Beethoven’in saçları, Einstein’ın beyni ve başka önemli şeyler

Meksika kökenli Amerikalı üroloğun adı Alfredo "Che" Guevara’ydı. Yıllar boyunca, dışı maun, ortası cam kutuda saklanan Beethoven’in saçlarına ilk dokunan, o oldu.

Sadece dokunmakla kalmadı elbette. Ünlü bestecinin karnındaki ağrıların, böbreğindeki taşların, romatizma ateşinin, durup durup hırçınlaşmasının ve en önemlisi sağırlığının cevabını saçlarında aradı. Bir bölümünü buldu da. Patolog Thomas Harvey, Einstein’ın beynini ilk gören oldu. 240 parçaya ayırıp, 40 yıl şeker kavanozlarında saklamasının tek nedeni, üstün zekasının ipuçlarını bulabilmek hırsıydı. Pek bulabildiği söylenemez. Descartes’in orta parmağı, Napoleon’un penisi, Haydn’ın kafası, Mozart’ın kafatası, Kolomb’un kemikleri, Lenin’in beyni vesaire, vesaire. Sıradan ölümlülerin, sıradışı ölümlülerden açıkça ya da gizlice koparıp aldığı beden parçaları. Anlaşılan ünlü, zeki ya da yetenekli olanlara mezarda da rahat yok.

175 YILLIK YOLCULUK

Ludwig van Beethoven’in omuzlarına dökülen dalgalı saçları vardı. 1827’de Viyana’da öldüğünde, o tarihte henüz 15 yaşında bir piyanist olan Ferdinand Hiller bir tutamını kesip, bazı telleri de koparıp, maun bir kutunun ortasına oydurduğu camdan özel bir haznede yıllarca sakladı (Beethoven’in saçlarından hatıra örnekleri alan sadece Hiller değildir. Gömülürken, bir aslan yelesini andıran saçlarından neredeyse hiçbir şey kalmamıştı). Hiller maun kutuyu Avrupa’nın dört bir yanında verdiği konserlere hep yanında götürdü. 1883’te, oğlu Paul Hiller’e emanet etti. O da arkasına "Bu saçlar, Beethoven öldükten bir gün sonra, 27 Mart 1827’de babam Dr. Ferdinand v. Hiller tarafından kesilmiş ve bana 1 Mayıs 1883’te doğum günü hediyesi olarak verilmiştir" diye yazdı. Hiller’ler Yahudi’ydi. 2. Dünya Savaşı başladığında Almanya’dan Danimarka’ya kaçtılar. 1943’te saçları, Danimarkalı bir hekim olan ve Yahudileri gizlice tedavi eden Dr. Kay Alexander Fremming’e teslim ettiler. Önce Kay öldü, daha sonra karısı. Saçlar, artık kızı Michele Wassard Larsen’in elindeydi. Larsen, 1994 Aralık’ında saçları bir Sotheby’s müzayedesinde Amerikan Beethoven Derneği’nin dört üyesine (Dr. Alfredo Guevara, Bay Ira Brilliant, Dr. Thomas Wendel ve Bayan Caroline Crummey) 3 bin 600 sterlin karşılığında sattı. 582 tel saçın 160’ı Guevara’da kaldı. Kalanı Amerikan Beethoven Derneği, San Jose Üniversitesi Beethoven Araştırmaları Merkezi, Washington’daki Kongre Kitaplığı, Hartford Üniversitesi, Londra’daki Britanya Kitaplığı, Viyana’daki Müzik Dostları Derneği ve Bonn’daki Beethoven Evi arasında paylaşıldı. 1827’den başlayarak bugüne değin, Beethoven’in 582 tel saçının, kimden alınıp kime verildiği öylesine düzenli biçimde tutulmuş ki, delil teslim zincirinde en ufak bir kopma yok, dolayısıyla üniversitelerin, müzelerin, derneklerin elinde olanların hepsi orijinal.

KURŞUNLA ZEHİRLENMİŞ AMA FRENGİ DEĞİL

Dr. Guevara, insan saçının bir ayda ortalama bir santim uzadığını bilenlerdendi. Elindeki beyaz, gri ve kahve renkteki saç tellerinin uzunluğu 7 ile 15 santim arasında değişiyordu. Demek ki, ünlü bestecinin ölümünden önceki altı ayla bir yıl arasındaki süreçteki sağlık durumu ile ilgili pek çok ayrıntıya sahipti. Birkaç yıl içinde büyük bir bölümü aydınlandı.

İlk inceleme 1988’de, Chicago’daki McCrone Araştırma Enstitüsü’nün kurucusu Walter McCrone tarafından gerçekleştirildi. Napoleon’un arsenikten zehirlenmediğini, İsa’nın o kefene hiç sarılmadığını göstermiş olan McCrone, taramalı elektron mikroskobu ile birlikte enerji dispersiyon ve kütle spektrometri tekniklerini kullanarak Beethoven’in saçlarındaki kurşun düzeylerinin normalin 42 katı olduğunu saptadı.

2000 Eylül’ünde Amerikan Enerji Bakanlığı’na bağlı Argonne Ulusal Laboratuvarı’ndan fizikçiler Ken Kemner, Derrick Mancini ve Francesco DeCarlo, Beethoven’in altı saç telinde sinkotron X ışını deneyleri yürüttüler ve dört yıl süren çalışmaları sonunda milyonda 60 kısım kurşun bularak, McCrone’un 12 yıl önceki bulgularını doğruladılar. Onlara göre, Beethoven’in saçındaki kurşun normalin 100 katı daha fazlaydı.

Bu bulgular, bestecinin yetişkin döneminde plumbizm, bir başka deyişle kurşun zehirlenmesi ile karşı karşıya olduğunun bir kanıtıdır. 20’lerinden sonra ortaya çıkan ve yaşam boyu süren karın krampları, romatizma ateşi, bağırsak iltihapları, gut, ishal ve göz ağrıları bu ciddi kurşun zehirlenmesinn bir sonucu olabilir. Beethoven’in 6 Ekim 1802’de Heiligenstadt’da kaleme aldığı ilk vasiyetnemesinde, ölümünden sonra bu şikayetlerinin aydınlatılması talebi, rahatsızlığının ciddiyetini gösterir.

Bilindiği gibi, Beethoven 31 yaşında duyma yeteneğini kaybetmeye başlamış, 42’sindeyken tamamen kaybetmişti. Kurşun zehirlenmesiyle sağırlık arasında kesin bir ilişki yok. Bu nedenle sağırlığının nedeni hálá gizemini koruyor.

Gerek McCrone Enstitüsü, gerekse Argonne Ulusal Laboratuvarı, bestecinin saçlarındaki cıva düzeylerinin önemli olmadığında birleşti. 1820’lerde, frengi tedavisi için cıvalı preparatların kullanımı çok yaygındı. Beethoven’in de frengi olduğu her zaman iddia edilmiştir. Saçlarında cıva bulunmamış olması, frengi olasılığını büyük ölüçüde zayıflatan bir sonuç.

SAÇ VE KAFATASI KEMİKLERİ BEETHOVEN’E AİT

Aylarca süren bir hastalıktan sonra, Ludwig van Beethoven, 26 Mart 1827 günü akşamüstü saat 17.45 dolaylarında Viyana’daki apartmanında öldü. "Wassersucht" yani ödem olarak tanımlanan ölüm nedeninin altında yatan gerçek hastalığının tanısı hálá konulabilmiş değil. 2000 başlarında, eldeki tüm verileri birarada değerlendiren içhastalıkları ve gastroenteroloji uzmanı Dr. Peter J. Davies, ölüm nedenini böbrek papillalarının nekrozu ve karaciğer bozukluğuna bağladı. Kullandığı alkolün bu durumu daha da kötüleştirdiğine inanılıyor. Kurşun zehirlenmesinin böbrek ve karaciğeri bozmuş olması da çok yüksek bir olasılık. Gençliğinde sürekli gittiği kaplıcalarda, aşırı miktarda maden suyu içmiş olduğuna dair rivayetler olsa da, kurşunun vücuduna nasıl girdiği kesinlik kazanmadı.

27 Mart sabahı, Viyana Patolojik Anatomi Müzesi çalışanlarından Dr. Johann Wagner, 1826’dan bu yana bestecinin sağlığından sorumlu Dr. Andreas Wawruch’un da tanık olduğu otopsiyi gerçekleştirdi. Bunu kimin istediği ve hangi amaçla yapıldığı bilinmiyor.

13 Ekim 1863’te, ölümünden tam 36 yıl sonra, Avusturya Müzik Dostları Derneği’nin talebi üzerine, Beethoven’in mezarı kalabalık bir izleyici topluluğu önünde yeniden açıldı. Her iki şakak kemiğinin yerinde olmadığı görüldü. Bu kemiklerin ilk otopsi sırasında kesilerek çıkartıldığı zaten biliniyordu. Kafatası kemikleri incelenmek üzere dışarıda bırakılarak, vücudun diğer kemikleri yeniden gömüldü. 10 gün kadar, farklı kişiler tarafından incelenen kemikler, diğerlerinin yanına gömülürken ikisi büyük, sekizi küçük 10 parçanın daha eksik olduğu ortaya çıktı.

2005 Aralığı’nda Ira F. Brilliant Beethoven Araştırmaları Merkezi, 1863 mezar açımında kafatasını inceleyenlerden biri olan Viyana Üniversitesi Tıp Tarihi hocası Dr. Romeo Seligmann’ın aldığı ve kuşaktan kuşağa aktarılan iki kemik parçasının ellerinde bulunduğunu bildirdi. Kemiklerin Beethoven’e ait olup olmadığı tartışılmakla birlikte, 1990’lı yıllarda bir süre beraber çalışmalar yaptığım Münster Üniversitesi Adli Tıp Bölümü’nün başkanı Prof. Dr. Berndt Brinkmann’ın raporu son noktayı koydu. Çünkü kemiklerin mitokondriyal DNA sonuçlarıyla 1999’da Dr. Guevara’nın elindeki saçlarda aynı incelemeyi yapan Laboratory Corporation of America’nın bulgularıyla birebir örtüşüyor.

BEETHOVEN’İ ZAMANINDAN ÖNCE ÖLDÜREN DOKTORU ANDREAS WAWRUCH

Saçlarda başka incelemeler de yapıldı. Mayıs 1996’da Los Angeles Psychemedics Corporation’dan Dr. Werner Baumgartner, 20 saç telinde radyoimmunoassay tekniği ile, hastalığının son evrelerinde afyon türevi bir ilaç kullanıp kulanmadığını araştırdı. Aldığı negatif sonuçlara dayanarak, Beethoven’in morfin, laudanum ya da bir başka afyon türevi kullanmadığını kanıtladı. Beethoven’in yakın dostu ve zaman zaman gönüllü olarak sekreterliğini üstlenen Anton Schindler’e göre, besteciyi zamanından önce öldüren, doktoru Andreas Wawruch. Ölüm döşeğindeyken yazdığı 75 kutu ilaç ve sayısız toz preparatın ne olduğuna ilişkin herhangi bir kayıt bulunamıyor. Ancak Beethoven’in son ana kadar beste yapmayı sürdürmesi, bunların arasında bir afyon türevinin yer almadığını ya da olsa bile Beethoven’in bunları kullanmadığını gösteriyor.

EINSTEIN’IN BEYNİ BİRA SOĞUTUCUSUNDA

20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden Albert Einstein 17 Nisan 1955 akşamı göğüs ağrısı şikayeti ile Princeton Hastanesi’ne yatırıldı. 76 yaşındaydı. Ertesi sabah, karın boşluğundaki en büyük atardamarının yırtılmasından (abdominal aort anevrizması) kaybedildi. Cesedine dokunulmaması ve yakılarak küllerinin denize serpilmesini vasiyet etmişti. Bu isteği kısmen yerine getirildi. Gerçi cenazesi yakıldı ve külleri savruldu ama, daha önce hastanenin patoloğu Thomas Harvey, dehasının sırrını çözmek istedi ve otopsisini yaptı. Bu işlemin izinsiz olması bir yana, beyni çıkartıp sakladığını da kimseler bilmiyordu. Otopsinin yapıldığı hemen ortaya çıktı elbette. Ama oğlu Arthur, "Einstein’ın beyni bizim evde" diyerek, durumu sınıf öğretmenine söylemeseydi, beynin çalındığı ortaya çıkmayabilirdi. Harvey sadece beyni almakla yetinmedi. Gözlerini de çıkarttı ve Einstein’ın göz doktoru Henry Abrams’a teslim etti. Halen New York’ta bir kasada durmaktalar.

Dr. Harvey, bütün ısrarlara rağmen beyni teslim etmeyince hastaneden kovuldu. Philadelphia’ya taşındı. Bir laboratuvarda gerekli ön işlemlerden sonra beyni 240 kadar parçaya ayırdı, iki kavanoza dağıttı, üzerlerine formalin doldurdu. Önce bir tahta kutuya, kutuyu da bira soğutucusunun alt rafına yerleştirdi. Zaman zaman gazeteciler araştırma sonuçlarını sordular. O da bir yıl içinde yayınlayacağını söyleyip durdu. Böylece otuz yıl geçti.

BEYNİN SOL YARISINDA HÜCRE FAZLA

Aslında 1950’lerde Dr. Clinton Woolsey, Johns Hopkins’ten Wisconsin Üniversitesi’ne gelmiş ve Michigan’daki meslektaşları ile birlikte tarihin en büyük beyin koleksiyonunu oluşturacak nörofizyoloji laboratuvarının tohumlarını atmıştı. Dr. Harvey’in neden Wisconsin ile bağlantı kurmadığını her zaman merak etmişimdir.

Nihayet, 1985’te Berkeley Üniversitesi’nden nörobilimci Marian Diamond, Harvey’i aradı ve Einstein’ın beyni ile deneyler yapmak istediğini belirtti. Diamond, 1970’lerde bazı araştırmalar gerçekleştirmiş ve sıçanların beyinlerindeki hücreleri saymıştı. Hayvanların bir bölümünü beyin etkinliğini uyaran bir çevreye, diğerlerini tamamen karanlık bir ortamda tuttuğunda, ilk gruptakilerin beyin hücre sayısında artış gözlemişti. Şimdi hedefi Einstein’ın beynindeki hücre sayısıyla, sıradan zekası olanların beynini karşılaştırmaktı. Bulgularını, pek fazla rağbet edilmeyen Experimental Neurology adlı bir dergide yayınladı. "Bir bilim adamının beyni hakkında: Albert Einstein" başlığını taşıyan makale, nöronların gliyal hücrelere oranı ile ilgiliydi ve yaş ortalaması 64 olan 11 ölmüş kişinin beynindeki oranlarla karşılaştırılmıştı. Einstein’ın beyninin sol yarısındaki bir bölgede, nöron başına düşen gliyal hücre sayısı normalden yüzde 73 daha yüksekti.

Einstein ile ilgili her şeyde olduğu gibi, Diamond’un makalesi de büyük yankı uyandırdı. Daha önceleri pek tanınmayan nörolog, birdenbire ün kazandı. Kimi araştırıcılar bu bulguları, Einstein’ın beyin hücrelerinin daha fazla beslenmeye gereksinim duyduğu biçiminde yorumladı, kimileri ise deneylerde ciddi hatalar bulup, saçmaladığını düşündüler.

DÁHİNİN BEYNİ NORMALDEN KÜÇÜK

Beyinle ilgili ikinci araştırma Alabama Üniversitesi’nden Britt Anderson’a ait. 1996’da Neuroscience Letters’de, sıradan bir erkeğin ortalama beyin ağırlığı 1400 gram olduğu halde, Einstein’ın beyninin 1230 gram geldiği, ayrıca dış tabakasının da normalden ince olduğu öne sürüldü. Bu bulgular, dáhi fizikçinin beynindeki sinir hücrelerinin daha sıkışık ve yoğun biçimde birarada olduğu, bu sayede aralarındaki iletişimin normal insanlarınkinden daha hızlı biçimde gerçekleştiği ve küçük beyinli olanların hiç de sanıldığı gibi aptal değil, bilakis üstün zekalı olabilecekleri şeklinde yorumlandı.

Kanadalı Dr. Sandra Witelson, ünlü Lancet dergisinde 1999’da yayınlanan "Albert Einstein’ın istisnai beyni" adlı makalesinde matematik ve üç boyutlu düşünmeyi denetleyen bölgede normalden fazla girintinin bulunduğunu bildiriyordu. Yazarları arasında Thomas Harvey’in de yer aldığı bu araştırma pek çok eleştiriyle karşılaştı.

40 yıl boyunca kapı kapı dolaşıp, Einstein’ın beynini doğru dürüst inceleyebilecek birini bulamadığına sinirlenen patolog Thomas Harvey, sonunda elindeki her iki kavanozu, içinde kalan beyin parçalarıyla birlikte Princeton Tıp Merkezi’ne hediye etti. Doktor 90’ını geçti. Halen New Jersey’de, Titusville adlı küçük bir kasabada yaşıyor. Kulağı pek işitmiyor, zor yürüyor. Ama yaptıklarından hiç pişman değil.
Yazarın Tüm Yazıları