’yi hipnotize etmeden önce, ona dissosiyatif kimlik bozukluğu olan kişilerle ilgili bilgi verdi ve onu kandırmak amacıyla, bu hastaların benliklerinde sadece iki kişiyi değil, çok daha fazlasını barındırdıklarını söyledi. Hipnoz sırasında Bianchi, hem "kötü adam" Steve Walker’e, hem de bir üçüncü kişi "Billy"ye dönüşünce, Dr. Orne kararını verdi. Bianchi hipnoz altında yalan söylüyordu. Ceza ehliyeti vardı. Sahtekarlığı ortaya çıkan Bianchi, idamdan kurtulmak için, cinayetleri tek başına değil, yeğeni Angelo Buono ile birlikte işlediğini itiraf etti. Her ikisi ömür boyu hapse mahkûm edildiler. Halen Washington cezaevindeler. Bianchi davası, hipnoz altında alınan ifadelere ne denli dikkat edilmesi gerektiğini öğreten iyi bir derstir.

HİPNOZ ALTINDA VE SONRASINDA SUÇ

Björn Nielsen ile Palle Hardrup, 1945’te bir Danimarka cezaevinde tanıştılar ve dört yıl boyunca birbirlerine hipnoz uygulayarak vakit geçirdiler. Cezaevinden çıktıktan sonra Hardrup, başarısız bir banka soygunu sırasında iki güvenlik memurunu öldürünce, Nielsen’in hipnoz sırasındaki telkinleri yüzünden suç işlediğini iddia etti. Yapılan psikiyatrik muayenesi sonunda da cezai ehliyetinin olmadığına karar verilerek bir hastaneye yatırıldı. Buna karşılık, Björn Nielsen, hipnoz aracılığıyla cinayete azmettirme suçundan ömür boyu hapse mahkûm edildi. Nielsen ve Hartrup davası, hipnozun suça yönlendirip yönlendiremeyeceği konusunu yıllarca gündemde tuttu.

Her ne kadar bir kişiye hipnozla, istemediklerini yaptırmanın olanaksızlığı ileri sürülse de, Leipzig Üniversitesi’nden Hans Pfeiffer’in 2000 yılında yayınladığı "Ruhun Ölümcül Gücü" adlı kitabı, tehdit ve telkinle birleştirilen hipnozun, dengesiz ve ahlaki değerleri olmayan kişileri suça ittiği örneklerle doludur. Bundan birkaç yıl önce Alman RTL televizyonundaki bir canlı yayında hipnotize edilen kadının, en yakın arkadaşının aslana dönüştüğü ve kendisine saldırmakta olduğu telkin edildiğinde, elindeki tabancanın tetiğini nasıl çektiği, bir diğerinin 1 milyon marklık borç senedini nasıl imzaladığı hatırlardadır.

Tabii, bir de hipnozla insanların programlanabildiği ve daha sonra bir telefon, bir e-posta ya da bir sözcükle (tıpkı, Woody Allen’in, Akrebin Laneti filminde "Konstantinopl" ve "Madagaskar"ı duyduğundaki gibi) suç işleyebilir hale getirildiği meselesi var ki, henüz şehir efsanesi tadındadır.
Yazının Devamını Oku

Hitler’in sahte hatıra defterleri

17 Eylül 2006
Karnını doyurmak için yapmayacağı yoktu. Ayakkabıcı, anahtarcı, camcı, garson oldu. Hırsızlığa başladığında 19 yaşındaydı. Sahteciliğe başladığında 29. İnsanlar öylesine cahildi ki, SS subaylarına ait diye sattığı miğfer, matara, üniforma, çizme, mektup, madalya, bayrak, ne varsa sorgulamadan alıyorlardı. İşi biraz büyüttü. Önce Hitler’in imzasını taklit ettiği sahte belgeleri, tabloları sattı, daha sonra da 9 milyon 340 bin Mark’a, hatıra defterlerini. Konrad Kujau, Almanya’da yayınlanan dünyanın ünlü haftalık haber dergilerinden Stern’i dolandırmayı başarmıştı.

1981 Şubat’ında, yuvarlak masanın etrafında dört kişiydiler. Stern muhabiri Gerd Heidemann, genel yayın müdürü Manfred Fischer, editör Peter Koch ve Felix Schmidt. Muhabir, masanın üzerine siyah deri kaplı, 21 x 29 cm /images/100/0x0/55ea75fcf018fbb8f8817362boyutlarında, Alman gotik alfabesiyle ve elle yazılmış üç defter koydu. "Bundan 57 tane daha var" dedi. "Dr. Konrad Fischer adlı bir Doğu Alman, Hitler’in 1932 ile 1945 arasında tuttuğu günlükleri olduğunu söylüyor. 1945’te Dresden yakınlarında düşen askeri uçağın enkazındaki teneke bir kutudan çıkmışlar. Börnersdorf köylüleri bulmuş. Yayın haklarını 10 milyon Mark’a bize satmak istiyor." Müdürle editörler birbirlerine baktılar, Heidemann’ın anlattıkları doğruysa eğer, dünyayı sallayacaklardı. İstenen parayı vermeyi kabul ettiler ve böylece, gelmiş geçmiş en büyük gazetecilik hatasına doğru ilk adımı attılar.

ÜNLÜ TARİHÇİLERE GÖRE DEFTERLER HİTLER’E AİT

Stern editörleri, defterleri önce tarihçi Hugh Trevor-Roper’e gösterdiler. Trevor-Roper, İngiliz hükümetinin emriyle Hitler’in yaşamını incelemiş ve 1947’de, ünlü "Hitler’in son günleri" adlı kitabını yayınlamıştı. Hitler’in yaşam biçimi ve düşünce tarzını en iyi bilenlerden biri kabul edilen tarihçinin kuşkusu yoktu. Defterleri kaleme alan, Hitler’den başkası olamazdı.

Stern, bu görüşle yetinmedi. Yazılanları bir kez de Alman tarihçi Eberhard Jakel’e inceletti. Jakel, Alman tarihine Nazi döneminin etkisini en ince ayrıntıları ile incelemiş, bu konuda çok sayıda eser vermiş birisi olarak kararını verdi. Yazılanlar, Hitler’in kaleminden çıkmış günlüklerdi.

Stern yöneticileri, defterleri bir de Gerhard Ludwig Weinberg’e incelettiler. II. Dünya Savaşı uzmanı, Alman kökenli Amerikalı tarihçinin de görüşü aynı yöndeydi. Defterlerin bulunuşuyla ilgili senaryo, Hitler’in özel pilotu Hans Baur’un hatıralarında yer alan ve Führer’in kişisel arşivini taşıyan Yüzbaşı Friedrich A. Gundlfinger komutasındaki bir uçağın, Nisan 1945’te Dresden yakınlarında düştüğü gerçeğiyle de örtüşüyordu. Kaygılanacak hiçbir şey kalmamıştı.

Stern, bir taraftan defterlerin bir bölümünü The Sunday Times, Paris Match ve Newsweek gibi yayınlara satmak üzere pazarlığa oturdu, diğer taraftan defterleri bulan muhabir ve üç ünlü tarihçiyle bir basın toplantısı düzenledi ve hatıra defterlerini tefrika halinde yayınlamaya başladı. Günlerden 25 Nisan 1983’tü.

İYİ KALPLİ, SEVGİ DOLU BİR HİTLER

Hitler uzmanı üç ünlü tarihçi, yanılmakta haklıydı. Çünkü, Stern muhabiri Gerd Heidemann’a kendisini Dr. Konrad Fischer diye tanıtıp, defterleri veren Konrad Kujau’dan başkası değildi ve Kujau, 1960’ta az sayıda basıldığından sadece özel koleksiyonlarda bulunan, Max Domarus’un "Hitler: Nutuklar ve Beyanatlar, 1932-1945" adlı kitabından kopya çekmişti. Büyük bir Hitler hayranı olan sahtekar, Führer’in imajını negatif etkileyebilecek cümleleri atlamıştı.

Stern, defterleri yayınlamaya başladığında, ortalık ayağa kalktı. Avrupa tarihi yeniden yazılmak üzereydi. Defterlerdeki Hitler, bilinenden çok farklı, sevecen, insancıl biriydi. Yahudilerle ilgili "soykırım" olarak nitelenebilecek görüşleri yoktu. Amacı, onları yok etmek değil, Doğu Avrupa’da bir yerlere yerleştirmekti. Yazılanlar arasında, konsantrasyon kamplarından haberdar olduğunu belirtir, tek bir söz bulunmuyordu.

Tarihçiler acele etmişti. Stern dergisi, tarihçilere güvenmekte acele etmişti. Ancak derginin elindeki kanıtlar, sadece tarihçilerin görüşü değildi. İki ünlü bilirkişi de, el yazılarının Hitler’e ait olduğunu bildirmişti.

İSVİÇRELİ BİLİRKİŞİYE GÖRE EL YAZISI HİTLER’İN

Zürih polis kriminal laboratuvarının kurucusu ve 1971’e dek müdürü, yılların kriminalisti, Dr. Max Frei-Sulzer’in önündeki iş heyecan vericiydi. Zaten hayatı, heyecan veren, gazetelerin birinci sayfalarında yer bulan ve çokça tartışılan işlerle doluydu. Tıpkı Torino’daki Hz. İsa’ya ait olduğu iddia edilen kefen üzerindeki bitki polenlerini incelemesi ve kumaşın Kudüs’ten geldiği sonucuna varması gibi. Bu seferkinin konusu, bir el yazısıydı. Dr. Max, uzunca bir süredir grafoloji alanında bilirkişilik de yapıyordu. (Şimdilerde "belge inceleme uzmanı" diye tanımladığımız kişilere, 20 yıl önce grafolog denirdi. Günümüzde grafoloji denince, el yazısından karakter analizi anlaşılır.)

Max Frei-Sulzer’den istenen, bir defterin yapraklarının fotokopisi ile Alman Devlet Arşivleri’nden alınan belge fotokopilerini karşılaştırmak ve yazının Hitler’in elinden çıkıp çıkmadığını belirlemekti. 14 Ocak 1983’teki ölümünden önce son önemli bilirkişiliğinin bu olacağını nereden bilecekti. Raporu, Stern’i çok memnun etti. El yazısı Hitler’e aitti.

İsviçreli polisin yanılabileceğinden korkan Stern yönetimi, aynı fotokopileri Amerikalı Ordway Hilton’a da gönderdi. 1946’dan beri New York’ta özel bir bilirkişilik şirketinin sahibi, Amerikan Belge İnceleme Derneği’nin kurucusu, 1963’te Londra’da yapılan 1. Uluslararası Adli Belge İnceleme Kongresi’nin başkanı, 80’in üzerinde bilimsel makalenin ve derslerde kullandığımız kaynak kitapların yazarı Hilton, biraz daha temkinli davrandı. Gerçi fotokopi üzerinden karşılaştırmayla kesin sonuç verilemezdi ama, defterlerdeki el yazısı ile karşılaştırma için gönderilenler, aynı elin ürünüydü. Bir başka deyişle, arşivdekiler Adolf Hitler’in yazısı ise, defterdekiler de onundu. Stern yönetimi, bu rapordan da çok memnun kaldı. Tarihçiler gibi, el yazısı uzmanlarının da yanılması çok doğaldı. Çünkü Devlet Arşivi’nden alınan ve karşılaştırma için kendilerine verilen belgeler de, Konrad Kujau elinden çıkmış sahte belgelerdi ve aslında karşılaştırdıkları Kujau’un el yazısından başka birşey değildi.

BİLİRKİŞİLERİ ŞAŞIRTAN GOTİK YAZI

El yazılarını inceleyen bilirkişiler, gotik yazı bilselerdi eğer, bu yanılgıya düşmeyeceklerdi. Ne İsviçreli polis ne de aslen matematikçi olan Amerikalı bilirkişi gotik yazı biliyordu. Üstelik Ordway Hilton, Almanca dahi konuşamazdı. Bir belge inceleme uzmanının yapabileceği en büyük hatalardan birini yapmış, bilmediği dilde ve stildeki bir yazıyı incelemek üzere kabul etmişti. 1998’deki ölümüne dek, bu hatasını dile getirdi.

Defterler, Sütterlin adıyla bilinen Alman gotik el yazısı ile kaleme alınmıştı. Hitler, 3 Ocak 1941’de "Yahudi icadı" diyerek bu stilde yazı yazılmasını ve kitap basımını yasaklamış olmasına rağmen, özel yazışmalarında kullanmayı sürdürmüştür. Genç kuşaklar gotik yazıyı bilmez, bu nedenle 1941 öncesi yazıları okumakta zorlanırlar. Sahtekar Konrad Kujau da, 1938 doğumluydu. Okulda gotik el yazısını değil, latin harfleriyle yazmayı öğrenmişti. Defterlerin ilk sayfasına Adolf Hitler’in ad ve soyadının başharflerini yazarken, A harfini Sütterlin değil, basılı eserlerde kullanılan Fraktur stilinde yazmıştı. Halbuki, Fraktur stilinde "A", Sütterlin stilinde "F" ye tekabül eder. Bu nedenle defterlerin dış kapağında A.H. yerine F.H. yazılıydı.

KİMYACILAR DEVREYE GİRDİ

Türkiye’deki en önemli eksikliklerden biri, Arap harfleri ve değişik stiller kullanılarak kaleme alınan Osmanlıca belgeleri inceleyecek genç kuşak bilirkişilerin sayıca azlığıdır. Bu eksikliği görerek yıllar önce, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü lisansüstü programlarında, Eski Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Kemal Yavuz’a bu amaçla açtırdığım ders, ne yazık ki uzun soluklu olamadı.

5 Mayıs 1983 tarihinde Alman İçişleri Bakanlığı’ndan gelen bir basın açıklaması, medya dünyasına bomba gibi düştü. "Hitler’e ait olduğu iddia edilen hatıra defterleri ve Koblenz Devlet Arşivi’ndeki karşılaştırma belgelerinin asılları kimyacılar tarafından incelenmiş ve tamamının sahte olduğu anlaşılmıştır."

Stern dergisinin valizler dolusu paraya karşılık sürdüğü saltanat bir ayını doldurmadan son bulmuş, ayrıca defterlerin bir bölümünü Stern’den satın alan Amerikan ve İngiliz yayıncıların milyonlarca doları da havaya gitmişti. Peki, nasıl olmuştu da kimyacılar, 3 ünlü tarihçi ile bunca yılın usta bilirkişilerinin atladığı sahteciliği ortaya çıkartabilmişlerdi. Mesele aslında basitti. Onlar el yazısına değil, kağıda, cilt yapım tekniğine, ipliğe, tutkala ve mürekkebe bakmışlardı da ondan.

Kimyacı Julius Grant’ın, defter yapraklarının yapısında saptadığı "blankophor" adlı bir madde, 1954 öncesinde yoktu. Ayrıca kağıt, eski görünümü vermek amacıyla kimyasal bir işlemden geçirilmişti. Bu tip kimyasalların, Hitler’in yaşadığı dönemde kullanılmadığı biliniyordu.

Kullanılan mürekkep de, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında piyasaya çıkmıştı. Mürekkebin yaşı, kimi defterlerde iki yıl, kimisinde sadece altı aylıktı. Belgeler orijinal olsaydı eğer, tümünün en az 40 yaşında olması gerekirdi. (Bu olaydan 20 yıl sonra, bir Türk mahkemesinin sorusuna cevaben, mürekkep yaşının belirlenebileceğini yazdığımda, ülkemizin bazı ünlü "grafologları", bunun bilimsel olmadığına ilişkin karşı görüş bildirmiş ve beni neredeyse hayal görmekle itham etmişlerdi!)

Defterlerin sahte olduğunu gösteren bir diğer delil, ciltlerin yapımında kullanılan tutkaldı. Kimyasal yapısı harpten çok sonra piyasaya çıkan bir ürün olduğunu gösterdi. Dikişte kullanılan iplik ise, 1940’larda bulunmayan viskoz ve polyester içeriyordu.

MUHABİRLE SAHTEKARIN İŞBİRLİĞİ

Konrad Kujau, 13 Mayıs 1984 günü Avusturya’ya kaçmak isterken, sınırda yakalandı. İki hafta sonra, sahteciliği kendisinin yaptığını ve Stern muhabirinin defterlerin sahteliğini bildiğini itiraf etti. Ağustos sonlarında 100 gazeteci, 150 fotoğrafçı, dünyanın dört bir yanından gelen televizyoncu ve 60 kadar izleyicinin önünde Hamburg yargıcı Hans-Ulrich Schröder’in önüne çıkartıldı.

Avukatı Kurt Grünewald, müvekkilinin suçlu olduğunu kabul etmekle birlikte, Stern yönetiminin, Hitler’in imajını değiştirerek tarihi gerçekleri saptırmayı hedeflediğini, bu nedenle üç tarihçiyle iki el yazısı uzmanından büyük paralar karşılığında sahte raporlar aldıklarını, dolayısıyla suça iştirak ettikleri gibi, Kujau’un istediği parayı vermekle onu da suça ittiklerini iddia etti. Avukatın amacı, Kujau’un alacağı cezayı azaltmaya çalışmaktı. Nitekim başardı da. Savcı Dietrich Klein’ın 10 yıl hapis istemine karşın Kujau, 4 yıl 6 ay cezayla kurtuldu.

İşbirlikçisi muhabir Gerd Heidemann’a 4 yıl 8 ay mahkumiyet verildi, ancak sadece altı ay yatıp çıktı. Sahte günlüklere ödenen paralar, hiçbir zaman bulunamadı. Muhabirin, Stern’den aldığı 10 milyon markın çok az bir bölümünü defterleri yazan Kujau’ya verdiği sanılıyor. İspanya’daki iki villasını, iki spor otomobili, pahalı mücevherleri ve II. Dünya Savaşı hatıralarını içeren büyük koleksiyonunu, 5 bin 400 marklık maaşından biriktirip alamayacağı ortada. Gerçi 2002’de, Hitler’in günlüklerinin ortaya çıktığı yıllarda Doğu Alman casusu olarak çalıştığı ortaya çıktıysa da, yatırımlarının kaynağı aydınlanamadı.

Hitler’in günlüklerine milyonlarca mark ödeten editörler Peter Koch ve Felix Schmidt’e ne oldu, diye sorarsanız, sadece işten atılmakla kurtuldular. Hitler fiyaskosu, Stern dergisinin hızla toparlanmasını, bir milyondan fazla basmasını ve okur sayısını 7 milyonun üzerine çıkartmasını engelleyemedi.

YEĞENİ DE SAHTECİ ÇIKTI

Kujau, kanser teşhisi nedeniyle, cezasını tamamlamadan serbest bırakıldı. Bir yemek kitabı yazdı, televizyon programlarına çıktı. Kendisine gösterilen ilgiden hevese kapılıp siyasete soyundu. Önce Saksonya’da yaşadığı kent Löbau’nun belediye reisliğine aday oldu. Kazanamayınca daha yüksekleri denedi ve 1996’da Stuttgart belediye reisliğine talip oldu. Sadece 901 oy alınca, eski mesleğine geri döndü. 2000 Eylül’ündeki ölümüne dek, Stuttgart’ta açtığı sanat galerisinde sahte Hitler, Monet, Picasso, Rembrandt ve Dali tabloları, ayrıca sahte Greta Garbo iç çamaşırları yaparak (ancak bu kez hepsinin üzerlerine Kujau imzası atarak) sattı.

Yeğeni Petra Kujau, Hitler’in günlüklerini yazmakta kullandığı araç ve gereçleri, 5 Mayıs 2005’te Pfüllendorf’ta açtığı Konrad Kujau Müzesi’nde sergilemeye başladı. Ziyaretçi sayısı tatmin etmeyince amca mesleğini denedi ve Çin’den ithal ettiği sahte Picasso ve Dali’ler üzerine, Kujau’un imzasını atarak satmaya kalktı. 2006 ortalarında yakalandı ve sahtecilikten hüküm giydi.
Yazının Devamını Oku

Hayvana eziyetteninsan öldürmeye

10 Eylül 2006
Marthijn Uittenbogaard (34) bir Hollandalı. Kardeşçe Sevgi, Özgürlük ve Çeşitlilik Partisi’nin (Partij voor Naastenliefde, Vrijheid en Diversiteit, PNVD) kurucusu. PNVD’nin faaliyet göstermesine 2006 Temmuz’unda mahkeme kararıyla izin verildi. 570 vatandaşının açık desteğini alabilirse, 2006 genel seçimlerine katılabilecek. Adından da anlaşıldığı gibi, özgürlük ve çeşitliliğin olabildiğince yaşanmasını hedefliyor. "Ne var bunda?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ama bakın Marthijn kardeşimiz neler istiyor.

Kardeşçe Sevgi, Özgürlük ve Çeşitlilik Partisi, 12 yaşından gün alanların seçimlerde oy vermesini, kumar oynamasını, oturacağı evi seçmesini ve esrar gibi "yumuşak" uyuşturucuları kullanabilmesini savunuyor. 16 yaşından büyüklere, eroin ve diğer "sert" uyuşturucular serbest.

Resmi nikahı ortadan kaldırmayı, aile içi "tehlikeli" ve "zora dayalı" tüm ilişkileri yasaklamayı, halen 16 olan cinsel ilişki rıza yaşını önce 12’ye indirip, zamanla tamamen ortadan kaldırmayı, ayrıca küçüklerin serbestçe fahişelik yapabilmesini planlayan PNVD, çocuk pornografisini de serbet bırakmak niyetinde. Bu arada parti kurucularının evvelce pedofili nedeniyle soruşturmalar geçirdiklerini, bazılarının para cezasına çevrilen mahkûmiyetleri olduğunu belirtmekte fayda var.

PARTİ PROGRAMINDA BESTİALİTE

Partinin, ülke genelinde çıplak dolaşılabilmesini sağlamak ve tren biletlerini ortadan kaldırmak gibi başkaca hedeflerinin arasında, hayvana eziyet etmemek kaydıyla (nasıl anlayacaksa!) bestialiteyi (hayvanlarla cinsel ilişki) de serbest bırakmak var.

Dünyanın birçok ülkesi bu eylemi, kuğu şekline bürünmüş gökler tanrısı Zeus’un güzel Leda ile sevişmesi gibi algılamadığından, hafif ya da ağır biçimde cezalandırılacak bir suç kabul ediyor. Hayvana verilen zararla orantılı olarak ABD’de 20, Kanada’da 10, Meksika’da 7, İngiltere’de 30 yıla varan mahkûmiyetlere rastlanıyor. Eylem, Türkiye’de de 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 14j maddesindeki yasaklar arasında sayılıyor, cezası ise sadece 300 YTL.

Avustralya’daki çiftçileri, sinek larvalarına karşı merinos koyunlarının kuyruklarını anestezi uygulamadan kestikleri için Türkiye’de bile eylem yaparak protesto eden PETA (Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Derneği) üyeleri, bestialite ile pek uğraşmıyor. Bazı ülkeler değil bestialiteyi cezalandırmak, internette bu tür bilgileri içeren sayfalara link verdiği için akademisyenleri bile yargı önüne çıkartıyor. İşte size bir Tayvanlı profesörün başına gelenler.

AKADEMİK İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ!

Tayvan’ın ikinci büyük gazetesi Chinatimes, 2003 Nisan’ında Taipei Ulusal Üniversitesi Cinsellik Araştırmaları Birimi’nin internet sayfasının, bestialite ile ilgili sitelere link verdiğini manşet üstünden duyurdu ve yarım sayfasını bu habere ayırdı.

Merkez çalışanları bu haberi, kurucuları psikolog bayan profesör Josephine Ho’nun cinsellik ile ilgili açık sözlü yaklaşımını yadırgayan muhafazakarların yeni bir eleştirisi olarak değerlendirdiler. Geçen zaman içinde konuya ilgi azalacak ve her zamanki gibi üniversite rektörlüğüne ya da milli eğitim bakanlığına verilecek bir şikayet dilekçesi ile sonlanacak diye beklenirken, 14 muhafazakar sivil toplum örgütü "küçüklerin kalbini ve beynini korumak" sloganı altında birleşti, binlerce imza topladı ve 2003 Haziran’ında profesör Ho’yu mahkemeye verdi.

Savcı Yu Hsiu-duan’ın iki yıl hapis cezası verilmesini talep ettiği iddianamesi, başta Asyalı feministler ve eşcinseller olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki aktivistler tarafından öylesine yoğun bir kampanya ile eleştirildi ki, uluslararası baskıya direnemeyen mahkeme, 25 Haziran 2004’te, irili ufaklı her türlü hayvanla cinsel ilişkinin nasıl yapılacağını fotoğraflarla öğreten sitelere verilen linkleri, akademik araştırma ve internette ifade özgürlüğü olarak değerlendirmek zorunda kaldı. 15 Eylül 2004’te Josephine Ho beraat etti ama, internetteki sayfasındaki linkleri de kaldırdı.

HAYVAN DÖVEN ÇOCUĞUNU DA DÖVER

1980’lerin başıydı. Elizabeth Deviney, Jeffrey Dickert ve Randall Lockwood, çocuk istismarının görüldüğü 57 aileyi inceleyen çalışmalarını yayınladılar ve dünya ilk kez, çocuk istismarı ile hayvana kötü davranış arasında bir ilişki olduğunu öğrendi. Ailelerin yüzde 88’inde, çocuğun yanı sıra bir hayvan da istismar edilmiş ve her dört hayvandan üçü, çocuğu disipline etmek ve gözdağı vermek üzere yaralanmış ya da öldürülmüştü. Hayvana şiddet gösteren ebeveyn, çocuğa da şiddet göstermişti ve bu kişi, genellikle babaydı. Kalan her dört hayvandan birini yaralayan ya da öldüren, istismar edilen çocuğun kendisiydi ve acısı ile aczini hayvanlara yansıtmaktaydı.

İzleyen yıllarda, hayvana kötü davranış ile aile içi şiddet arasında ilişki kuran pek çok çalışma yayınlandı. Örneğin Yale Üniversitesi’nden antropolog David Levinson, farklı kültürlerde aile içi şiddeti inceleyen ünlü kitabında, hayvanlara kötü davranan toplumlardaki kadınların, eşleri tarafından daha fazla şiddete maruz kaldığını ve öldürülme riski taşıdıklarını kanıtladı.

2000’lere gelindiğinde, "hayvana şiddet olan yerde, insana şiddet vardır" noktasına varıldı ve suçla mücadelenin ilk basamağının, hayvanlara yönelik ihmal, istismar ve her türlü şiddetin durdurulması olduğunda karar kılındı. Avrupa ve Amerika’nın birçok ilkokuluna, hayvan haklarını işleyen, hayvan sevgisini geliştiren dersler konmasının nedeni budur.

1981’de rahibe Pauline ile Washington Eyalet Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dekanı Dr. Leo Bustad’ın "Her mahkûma bir köpek" sloganı ile başlattıkları rehabilitasyon programı çerçevesinde, tahliyelerine iki yıl kalmış 700 mahkûma, bakımından sorumlu olmak ve özürlülere yardımcı olacak şekilde eğitmek üzere sahipsiz birer yavru köpek verilmesi ve aradan geçen 20 yıl içinde bu mahkûmlardan hiçbirinin yeniden suç işlememesi, insanın, gerçek bir "insan" olması için hayvanla arasındaki ilişkisinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. (Köpek eğitim programları halen birçok cezaevinde uygulanıyor, sertifikalandırılan mahkûmlar, tahliye sonrası köpek eğitimcilerinin ya da veterinerlerin yanına yardımcı teknisyen olarak yerleştiriliyor.)

Türkiye’de, kundaklama, ırza geçme, adam öldürme gibi suçları işleyenlerin hayvanlara davranışını inceleyen bir tez ya da bilimsel araştırmanın yapıldığına rastlamadım. Ne yazık ki bundan birkaç yıl önce gerçekleştirdiğimiz ve Türkiye’de cezaevlerindeki hükümlüleri incelediğimiz araştırmanın anket formuna, mahkûmların hayvanlara bakış açısını ölçen sorular eklemeyi akıl edememişiz. Umarım suçla mücadele alanında çalışan akademisyenlerle hayvan haklarını korumak için uğraş verenler bu konuda işbirliği yapar ve ülkemizdeki duruma yakın gelecekte bir açıklık getirirler.

İLLE DE DELİL GEREK DİYENLERE

Bir tren dolusu İngiliz, hemzemin geçitteki kırmızı ışıkta durulduğunda, hemen yanıbaşlarındaki çayırda olup bitenlere tanık olup cep telefonlarını çıkarttılar ve 999’u arayarak şikayette bulundular. Sarışın bir genç adam, otlayan keçilerden birinin arkasındaydı. Üstelik hayvanın boynuna bir de kayış geçirmişti. Kısa bir süre sonra olay yerine gelen polis, hem 23 yaşındaki aşçı Stephen Hall’ü tutukladı, hem de hayvanın birkaç kılını "şahit örnek" olarak aldı. Ayrıca bir de veteriner çağırarak keçiyi muayene ettirdi. 2002 Mart’ında yargıç Jacqueline Davies’in karşısına çıkartılan aşçı, HIV pozitif bir eşcinsel olduğunu ve trendekilerin yanlış gördüklerini iddia ettiyse de, iç çamaşırında ele geçen keçi kılının DNA’sı, şahit örnekle örtüştüğünden yalanı pek çabuk ortaya çıktı. Sağlık durumu göz önünde tutularak sadece 6 ay hapse mahkûm oldu. Gazeteler, diğer mahkûmların keçi sesi çıkartmalarından başka cezaevinden bir şikayeti olmadığını yazdılar.

Bu olaydan bir yıl sonra 24 yaşında, evli ve yine bir aşçı Tuncay Özcan, gece vakti köpeğini gezdiren bir İngiliz tarafından, ata tecavüz ederken görüldü. Çıkarttığı tüm giysileri olay yerinde bırakan ve yeşil bokser iç çamaşırıyla eve koşan aşçının aleyhindeki deliller, sadece attan elde edilen DNA’sı değil, hayvanın ayakları dibindeki ceketin cebinden çıkan kimlik belgesiydi.

Mahkûm edilmiş olmasalar bile, hayvanlara kötü davranmakla suçlanan ABD, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere ve İspanya vatandaşlarının adlarını ve oturdukları mahallelerin harita üzerindeki yerini yayınlanan internet siteleri bulunduğunu, hayvanlarla cinsel ilişkide bulunanların DNA bilgilerinin pek çok ülkenin DNA bankasında, tıpkı insana saldıranlarınki gibi korunduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

HAYVAN ÖLDÜREREK ÖĞRENİYORLAR

İtalyan suç tarihinin en ünlülerinden Vincente Verzini, 12 kadını öldürdüğü kariyerinin ilk becerilerini kedileri boğarak elde etmişti. 1883’te dünyaya gelen Peter Kürten ya da herkesçe bilinen adıyla "Düsseldorf Vampiri", her yaştan ve cinsten 50 kişiyi içeren cinayet listesine başlamadan çok önce, köpeklere, koyunlara işkence eden, onların ırzına geçen ve onları öldüren biri olarak tanınırdı. 15 yaşındaki Kobe canavarı Sakakibara, 11 yaşındaki Jun Hase’nin başını gövdesinden ayırmadan önce, kedi başı kesmiş, güvercinleri boğmuştu. 19 yaşına varmadan 5 çocuğu öldüren Christine Falling’in çocukluğu kedi cinayetleri ile doludur. Annesini ve iki küçük kızı bıçaklayarak öldüren Luke Woodham, daha önce kendi köpeğini yakmıştı. 1970’lerde, uzun siyah saçlıları hedeflediğinden kadınların saçlarını sarıya boyatmasına yol açan ve bir yıl içinde altı kişiyi öldüren David Berkowitz, komşusunun köpeğini vurmuş, annesinin papağanını zehirlemişti. Her iki eşini öldüren Richard William Leonard’ın, kurbağaları ezmek ve otomobilinin motoruna kedi bağlamak gibi huyları da vardı. Katil Jack Bassenti, köpek yavrularını canlı olarak gömerdi.

KEDİLERİN İÇ ORGANLARINI İNCELİYOR

Filmlere, romanlara ilham kaynağı olan Jeffrey Dahmer, kedilerin iç organlarını inceledikten sonra, aynı tekniği 17 küçük erkek çocuğa uyguladı 14 kişiyi öldüren Patrick Sherrill, köpeğinin de aynı zevki tadabilmesi için komşularının kedilerini çalardı. Dedesini, ninesini, annesini, karısını öldüren Edward Kemperer, çocukluğunda kedileri ufak parçalara ayırırdı. Kaç kişiyi öldürdüğünün hesabı bile bilinmeyen ana katili Henry Lee Lucas, hayvanları da öldürür, onların cansız bedeniyle ilişkiye girerdi. Boston Canavarı Albert De Salvo, kedi ile köpeği aynı kafese koyar, aç bırakır, birbirini öldürüp yemelerini seyrederdi. Daha sonra 13 kadını boğdu. Michael Cartier, 4 yaşındayken kapalı pencerelere doğru kedi yavrularını fırlatır, tavşanların bacağını kopartırdı. 11 yaşındaki Andrew Golden ile 13 yaşındaki Mitchell Johnson köpeklere işkence edip, öldürürlerdi. 24 Mart 1998’de Arkansas’taki okullarında 4 öğrenci ve bir öğretmeni öldürdüler. Theodore Robert Bundy, dedesinin hayvanlara kötü davranışlarını seyrederek büyüdü. Daha sonra 32 kadını öldürdü. Bu listeyi sonsuza kadar uzatmak mümkün.

HAYVANA KÖTÜLÜK BİR ERKEN UYARI

Son 30 yılda psikoloji, sosyoloji ve kriminoloji alanında yayınlanan kitap ve bilimsel makaleler, çocuk ve yaşlıları istismar edenlerle, eşlerini dövenler dahil olmak üzere, şiddet şuçları işleyen kişilerin, çocukluk ve gençlik dönemlerinde, ciddi boyutlarda ve tekrarlanan nitelikte hayvanlara karşı kötü davranışlar sergilediklerini ve seri katillerin hemen hepsinin küçükken, hayvanlara işkence ettiğini, hatta öldürdüğünü gösteriyor. Psikiyatri uzmanlarının bağlı bulunduğu meslek örgütleri, hayvanlara fena muameleyi, davranış bozukluğunun tanısında bir kriter kabul ediyorlar.

Hayvanlara kötü davranan her çocuğun, ileriki yaşlarda şiddet içerikli suçlar işleyeceğini öngörmek elbette yanlış olur. Ancak bu çocuklardan hangisinin şiddete yönleneceğini önceden kestirmek mümkün olamayacağından, her birinin, hele onları döven, işkence eden ve öldürenlerin mutlaka ciddiye alınması gerekir. Kısacası, hayvana fena muamele, bir erken uyarı işareti olarak değerlendirilmelidir.

DÜZELTME: Geçen haftaki "Muhammet Kocabaş nasıl öldü?" başlıklı yazıda Teksas Valisi John B. Connally’nin Kennedy suikastı sırasında öldüğü yazılmıştı. Ancak, Connally saldırıda ağır yaralanmıştı.
Yazının Devamını Oku

Muhammet Kocabaş nasıl öldü

4 Eylül 2006
Muhammet Kocabaş, ağustos başında, göğsündeki kurşun yarası ile götürüldüğü hastanede öldü. Olayın cinayet mi, yoksa intihar mı olduğunun aydınlatılması için, sokakta kavga ettiği sevgilisi Esra Kurt’un ve kendisinin el svapları alınarak, Samsun polis kriminal laboratuvarına gönderilmiş. 27 Ağustos 2006 tarihli Posta Gazetesi’ne göre: "Gelecek olan sonuçlarda Kurt’un elinde barut kalıntısı bulunursa, yeniden cinayetten gözaltına alınacak. Kocabaş’ın elinde bulunursa, olay kayıtlara intihar diye geçecek. İkisinde de bulunmazsa, olayda üçüncü bir kişinin varlığı kesinlik kazanacak." İşler hiç de bu kadar basit değil.

15 Mart 2006 günü bilgisayarlarını açan tüm FBI şube müdürleri, merkez laboratuvarın 23 yıllık başkanı Dwight E. Adams’ın imzaladığı bir elektronik posta ile karşılaştılar. "Görülen lüzum üzerine bundan böyle atış artığı incelemesi yapılmayacaktır. Kararımızın nedeni, kullanılan yöntemin bilimselliği ile ilgili kuşkularımız olmayıp, önceliklerimizin değişmesidir."

Başkan Adams, geçen eylülde de, kimin ateş ettiğini belirlemek üzere 25 yıldır uygulanmakta olan bir başka incelemeyi durdurmuş ve suçun işlenmesinde kullanılan silah bulunamadığında, olay yerindeki mermilerle, şüphelinin üzerinde ya da evindeki mermilerin kimyasal özelliklerinin karşılaştırılmamasını emretmişti.

Atış artıkları konusunda da merkezin er ya da geç aynı noktaya gelmesi bekleniyordu. Bu incelemelerde hatalar yapıldığı, uzunca bir süredir avukatlar ve akademisyenler tarafından her platformda dile getiriliyordu.

Atış artıklarını delil olarak kabul etmeyen, az sayıda da olsa, bazı mahkeme kararları vardı. Bunlara bir de 31 Mayıs ile 5 Haziran 2005 tarihleri arasında FBI’ın Quantico’da düzenlediği Atış Artığı Sempozyumu’nda ortaya çıkanlar eklenmişti.

Anlaşılan, 30 Haziran 2006’da emekliye ayrılacak Başkan Adams, yeni atanacak meslektaşının başını ağrıtacak konuları birer birer temizlemekteydi.

FBI ARTIK ATIŞ ARTIĞI İNCELEMİYOR

Böylece neredeyse 40 yıldır gerçekleştirilen, bir o kadar yıldır dünyanın dört bir yanındaki kriminal laboratuvarlarda uygulanmakta olan ve binlerce insanın suçlu ya da suçsuzluğuna dayanak oluşturmuş çok önemli bir inceleme daha sonlanmış oldu.

Kısacası FBI artık, el üzerinden alınan svaplarda atış artıkları inceleyerek, o elle bir silahın ateşlenip ateşlenmediğini belirlemeyecek. Başkan Adams’ın e-postasının ikinci cümlesine, yani "kullanılan yöntemin bilimselliğinden kuşku duyulmadığı ve önceliklerin değişmesi nedeniyle atış artığı incelenmesinden vazgeçildiğine" gelince, e-postayı okuyan müdürlerin buna inandığını hiç sanmıyorum.

Atış artığı meselesi birkaç ay gizli tutulduysa da, durum kulaktan kulağa yayıldı ve nihayet 26 Mayıs 2006’da FBI sözcüsü özel ajan Ann Tod, hemen hemen e-postada yer alan cümlelerle, ayrıca gerekçelerin arasına mali kaynak sıkıntısını da ekleyerek, kamuoyuna açıkladı.

Yılda bir milyonun üzerinde laboratuvar incelemesi yapan, 2007 bütçe talebi 6 milyar doları aşan ve 11 Eylül sonrasında terörle mücadele ve istihbarata ağırlık verecek biçimde yeniden yapılanan FBI’ın, binlerce kez yinelediği bir yöntemi terk etmesini, elbette değişik şekillerde yorumlamak mümkün. Ancak, bu yorumlar arasında, mali kaynak eksikliği, kanımca en son sırada gelendir.

FBI, bu incelemeden neden vazgeçti?

Gelin birlikte düşünelim.

ÜÇ AYRI ANALİZ YÖNTEMİ

1980’lerin ortasına gelindiğinde, değişik usuller kullanarak el üzerinden alınan örneklerde atış artığı analizi için kullanılabilecek üç yöntem vardı: Nötron aktivasyon analizi (NAA), alevsiz atomik absorbsiyon spektrometrisi (FAAS) ve taramalı elektron mikroskobu enerji dağılımlı X ışını spektrometrisi (SEM-EDS). NAA yöntemi, 1990’ların ortasında terk edildi, zaten Türkiye’de bu amaçla hiç kullanılmadı. (1963’teki ABD Başkanı John F. Kennedy suikastının hálá aydınlatılamamış olmasının başlıca nedeni, bir Mannlicher-Carcano tüfekten atılan ve Başkan ile birlikte ölen Teksas Valisi John B. Connally’nin hastaneye taşındığı sedye üzerinde bulunan 6.5 mm’lik mermi çekirdeğinin, NAA sonuçlarıdır.)

Halen Türkiye’de yaygın şekilde kullanılmakta olan FAAS’nin başlıca zayıf noktası, duyarlılığın yeterli olmamasıdır. Ateş edildikten 2-3 saat içerisinde ellerden örnek alınamazsa, bir şey bulunamıyor. Ayrıca ellerin yıkanması, hatta birbirine sürtülmesi bile sonuçların negatif çıkmasına yol açıyor ve kişi ateş etmiş olduğu halde saptanamıyor. Öte yandan bu teknik, metalleri ayrı ayrı saptadığından, el üzerinde bulunmaları, mutlaka bir silahtan kaynaklandığını kanıtlayamıyor.

Halbuki SEM-EDS, bir yandan 300 bine varan büyütme gücü ile tek bir atış artığı taneciğini gösterebilecek kadar duyarlı, diğer yandan bu tanecikteki elementlerin, yani kurşun, antimon ve baryumun oranını belirleyecek niteliğe sahip. SEM-EDS’lerin fiyatlarının 200 bin dolardan başladığını bilgilerinize sunarken, Türkiye’de gerek polis ve jandarmanın, gerekse Adli Tıp Kurumu’nun büyük laboratuvarlarının elinde bu olanağın bulunduğunu, ancak ne yazık ki her atış artığı analizinde kullanılmadığını belirtmek isterim.

İNCELEMENİN STANDARDI YOK

Atış artıklarının incelenmesinde uyulması zorunlu standartlar yok. Örneğin, 2001 öncesinde Amerikan Standartlar Enstitüsü’nün "Elektron mikroskobu - enerji dağılım spektroskopisi ile atış artığı analizi" başlıklı E-1588-95 sayılı standardı, aynı tanecikte kurşun, antimon ve baryumun bir arada bulunmasını el üzerindeki atış artığının kanıtı sayarken, bu tarihten sonra kurşun metali içermeyen kapsüllerin imalatına başlanması ile birlikte değiştirildi ve taneciğin sadece antimon ve baryum içermesi yeterli bulundu. Kriminal laboratuvar uzmanlarının çok işine gelen bu değişiklik yüzünden, eli üzerinde sadece bir tek antimon ve baryumlu tanecik bulunan şüpheliler bile mahkum edildi.

22 Şubat 2005 günü, Baltimore bölge yargıcı John C. Themelis, bu duruma bir son verdi. Michael Washington davasında, polis laboratuvarının 25 yıllık uzmanı Joseph Harant’ın verdiği, antimon ve baryum içeren tek tanecikle ilgili atış artığı raporunu bilimsel dayanaktan yoksun buldu ve dosyadan çıkarttı. Bu karar üzerine Baltimore barosu avukatları, uzman Harant’ın daha önce verdiği tüm atış artığı raporlarını incelemeye aldılar ve şimdi de eli üzerindeki antimon ile baryum içeren tek tanecikle mahkum edilmiş olanların yeniden yargılanmasını talep edecekler. İlk sırada, 1998’te sol elinin üzerindeki tek tanecikle ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve hálá suçsuz olduğunda ısrar eden Tylor Jones var. Atış artığı analizine son vermeden önce FBI, kurşun, antimon ve baryumun bir arada bulunduğu en az üç taneciğe rastlanmasını atış artığı olarak değerlendiriyordu.

HER YERDE ATIŞ ARTIĞI VAR

Aslında, atış artıklarından kuşku duyulmasına yol açan araştırmalar bir süredir gündemde. Hiç kimse, taneciklerin incelenmesinde kullanılan teknikleri sorgulamıyor. Sorun, bu taneciklerin kişilerin üzerine nasıl geldiği, yani kontaminasyon ile ilgili. Çünkü ateşlenen silahın bir hayli uzağındaki bir kişide, hatta ateşleme sırasında orada olmayanlarda bile bu tanecikler bulunabiliyor. Alanın en saygın dergilerinden Forensic Science International’in 2005 Ekim sayısındaki Çek Cumhuriyeti Prag Kriminalistik Enstitüsü’nden Lubor Fojtazek ve Tomas Kmjec’in araştırması, bunun son örneklerinden biri ve atış artığını delil kabul etmeye taraftar olanları, durumu yeniden değerlendirmeye davet edecek sonuçlar içeriyor.

Çekler, kapalı bir odada yapılan atış denemeleri sonunda, silahın 2 metre uzağındaki kişi üzerinde de atış artıkları buluyor. Hatta atıştan 8 dakika sonra bile havada partiküllere rastlıyor. Bu nedenle silahın ateşlenmesi sırasında o mekanda bulunmayan biri, olayın hemen ardından içeri girdiğinde, üzerinde partikül buluyorlar. Bu durumda, havada uçuşan taneciklerden bir ya da birkaçının, suça karışmamış kişinin eli üzerine yerleşmeyeceğini kim garanti edebilir? İşte bu nedenle, el üzerinde bulunacak partikül sayısı da önem taşıyor.

Tıpkı analizlerde kullanılacak gereç ve yöntemde olduğu gibi, bu konuda da laboratuvarlar arasında bir uzlaşma yok. Kimi Baltimore polisi gibi tek taneciği yeterli buluyor, kimi FBI gibi en az üç tanesini gerekli kılıyor. Kısacası aynı kişi, aynı ülkenin bir laboratuvarı için suçlu, diğeri için suçsuz olabiliyor.

BARUT ARTIĞI DEĞİL ATIŞ ARTIĞI

Gazetelerde, internet sitelerinde, hatta bazı ders kitaplarında, ateş eden kişinin tespiti için, el üzerinde barut artığı ya da barut izi aranması şeklinde tanımlanan işlem, aslında barut artıklarından ziyade, tetik çekildiğinde, iğnenin çarpmasıyla ezilerek kıvılcım çıkmasına neden olan ve hemen önündeki barutu ateşleyen kapsülün, yanmış ya da yanmamış ürünlerini (özellikle kurşun, antimon ve baryum) bulmayı hedefler. Bu nedenle, "barut artığı" yerine "atış artığı!" (gunshot residue, GSR) demek daha doğru olur.

POLİS OTOSUNDA VE KELEPÇEDE ATIŞ ARTIĞI

Los Angeles Adli Tabipliğinden Debra Kowal ile Steven Dowell’in 2000 yılındaki araştırmaları, durumun vahametini daha o zamandan kanıtlıyordu. Polis devriye araçlarının arka koltuklarından aldıkları 50 örneğin 45’inde atış artığına özgü tanecikler bulmuşlardı. El üzerinde atış artığı bulunabilmesi için, polis devriye aracında yolculuk etmek yetiyordu, anlaşılan.

Kowal ve Dowell, ateş etmiş olan ve elleri kelepçelenen bir suçluyu 10 dakika süre ile arka koltukta oturttuktan sonra, aynı yere ateşli silahla ilgisi bulunmayan, ayrıca elleri silinen ve kelepçelenen başka bir kişiyi oturttular. Bu kişinin ellerinde 12 adet üçlü, 10 adet ikili metal karışımlı tanecik saptandı. En önemli bulgular, ateşli silahla ilgisi bulunmayan ve elleri temizlenmiş 41 kişinin görevdeki polislerce kelepçelenmesinde izlendi. Bunların 24’ünün elinde atış artığına rastladılar.

Benzeri deneyler, 2005 yılında FBI’ın Colorado bürosu tarafından tekrarlandı. 26 devriye aracının 14’ünün arka koltuğunda en az bir adet atış artığına özgü üçlü tanecik, beşinde baryum ve stronsiyumlu taneciğe rastladılar. Yine 2005’te Bexar kriminal laboratuvarından Martinez ile Kara Kuvvetleri kriminalden Garcia, elleri kelepçelenerek cezaevinden mahkemeye nakledilen 100 mahkumun 16’sının elinde iki bileşenli atış artıkları buldular.

Atış artığı kontaminasyonu ile ilgili tartışmalar alevlendikçe, polis merkezleri kirlenmenin boyutunu saptayabilmek üzere araştırmalara başladı. Kelepçelerde, kapı kulplarında, sorgu odalarının masaları üzerinde, çöp kovalarında, dosyalar üzerinde, polis çizmelerinde kurşun, antimon ve baryumlu taneciklere rastlanıyordu.

İşin daha kötüsü, üçlü karışım taneciklerinin havai fişeklerden de kaynaklanabilmesi. Öte yandan 2004 Nisan’ında İtalyan jandarma teşkilatından Bruno Cardinetti ve arkadaşları fren balatalarındaki yağla kirlenen ellerde antimon ve baryumlu tanecikler bulunduğunu, bu nedenle taramalı elektron mikroskobu enerji dağılımlı X ışını spektrometrisi kullanılmadığı takdirde özellikle otomobil tamircilerinin haksız yere suçlanabileceğinin altını çiziyorlar.

İNTİHAR MI, CİNAYET Mİ ANLAŞILMIYOR

2005 yazında FBI tarafından gerçekleştirilen ve sadece resmi bilirkişilerin katılmasına izin verilen atış artıkları sempozyumunda tartışılan konulardan biri, ateşli silahla intihar edenlerin ellerindeki artıklarla ilgiliydi. Virginia’da son 10 yılda ateşli silahla intihar eden 2040 olguyu inceleyen Douglas DeGaetano, bunların sadece yüzde 13’ünün elinde atış artığı bulabildiğini bildirdi. Ohio adli tabipliğinden Michael Trimpe, 80 ateşli silahla intiharın yüzde 21’inde, Teksas’tan Michael Martinez ateşli silahla intihar eden 126 kişinin yüzde 38’inde atış artığına rastlamıştı. Kısacası, silahla intihar edenlerin elinde her zaman atış artığı bulunmuyor.

Öte yandan Colorado’dan Carol Crowe, ateş ederek birini öldürdüğü kesin olarak bilinen 118 kişiden 24’ünün elinden alınan svaplarda, bir tek atış artığı taneciğine bile rastlamamıştı. Yani adam öldürenin elinde de atış artığı bulunmayabiliyor. Toplantıya katılan 40 kadar uzman, atış artıklarına dayanarak ölümün intihar mı, yoksa cinayet mi olduğuna karar verilemeyeceğinde uzlaştı.

Örnek alınmasından, rapor yazımına kadar atış artıkları ile ilgili her ayrıntının tartışıldığı sempozyumun üzerinden bir yıl geçmeden FBI, bu incelemeleri durdurdu. Bu karardan birkaç ay sonra da, o güne kadar gizli tutulan sempozyum tutanaklarını yayınladı.

Biraz uzun oldu ama, Muhammet Kocabaş’ın ölümünün, sadece atış artıklarının incelenmesi ile aydınlatılmasının neden kolay olmadığını anlatabildim sanırım.
Yazının Devamını Oku