2 Temmuz 2006
Baker Sokak 221b adresinde, Bayan Hudson’un kiracısı olarak oturan zayıf, uzun boylu, ince dudaklı, kartal burunlu, keskin bakışlı, ara sıra kokain kullanmaktan ve evini paylaştığı doktoru anlayışsızlıkla suçlamaktan başka kusuru bulunmayan özel dedektifin ünü Londra’yı çoktan aşmış, Avrupa’nın dört bir yanına yayılmıştı. Ayrıntılara düşkün, kimya, fizik, biyoloji, anatomi, botanik bilgisi engin dedektifin müşterisi hiç bitmezdi. Ne de olsa 1800’lerin sonlarıydı ve henüz hiç kimse olay yerini onun gibi inceleyemiyor ve adli bilimlerin gücünden onun kadar yararlanmasını bilmiyordu. Keşke Bay Sherlock Holmes gerçek olsaydı da, Londra polis müdürü Karındeşen Jak’ı bir türlü bulamadığından istifa etmek zorunda kalmasaydı.
Tıp fakültesinden yeni mezun olmuştu. Bir gün polis geldi ve bir hastasının tedavisinden şikayetçi olduğundan bahisle onu sorguya çekti. Yeterli delil olmadığında, masumiyetin kanıtlanmasının ne denli güç olduğunu bizzat yaşayan doktor, gerçek suçlunun bulunabilmesi için polislerin nasıl düşünmesi ve davranması gerektiğini gösteren bir öykü yazmaya karar verdi.
Yaratacağı dedektif, Edinburgh’taki cerrahi hocası, Kraliçe Viktorya’nın özel doktoru Joseph Bell gibi düşünmeliydi. Dr. Bell, elleri yumuşak, kolları güçlü kadın hastasının çamaşırcı olduğunu anlar, ayakkabılarındaki çamurun rengine bakar, hangi yoldan geçtiğini söylerdi. İşte, Sir Arthur Conan Doyle, efsanevi dedektif Sherlock Holmes’u böyle yarattı.
İlk öykü, "A Study in Scarlet", 1887’de yayınlandı. Bunu 60’a yakın macera izledi (Bazıları, farklı yıllarda, farklı adlarla Türkçe’ye de çevrildi. Kafanızı karıştırmamak için sadece orijinal adlarını vereceğim).
POE’NUN DUPIN’İ
Bu ilk öyküde Sherlock Holmes’un, uzun yıllar birlikte çalışacağı Dr. John Watson’u gördüğünde "Doktor tipli bir beyefendi. Ancak askere benzer havası da var. Öyleyse, askeri tabip. Yüzü yanık, el bileklerinin iç kısmı ise açık renkte, demek ki çok güneşli bir bölgeden geliyor. Yorgunluğuna bakılırsa, bir hastalık geçirmiş olmalı. Sol kolunun duruşu doğal değil. Anlaşılan yaralanmış. Bir İngiliz askeri tabibi, bol güneşli hangi ülkede hastalanmış, zor şartlarda çalışmış ve yaralanmış olabilir? Hiç kuşkusuz Afganistan’da" biçiminde mantık yürütmesi, yazarın Dr. Bell’den ne kadar çok etkilendiğinin küçük bir kanıtıdır.
Sir Arthur Conan Doyle’un dedektifi için model olarak kullandığı başkaca gerçek ve hayal kahramanlar da var. Amerikalı Edgar Allen Poe’nun "Morg Sokağı Cinayeti"nde karşılaştığımız Fransız özel dedektif Chevalier C. Auguste Dupin, Sherlock Holmes’ten 50 yıl kadar önce gün ışığına çıkmıştı. Her iki dedektifin pek çok özelliği paylaştığı görülse de, aralarındaki en temel fark, Dupin’in "düşünce okuyabilme" becerisine karşılık, Holmes’un her zaman, bilimsel delillere dayalı sonuçlar çıkartmış olmasıdır. Aradan geçen 100 yıla rağmen, adli bilimciler arasında çok özel bir yeri olmasının, adına kulüpler, dernekler kurulmasının, ödüller verilmesinin nedeni budur.
FRANSIZLARIN VIDOCQ’U
Kılıktan kılığa girerek, en yakın dostu Dr. Watson’u bile aldatabilen Sherlock Holmes, bu açıdan incelendiğinde, tüm zamanların en ünlü dedektiflerinden Eugene François Vidocq’a da benzetilebilir. Aslında, Edgar Allan Poe’nun dedektifi Dupin de büyük bir olasılıkla Vidocq’tan esinlenmiş olsa gerek. Cezaevine girmemek için muhbir olmayı seçen ve "suçluyu, ancak suç işlemiş olan yakalar" görüşüne yürekten inanan Vidocq, 1812’de hırsız, dolandırıcı, katil arkadaşlarından oluşturduğu çekirdek bir kadroyla Paris polis teşkilatı içerisinde ilk ceza soruşturması birimini kurmuş, 8 yıl içinde, Paris’teki suç oranını yüzde 40 azaltmayı başarabilmişti. La Sûrete Nationale (Ulusal Güvenlik) adıyla bilinen birim, Scotland Yard ve FBI dahil olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinin polis teşkilatına model oluşturmuştur.
Conan Doyle’un Vidocq’a hayranlık duymaması mümkün değildi. Nitekim Sherlock Holmes’un zaman zaman eski suçlulardan yararlanarak olayları aydınlatmaya çalışması da buna bağlanabilir.
İLK SUÇLU PROFİLİNİ SHERLOCK HOLMES ÇIKARDI
Sherlock Holmes, peşinde olduğu katilin düşünce sistemini anlamaya çalışır, buna dayanarak profilini çıkartır ve bunda öylesine başarılı olurdu ki, katilin fiziksel, sosyal ve ruhsal özelliklerini öngörebilir, böylece onu yakalayabilirdi. Günümüzde profilleme adı verilen, başta cinsel motifli şiddet suçları olmak üzere seri suçların soruşturulmasında yararlanılan ve pek çok güvenlik teşkilatı içerisinde özel birimleri bulunan bu alandan, Sir Arthur Conan Doyle’un yaşadığı yıllarda kimsenin haberi yoktu.
New Yorklu psikiyatri uzmanı Dr. James Arnold Brussel’in dünyada ilk kez profilleme tekniğini kullanarak "Deli Bombacı Davası"nı aydınlatması için 60 yıl geçmesi gerekecekti. 1940-56 arasında New York’un tiyatro binalarına, tren istasyonlarına, telefon kulübelerine bıraktığı bombalar ile dehşet saçan failin kim olduğunun bulunabilmesi için, olay yeri fotoğraflarını ve gazetelere gönderilen tehdit mektuplarını inceleyen Dr. Brussel, aranacak kişinin, 40-50 yaşlarında, iri yarı, beyaz, bekár, Connecticut’ta kardeşleriyle birlikte oturan, annesine hayran, babasından nefret eden, Katolik, kalp hastalığı geçirmiş, elektrik teknisyeni bir Slav göçmeni olması gerektiği sonucuna varmıştı. 1957 Ocak’ında George Metesky yakalandığında, profile tıpatıp uyuyordu. Üzerindeki düğmeli kurvaze cekete kadar.
Howard Teten’in kurduğu ve pek çok televizyon dizisi ile filme konu olan FBI’ın Davranış Bilimleri Birimi’nin faaliyete geçmesi için 70 yıl, Bernt Turvey’in adli psikologların ve cinayet masası polislerinin eğitiminde yaygın biçimde kullanılacak davranış delillerine ilişkin ilk ders kitabı olan "Criminal Profiling: An Introduction to Behavioural Evidence Analysis"i yayınlaması için 100 yıl beklemek gerekecekti. Gerçi profilleme tekniğinin hatasız olduğu söylenemez ama, eldeki diğer bilimsel delillerle desteklendiği takdirde işe yaradığı defalarca kanıtlanmıştır.
Sherlock Holmes, bir sonraki olay yerinin neresi olacağını da öngörebilirdi. Kanadalı polis Dr. Kim Rossmo’nun coğrafi profilleme adı verilen bu soruşturma tekniğini bilimsel bir tabana oturtması, bilgisayar destekli suç haritaları oluşturarak seri katil ve seri kundakçıları bulabilmesi için gine 100 yıl beklendi.
DAKTİLO ŞERİDİNİN PATENTİ YENİ ALINIRKEN HOLMES, DAKTİLO YAZISINDA DELİL BULUYORDU
Sherlock Holmes, el yazılarının kişiye özgü olduğunu biliyordu. Ayrıca kağıt, mürekkep, mühür, pul, filigranları da değerlendirebilirdi. "The Man with the Twisted Lip"te, aynı siyah mürekkeple yazılanların, farklı zamanlarda kaleme alındığını saptamış, "A Study in Scarlet"te "A" harfinin biçimine bakarak, yazanın bir Alman olmadığı sonucuna varmıştı.
Gerçi yazar Sir Artur Conan Doyle’un yaşadığı dönemde el yazısı incelemeleri soruşturmalarda kullanılıyordu ama, henüz kuralları tam olarak belirlenmediğinden, yanılmalar oluyordu. Sherlock Holmes öykülerini ders kitabı olarak öğrencilerine öneren ve antropometrinin temellerini atan Alphonse Bertillon’un, 1890’da Fransız Yahudisi Yüzbaşı Dreyfus’un haksız yere suçlanmasına yol açan el yazısı incelemesi, bu tarihi hatalardan biridir. Günümüzde bir başvuru kitabı olarak hálá yararlandığımız Albert Osborn’un ünlü "Questioned Documents" adlı eseri 1922’de 1. baskısını yaptı. El yazısının incelenmesindeki hatalar da nispeten azalmaya başladı. Aradan 80 yıl geçti, tamamen sıfırlandığı söylenemez.
Sherlock Holmes, 1888’de yayınlanan "A Case of Identity"de daktilo yazısını delil olarak kullanmıştır. O tarihte, daktiloların delil niteliği ile ilgili hiçbir uygulama yoktu. "Bir daktilonun, tıpkı el yazısı gibi kişisel özelliklerinin olması ne garip" der Holmes, "çok yeni olmadıkları takdirde, birbirinin aynı biçimde yazan iki daktilo yok. Birinin harflerinin bu yanı, diğerinin öbür yanı aşınıyor. ’e’ ve ’r’ harflerine dikkat edin Bay Windibank, bunun gibi 14 karakteristik daha var. Bu zarfın üstü sizin daktiloda yazılmış."
Conan Doyle’un, bir yandan harflerdeki aşınmanın delil değerini, diğer yandan rastlantıyı ortadan kaldırabilmek için tıpkı parmak izi karşılaştırmalarında yapıldığı gibi çok sayıda benzerliğin (bu örnekte 14) bulunması gerektiğini öğrettiği yıl, Jacob L. Wortman, daktilo şeridinin patentini yeni alıyordu.
AYAK İZLERİ
Sherlock Holmes, ayak izleri konusunda da uzmandı. "The Boscombe Valley Mystery"de, "Bu içe basan sol ayak izleri sana ait Dr. Watson" diyebilecek kadar bir bakışta ve çıplak gözle değerlendirebilirdi. Halbuki suçların aydınlatılmasında ayak izlerinin kullanımı henüz yeni gelişiyordu. Patoloji uzmanı Dr. Charles Meymott Tidy, 1882’de basılan adli tıp ders kitabında ayak izlerinden söz ediyor, çamura, alçıya, katrana, kuma basan ayağın, oluşturduğu izlerin birbirinden farklı olduğunu, bu konuya dikkat edilmesi gerektiğinin altını çiziyordu.
Ayak ve ayakkabı izi tartışmaları yıllarca sürdü. Uyanık suçluların büyük ya da küçük numara ayakkabılar giymesi, ayaklarına bez sarması işleri iyice karıştırdı. Hatta, doktorların ayakkabı izi incelemekten vazgeçmesini, "akıllı bir ayakkabıcı"nın onlardan çok daha güvenilir olduğunu yazacak kadar işi ileri götürenler oldu. Bugün FBI gibi ellerinde veri tabanları olanlar, ayakkabı izlerinden yola çıkarak numarasını, markasını, hatta imal edildiği yeri dahi söyleyebiliyor. 1995’te eski eşi ve aşığını öldürmekten yargılanan zenci sporcu Orenthal James Simpson’un davasında, cesetlerin bulunduğu bahçedeki kanlı ayakkabı izlerinden alınan kalıpları inceleyen FBI uzmanı William J. Bodziak, ayakkabının, 46 numara, İtalyan yapımı, Lorenzo model, bir Bruno Magli olduğunu saptamıştı.
KÖPEKLER
Köpek burnunun hayranlık veren yeteneği yüzyıllardır bilinir. Sherlock Holmes da onların bu özelliklerinden pek çok kez yararlanmıştır. Ayrıca İngilizlerin köpek sevgisi de, Holmes öykülerinin üçte birinde bir köpeğin yer almasının başlıca nedenidir. Örneğin "The Adventure of the Missing Three Quarter"da köpek Pompey, anason kokusunun izini sürebiliyordu. "The Adventure of Shoscombe Old Place"deki köpek, yabancılarla tanıdıkları birbirinden ayırabiliyor, "The Sign of Four"daki köpek Toby, katilin izini sürebiliyordu.
"Köpek burnu yanılmaz, Dr. Watson" diyordu Holmes. Belki dedektif için öyleydi de, polislerin bu beceriden yararlanabilmesi için çok uzun yıllar gerekecekti. Londra’yı dehşete düşüren Karındeşen Jak’ın ortalığa çıktığı 1888’de, kentin polis müdürü Sir Charles Warren’ın kiraladığı Barnaby ve Burgho adlı av köpekleri, katili yakalayamadıkları gibi, sisin içinde kaybolduklarından, onları aramak üzere yüzlerce polis görevlendirilmiş, müdürün bu başarısızlığı günlerce gazetelerin birinci sayfasında manşetten verilmişti. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var, müdür, Karındeşen Jak’ın yakalanamamasının nedenini, altı çivili olduklarından kaldırımlarda ses yapan polis çizmelerine bağlamış ve binlercesini lastik tabanlılarla değiştirtmişti. Müdürün parlak fikirleri sadece bunlarla kalmadı. Büyük bir olasılıkla katilin elinden çıkmış olan bir duvar yazısını, "Yahudiler boş yere suçlanacak adamlar değildir" dilbilimcilere ve el yazısı uzmanlarına inceletecek yerde, halk arasında Yahudi düşmanlığı yaratabilir korkusuyla görür görmez sildirtmiş, böylelikle delilleri de yok etmişti. Müdür, katili bulamadığı için istifa etti. Aradan bir asır geçti, kadın katilinin kim olduğu hálá aranıyor.
KAN LEKELERİ
Daha ilk macerasında Sherlock Holmes, elindeki tüplerle, "Buldum, buldum, sadece hemoglobini çöktüren bir ayıraç buldum. Artık lekelerin kan mı, çamur mu, pas mı, meyve mi olduğunu kolaylıkla anlayabileceğim" diye bağırarak koşuşturduğunda, bu soruları yanıtlayacak yöntem henüz keşfedilmemişti. Hele kan lekesinin insana mı, hayvana mı, insansa kime ait olduğunu saptayacak yöntem, sadece hayal edilebilirdi. Karl Landsteiner’in A, B, AB, O kan gruplarını bulması (bu çalışması için Nobel almıştır) ve Max Richter’in aynı yöntemi kan lekelerine uygulaması 20 yıl, İtalyan Leone Lattes’in bir cinayet davasını lekedeki kan grupları ile aydınlatarak, şüphelinin beraatini sağlaması 35 yıl sonradır. Lekelerde kan grubu ile alt gruplarının belirlenmesinde kullanılacak yöntemlerin standardize edilmesi için 70 yıl, bunların DNA düzeyinde analizi için 100 yıl beklemek gerekmiştir.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2006
Alsaslı genç garson, Ankara’da bir sanat galerisindeki Hoca Ali Rıza, Fikret Mualla gibi ustaların tablolarının değerini bilemeyen ve sadece tezgahtaki çikolataları yemekle yetinen hırsızlardan değildi. Siyah rugan ayakkabıları, siyah takım elbisesiyle, kimi zaman tek başına, kimi zaman sevgilisiyle birlikte, üstelik güpegündüz girdiği Avrupa müzelerinden, aralarında Brueghel ve Dürer tablolarının da bulunduğu 239 parça eski eser alacak ve hiçbirini satmayacak kadar sanat düşkünüydü.
2002 ocağında, Fransa’nın Mulhouse yakınlarındaki Ron-Ren nehir kanalının kıyısına biriken kalabalık, polis balık adamların sudan çıkarttıklarını hayretle seyrediyordu. Kesilmiş yağlı boya resimler, gümüş ve fildişi heykelcikler, porselen çanaklar, Ortaçağ’dan kalma silahlar ve müzik aletleriydi bunlar. Kanaldan çıkanlarla, iki ay kadar önce İsviçre’nin Richard Wagner Müzesi’nde, paltosunun içine sokuşturduğu küçük bir trompetle yakalanan Alsaslı garson Stephane Breitwieser arasında bir bağlantı kurmak kimsenin aklına gelmedi.
Garson, Avrupa’nın dört bir yanındaki irili ufaklı 50 kadar müzeden toplayarak, annesinin evinde büyük bir özenle sakladığı eserlerin kanalın dibini boyladığını, üstelik eski püskü şeyleri eve doldurduğuna oldum olası içerleyen sanat düşmanı kadının, Montpellier Müzesi’nden çaldığı canım Watteau’su ile Baden-Baden’den yürüttüğü Cranach’ını lime lime ettiğini öğrendiğinde, tepesi atıp konuşmasaydı, bu bağlantı belki hálá kurulmamış olacaktı.
Kaybettiği koleksiyonunun acısından olsa gerek, cezaevinde iki kez intihara kalkışan sanatsever oğul ile, tutuklanma haberini alır almaz delilleri yok etmeye çalışan anne, 7 Ocak 2005’te, üçer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Eserlerin bir bölümü kanaldan, bir bölümü çöplerden çıkartıldı. Evde yapılan aramada hiçbir şey bulunamadı. Çalındığı itiraf edilen tablolardan 60’ının akıbeti ise bilinmiyor.
BOSTON’DA GECE YARISI ÜNİFORMALI HIRSIZLAR
Aklınıza, II. Dünya Savaşı sırasında işgal ettikleri ülkelerin sanat eserlerine el koyan Nazi subayları gelse de, bu üniformalılar, 1990 yılının 18 Martı’nda, gece yarısını iki saat geçe, Boston’daki Isabella Stewart Gardner Müzesi’nin ziline basanlar. Bostonlu sahte polisleri içeriye alan bekçiler, bir anda kendilerini yüzükoyun yere serilmiş ve kelepçelenmiş buldular. O gece, aralarında Rembrandt, Vermeer, Manet ve Degas tabloları ile 3 bin yıllık bir Çin kasesinin bulunduğu piyasa değeri 300 milyon doların üzerindeki 13 parça eser, gizli kamera kaseti ile birlikte sır olup gitti.
Gardner soygununun soruşturmasını yürüten FBI’ın Boston bürosundan dedektif William (Tom) Cassano ile Atlantik’in diğer yakasındaki efsanevi meslektaşı, tablo hırsızlarının korkulu rüyası, Scotland Yard dedektifi Charles Hill, 2 binden fazla ihbarı değerlendirdiler, hatta Boston’da çok sayıda İrlanda kökenlinin bulunmasından hareketle, IRA’nın bu işe karıştığını, Kolombiya’daki Medellin karteline ya da İtalyan mafyasına uyuşturucu karşılığı verildiğini dahi düşündüler.
Aradan 16 yıl geçti. Ne sahte polisler, ne de çalınanlar bulunabildi. Cassano’nun ne yaptığını bilmiyorum. Hill, 3 yıl kadar önce Scotland Yard’dan ayrıldı, özel bir şirkete güvenlik danışmanlığı yapıyor.
SADECE SAHTELERİ SERGİLEYEN MÜZELER
Polisler sahte de, dünyanın her ülkesinin müze, müzayede ve özel koleksiyonlarından durmaksızın çalınanların hepsi "gerçek" mi sanki? Günümüzde sanat eseri diye satışa sunulan ne varsa, yüzde 15 kadarının sahte olduğu ileri sürülüyor. New York Metropolitan Sanat Müzesi’nin yıllarca müdürlüğünü yapmış Thomas Hoving haklıysa eğer, bu oran yüzde 40.
Uşak Arkeoloji Müzesi’ni gezenlerin "hangisi asıl, hangisi sahte" benzeri kaygılarını yaşamak istemeyenler, Almanya’nın Binz kentindeki ya da Viyana’daki gibi bir sahtecilik müzesine gitmeli. Buralarda Van Gogh’tan Renoir’a, Monet’den Picasso’ya ne varsa, hepsi sahte.
Müzayedelerde astronomik rakamlarla satışa sunulan ve özel koleksiyonlarda bulunduğundan sanatseverlerin tadına varamayacağı ünlü eserlerin, dünyanın dört bir yanındaki sahtekárlar ya da yasal kopyacılar tarafından üretilen benzerlerini, sadece seyretmekle kalmayıp, satın almak, hatta istediğiniz tablonun kopyasını yaptırmak için sipariş bile vermek mümkün.
Milano’nun Bonacossa Sarayı’ndaki "Museo d’Arte e Scienza"nın 18 salonunda sergilenen ve Alman Fizikçi Gottfried Matthaes’in özel koleksiyonuna ait olan antik mobilya, ikon, tablo, fildişi heykel, halı, mücevher ve kitaplar da sahte. Matthaes’in amacı, müzeyi gezenlere, sahte ile gerçeğin birbirinden nasıl ayırt edilebileceğini öğretmek.
ADLİ BİLİMLER SAHTECİLERE KARŞI
Sahte ile gerçeğin ayrımında, suç delillerinin incelenmesinde kullanılan temel yaklaşımların, örneğin mikroskoplar, farklı dalga boylarındaki ışık kaynakları ve kimyasal incelemelerin işe yaradığı defalarca kanıtlandığı halde, müze yönetimleri ve galeri sahiplerinin bilimsel yöntemlerden henüz çok az yararlandığını görmek, beni şaşırtıyor. Eksperlerin değerlendirmesine elbette saygı duymalı, ancak kişisel kanaatlerin, bilimsel verilerle desteklenmesi gerek.
Arkeolojik eser kaçakçılığına benzer şekilde, sahte resim piyasasının da artık organize suç ve terör örgütlerinin kontrolünde olduğuna dair veriler bulunduğundan, Interpol, FBI ve Almanlar’ın BKA’sı gibi güvenlik birimleri, bu tip analizleri yapan, üniversite destekli özel birimler kurdular. Bu çabaların artması, kanıta dayalı, objektif ve etkin bir mücadeleyi beraberinde getireceği gibi, suç örgütlerinin finans kaynaklarının kurutulmasına da yarayacak. Üstelik, bunun için yeni yatırımlara da gerek yok. Suç delillerini inceleyen, büyükçe bir kriminal laboratuvarın olanaklarını kullanmak ve akademisyenleri bu alanda çalışmaya özendirmek yetiyor.
X-IŞINLARI MI, IŞIK MİKROSKOBU MU?
Üzerine yağlıboya resim yapılan pamuk, keten ya da kenevir bezler, tarihin her döneminde pahalı malzemelerdi. Bu nedenle ressamlar, eski tuvalleri, üzerindekileri silip, değiştirip örterek yeniden kullanmışlardır. Aynı uygulama, eski eser izlenimi vermek isteyen sahtekárlar için de geçerlidir. Hatta, ünlü bir ressamın, değerli olmayan bir tablosu üzerine, çok değerli bir eserinin sahtesinin yapıldığına da rastlanır. İşte bu nedenle, katmanların incelenmesi büyük önem taşır. Resimlerin incelenmesinde, mor ya da kızıl ötesi ışık kaynakları sıklıkla kullanılmakla birlikte, alt boya katmanlarının görülmesini sağlayan X-ışınlarının yeri vazgeçilmezdir.
Öte yandan, gerek İsa’nın Torino’daki kefeninin, gerekse Vikinglerin Kristof Kolomb’dan 50 yıl önce Amerika’ya ayak bastığını gösteren Vinland haritasının sahte olduğunu, Beethoven’in kurşunla zehirlendiğini, Napolyon’un ise arsenikle zehirlenmediğini kanıtlayan Chicagolu ünlü kimyacı ve mikroskop uzmanı Dr. Walter Cox McCrone, son nefesine kadar, sanat eserlerinin ve arkeolojik kalıntıların incelenmesinde en güvenilir yöntemin ışık mikroskobu olduğunda ısrar etti. Ona göre ışık mikroskobu, Prusya mavisi, alizarin ve karbon siyahını birbirinden ayıramayan X-ışını difraksiyon analizinden ya da çinko beyazını sarı kurşun oksitten ayıramayan kızıl ötesi absorbsiyon analizinden çok daha üstündü.
Buna karşılık, Boston Güzel Sanatlar Müzesi uzmanlarından Richard Newman, taramalı elektron mikroskobu ile birlikte kullanılan X-ışınlarının metal, seramik, taş ve boya örneklerinin incelenmesinde vazgeçilmezliğini savunmuştur. İtalyan Ulusal Yeni Teknolojiler Kurumu ENEA’nın uzmanlarından Moioli ve Seccaroni, orijinal olduğu iddia edilen bir dizi Caravaggio tablosunun aslında sahte olduğunu bu yöntemle kanıtlamışlardı.
PİGMENT ANALİZİNDEN FIRÇA TEKNİĞİ VERİ TABANINA, BİRAZ TEKNOLOJİ, BİRAZ BİLGİ
Sanat sahtekárları ile mücadelede bazı önemli köşe taşları var. Arizona Üniversitesi’nden Donahue ve arkadaşlarının, yağlıboya resimlerin yaşlarını belirlemede kullandığı hızlandırıcılı radyokarbon tarihlemesi, St. Petersburg’un ünlü Hermitage Müzesi’nden Alexander Kossolapov’un helyum atomlarını kullanarak altın varaklarda yaş tayini, Hamburg Üniversitesi’nden Peter Klein’ın, tahtanın imalatında kullanılan ağacın ne zaman kesildiğini gösterebilmesi, yani dendrokronoloji bilimini uygulaması ve bunu bin yıl geriye götürebilmesi bunlardan bazıları.
Liege Üniversitesi disiplinlerarası arkeometri biriminden Pascale Fraiture, 2002 yılındaki doktora teziyle, dendrokronoloji sayesinde, sadece tahta desteğin imal edildiği ağacın ne zaman kesildiğini değil, hangi ormandan kesildiğini dahi belirleyebilmiş ve sanat tarihçileri tarafından 16. yüzyıl Henri Bles tablosu olarak belgelenen bir resmin, aslında 19. yüzyılda yapılmış bir sahtesi olduğunu kanıtlamıştı.
Pigmentlerin analizi, resmin yaşını gösteren önemli belirteçlerdendir. Örneğin kurşun karbonat antik dönemden beri kullanıldığı halde, tıpkı onun gibi beyaz olan titanyum oksit, çalışmanın 1920’lerden sonra yapıldığını gösterir. Prusya mavisi ve çinko beyazı, 18. yüzyıl; kobalt mavisi ise 19. yüzyıl sonrasında kullanılmıştır. Kadmiyum sarısı, 1830 öncesinde yoktu. Rembrandt’ın 1634’te yaptığı iddia edilen bir otoportresinde kadmiyum sarısı bulununca sahte olduğu kanıtlanmıştı.
Pigment bileşenlerinin niteliği kadar, bunların niceliği, yani "boyanın parmak izi" de önemli ipuçları verir. Örneğin kurşun beyazının, gümüş ve antimon düzeyi yüksekse, Hollanda’da; düşükse İtalya’da imal edildiği anlaşılır. Bu analizlerin resme zarar vereceği sanılmasın. Kanada Winnipeg Üniversitesi Kimya Bölümü araştırıcılarına, kulak temizleme çubuğunun ucundaki pamuğu tabloya dokundurmak yetiyor. Avustralya Curtin Teknoloji Üniversitesi’nden Smith ve arkadaşları ise, tablolara değmiyor bile. Lazer kenetli plazma kütle spektrometre gereci ile sadece yaklaşıyor ve pigmentler bir yana, yağ, vernik, astar ve incelticilerin dahi parmak izini alabiliyorlar.
Bilimsel incelemeler, eserin orijinalliği hakkında bir fikir verirse de, henüz yaratıcısının kim olduğunu saptamaktan uzak. Fırça kullanım tekniğinin sanatçıya özgü "yapısal bir imza" gibi değerlendirileceğini iddia eden Viyana Teknoloji Üniversitesi’nden Sablatnig, Kammerer ve Zolda, geliştirdikleri bilgisayar destekli sınıflama ve tanıma sistemi ile, şimdilik sadece minyatür portrelerin kimin elinden çıktığını bulabiliyorlar. Sanatçıların fırça tutuş teknikleri bilgisayara "öğretildikçe", eserlerin sanatçının kendisinin mi yoksa bir kopyacının elinden mi çıktığı anlaşılabilecek. Bu şekilde oluşturulan veri tabanları yaygınlaştıkça, tıpkı attığımız imzayı tanıyabilen yazılımlara benzer şekilde, fırça izlerini de tanımak mümkün olacak. Ayrıca sanatçı ve öğrencilerinin birlikte yarattığı çalışmaların, hangi bölümünün ustanın elinden çıktığı da böylece aydınlanabilecek.
ÜNLÜ SAHTEKÁRLAR
II. Dünya Savaşı sonlarında, müttefik devletlerin bir sanat komisyonu, Hitler’in komutanlarından Hermann Göring’in koleksiyonunda o güne kadar bilinmeyen bir Jan Vermeer tablosuyla karşılaştı. Yapılan soruşturma sonucunda, resmi Göring’e satanın, Hollandalı ressam Hans van Meegeren olduğu anlaşıldı. Düşmana ulusal kültür hazinelerini satmaktan mahkum edilen Van Meegeren, resmin sahte olduğunu kanıtlama çabasıyla, cezaevindeki hücresinde bir Vermeer tablosu daha yaptı. Onun fırçasından çıkan 14 kadar Vermeer ve Pieter de Hooch tablosunun, ünlü eksperlerden alınmış orijinal belgesi vardı. Özel koleksiyoncuların elinde başka sahtelerinin bulunduğuna inanılıyor.
Elmyr de Hory, 1968’de yakalanıp İspanya’nın İbiza Adası’ndaki bir cezaevine konuncaya kadar geçen 30 yıl içinde, Matisse, Modigliani ve Picasso’larla dolu bine yakın tablo yapmış, çoğunu Avrupa ve Latin Amerika’nın değişik ülkelerinde, ayrıca ABD’de satabilmişti. Elmyr de Hory, Orson Welles’in tamamladığı son filmi "F for Fake" adlı belgesele konu olmuştu.
İngiliz fizikçi John Drewe, 50-60 bin sterlin ödeyerek ressam John Myatt’a yaptırdığı Chagall ve Giacometti’leri, 1 milyona satacak kadar becerikliydi. 96’da tutuklandığında, sahte ekspertiz raporları düzenlemekle kalmayıp, müze arşivlerinden çaldığı kataloglara eklemeler yaptığı da ortaya çıktı. Sahte resimlerin sadece 60’ı bulundu. 140 kadarının ise kimin elinde olduğu bilinmiyor. Bilinmeyen bir başka şey, 2001’de cezaevinden çıkan Drewe’in şimdilerde nerede olduğu. Kim bilir belki yeni bir ressam keşfetmiş, ona yaptırdığı "eser"leri birilerine satıyordur.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2006
Vaiz John Boltz, o akşam, kızarmış tavuk ve patates, lahana salatası ve elmalı kek istedi. Gerçi 74 yaşındaki biri için biraz ağır bir yemek sayılırdı ama olsun. 22 yılını geçirdiği cezaevindeki son yemeğiydi. Üvey oğlunun boğazına 11 kez bıçak saplamış vaiz, 1 Haziran 2006 gecesi öngörülenden bir saat fazla yaşadı. Yaşlılığından olsa gerek, doktorun damarını bulması uzun sürdü. Earl Washington da, tıpkı vaiz gibi ölümü bekleyenlerden biriydi. Ancak o, son yemeğini yemedi. Kimsenin ırzına geçip öldürmediği, biraz geç de olsa anlaşıldı. Serbest kaldığı bir yana, altı ayrı cezaevinde geçirdiği 17 yılın karşılığında kendisine 2.25 milyon dolar ödendi. Dünyanın 53 ülkesinde halen 20 bine yakın kişi iğneyle, elektrikle, asılarak, başı kesilerek, kurşunlanarak veya taşlanarak idamı bekliyor. Acaba aralarında kaçı suçsuz ve suçsuz olanların kaçı Washington kadar şanslı?
4 Haziran 1982 günü, 3 çocuk annesi 19 yaşındaki Rebecca Lynn Williams, 9 bin nüfuslu Culpeper, Virginia’daki apartmanının kapısı önünde çırılçıplak, kanlar içinde, ırzına geçilmiş ve 38 yerinden bıçaklanmış olarak bulundu. Genç kadın aynı gün 14.05’te, saldırganın tek kişi ve zenci olduğunu söyledikten sonra öldü.
Culpeper polisi, olay yerinde çok sayıda parmak ve ayakkabı izi buldu. Üzerinde saç kılları olan bir erkek gömleğine ve yer yer ıslak lekeleri olan bir battaniyeye el koydu. Parmak izleri, veritabanındaki izlerle karşılaştırıldı, benzerlerine rastlanmadı. Saç kılları hiçbir zaman incelenmedi. Virginia Adli Bilimler Laboratuvarı, battaniye üzerindeki lekelerin sperm olduğunu belirledi. O tarihte henüz DNA analizleri yapılamıyor, vücut sıvılarındaki bazı enzim ve proteinlerin polimorfik özellikleri elektroforez tekniği ile inceleniyordu. Spermde bu özellikler belirlendi. Otopside alınan vajinal sürüntüde ise, sperme özgü hücreler olan spermatozoitler görüldü ama, kan ile bulaşık olması, ayrıca mağdura ait hücreleri de içermesi nedeniyle enzim ve proteinlerin incelenmesi hiç yapılamadı.
Ülkemizde de, DNA analizleri başlamadan önce, gerek olay yerlerinde ele geçen biyolojik delillerde, gerekse babalık davalarının çözümünde Virginia Adli Bilimler Laboratuvarı’nda uygulanan yöntemler kullanılmış, hatta İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün başvurusu üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi bir ilamında, bu amaçla hangi genetik özelliklerin araştırılacağını tek tek sıralamış, ayrıca babalığa hükmedebilmek için, uyumun en az yüzde 99.73 olması gerektiğini de bildirmişti. Artık enzim ve proteinlerin incelenmesi tümüyle terk edilmiş, bunların yerini DNA analizleri almıştır.
HER SUÇU ÜSTLENEN NAZİK ZENCİ
Cinayetin üzerinden 11 ay geçti. 21 Mayıs 1983 günü, Culpeper’e 20 km uzaklıktaki yaşlı bayan Helen Weeks’in evine bir zenci girdi ve yatak odasındaki dolaptan tabancasını çaldı. 2 gün sonra gazeteler, şüphelilerden birinin, özel dedektif Curtis Reese Wilmore ve komiser Lee Hart’a (yıllar sonra sonra Culpeper Şerifi oldu) verdiği ifadesinde, sadece silahı çaldığını kabullenmekle yetinmeyip, son bir yılda Fauquier’de gerçekleşen 3 ayrı ırza geçme suçunu, ayrıca Rebecca Williams cinayetini de üstlendiğini yazdılar. Virginia Eyaleti, yaşlı kadının evine girenin bulunduğuna, ırza geçen seri suçlunun yakalandığına ve genç anneyi çocuklarının gözü önünde hunharca öldüren canavarın ele geçtiğine sevindi.
Yaşlı kadının sadece silahı çalınmış, kendisine saldıran olmamıştı. İfadeyi alan polisler, henüz bu ayrıntıyı bilmiyorlardı. "Helen Weeks’e tecavüz ettin mi" diye sordular. "Evet efendim" diye cevap verdi. Daha sonra mevsimlik tarım işçisi Earl Washington, birçok soruya, boynunu büküp gülümseyerek ve gayet nazik bir şekilde "Evet efendim" diye cevap verdi. İşte hayatını karartan da, bu nezaketi oldu.
Ne garip ki, Fauquier’deki üç ırza geçme olayı ile ilgili olarak verdiği adresler, kadınların eşkali, suçun işleniş biçimine ilişkin ayrıntılar gerçeklerle örtüşmedi. Üstelik ne mağdurlar, ne de görgü tanıkları kendisini teşhis edebildi. Bu nedenle, savcı John Bennett’in iddianamesinde, Fauquier’deki ırza geçmeler yer almadı, kabullendiği diğer suçlardan, silah hırsızlığı ve 11 ay önceki Williams cinayetinden sorumlu tutuldu.
18 Ocak 1984 günü Earl Washington, yargıç David F. Berry ile 12 kişilik jürinin önüne çıktı. Ertesi gün suçlu olduğuna, bir sonrakinde de idam cezasına çarptırılmasına karar verildi. Culpeper’de, 30 yıl aradan sonra ilk idam kararıydı bu. Üst mahkemeye yapılan itirazlar kabul edilmeyip, ceza onaylanınca, yargıç Berry, idamın 8 Eylül 1985’te infazına karar verdi. Earl Washington, "Ölüm Evi" olarak bilinen, daha sonraki yıllarda yıkılan Richmond eyalet cezaevine nakledildi.
İKRARDAN BAŞKA TEK DELİL YOK
Bayan Williams’ın apartmanındaki parmak izlerinin hiçbiri, Earl Washington’un izlerini tutmadı. Kanlı ayakkabı izi, çok daha küçük ayaklı birine aitti. Olay yerindeki gömleğin üzerindeki saç telleri hiç incelenmedi. Battaniye üzerindeki sperm lekesinin serolojik özellikleri onunkilerle örtüşmedi. Vajinal yayma zaten incelenemedi. Tanıklar, uzun boylu, geniş omuzlu, adaleli, beyaz, kısa kollu fanila giymiş bir zencinin koşarak apartmandan çıktığını görmüşlerdi. Washington, orta boylu, zayıf birisiydi.
İfadesinde, 2-3 bıçak darbesi vurduğunu söylemişti, halbuki otopsi raporunda 38 bıçak yarası kayıtlıydı. Mağduru, kısa boylu, zayıf, zenci bir kadın diye tarif etmişti, halbuki Bayan Williams, kendisinden en az 20 santim daha uzun, şişman, üstelik beyaz tenliydi. Avukat John Scott Jr., bunların hiçbirini savunmasında kullanmadı. Jürinin de bunlardan haberi olmadı.
Jürinin bilmediği başka şeyler de vardı. Gerçi psikiyatr Dr. Arthur Centor’un tanıklığı sayesinde, ortalama insan zekasının altında bir IQ değerine (100 yerine 69) sahip olduğu, ancak bunun yargılamayı engellemeyeceğini öğrenmişlerdi. Ama 22 yaşına rağmen okuma-yazması olmayan, yavaş konuşan, kimi zaman kullanacağı sözcükleri bulamayan bu kişinin, bir otorite tarafından kendisine yöneltilen her kapalı uçlu soruyu, "Evet efendim" diye yanıtladığı, jüriye hiç söylenmedi.
Hizmet içi eğitimlerde, kesinlikle yapılmaması öğretildiği halde, polislerin "Şu yoldan geçip, şu eve mi girdin?", "Bıçağı burada mı sapladın?" "Bu gömlek senin mi?" şeklinde sorular yönelttiğini, onun bunlara hep "Evet efendim" dediğini, ifadesinin dört kez alındığını, bunlardan ilk üçüne ait hiçbir kayıt bulunmadığını, polisin üç kez aynı adrese götürdüğünü, bunların sonuncusunda memurların yardımıyla apartmanı gösterdiğini, bir anlamda suçun işleniş yer ve biçiminin kendisine "öğretildiğini" bilemediler.
Dava boyunca, Washington’u cinayet zanlısı yapan tek delil, kendi ikrarı olarak kaldı.
AYNI HÜCREDE BİR BAŞKA İDAMLIK
Earl Washington, 1985 bahar ve yazını, "Ölüm Evi"ndeki hücresini bir diğer idam mahkumu Joseph Giarratano ile paylaşarak geçirdi. Washington’un cahilliğine karşılık Giarratano, alkolik ve madde bağımlısı bir suçlu olarak girdiği cezaevinde hukuk, din ve felsefe okuyarak kendisini çok geliştirmiş biriydi. Hücre arkadaşının durumunu, idam mahkumlarına gönüllü olarak psikolojik destek veren Maria Deans’e anlattı. Maria da, idam cezasına karşı olan ve ücretsiz hizmet veren New York’taki bir avukatlık bürosuna. 7 Eylül günü gardiyan, Washington’a son akşam yemeğinde ne istediğini soramadı. New Yorklu avukatlar, başlattıkları hukuk savaşı sayesinde, infaza 9 gün kala, idamı durdurabilmişlerdi. Masumiyeti kanıtlanıncaya kadar, daha çok uzun yıllar cezaevinde kalacaktı.
Fakir ve zenci işçinin, hayatını borçlu olduğu hücre arkadaşı Giarratano, 4 saat süren jürisiz bir yargılama sonunda, aynı evi paylaştığı 44 yaşındaki anne ile 15 yaşındaki kızını boğmak ve bıçaklamaktan idama mahkum edilmişti. Kadınların sağ elini kullanan biri tarafından bıçaklanması, buna karşılık Giarratano’nun solak olması, yerdeki kanlı ayak izlerinin ona ait olmaması, uyuşturucu etkisi yüzünden olayın hiçbir ayrıntısını hatırlayamaması nedeniyle, 1991’de idam cezası, ömür boyu hapse çevrildi. Bir zamanlar ziyarete gelen hukuk öğrencileri ile idam cezasını tartışan, avukat tutamayanların dilekçelerini yazan, isteyene Zen Budizmi öğreten Giarratano’nun, cezaevi düzenini bozduğundan, artık bunları yapmasına izin verilmiyor. 27 yıldır demir parmaklıklar arkasındaki 118475 sayılı mahkum, halen Red Onion’un yüksek güvenlikli kanadında, ışığı 24 saat yanan bir hücrede tek başına kalıyor ve haftada iki kez elleri ve ayakları zincirlenmiş şekilde duş yapmak için hücresinden çıkartılıyor. Zincirlerinin görülmesini istemediğinden, ziyaretçileri de reddediyor.
ÖMÜR BOYU HAPSE ÇEVRİLEN İDAM
Aradan 8 yıl geçti. Nihayet 1993’te, battaniye üzerindeki sperm lekesinin bir kere de DNA analizi ile incelenmesine karar verildi. Böylelikle, spermin Washington’a ait olmadığı yeniden kanıtlandı. Savcılığın, suç sırasında failin yalnız olmayabileceği ya da mağdurun o sabah kocası dışında başka birisiyle cinsel ilişkiye girmiş olabileceğini iddia etmesi üzerine, Vali L. Douglas Wilder, idam cezasını ömür boyu hapse çevirmekle yetindi. Üst mahkemelere yapılan itirazların sonuç vermesi için 6 yıl geçmesi gerekecekti. Earl Washington, 2 Ekim 2000’de, tutuklanmasından 17 yıl ve 9 ay sonra özgürlüğüne kavuştu. Mahkumiyet sonrası DNA analizine olanak tanınmasaydı, çoktan ölmüş olacaktı.
MASUMİYET PROJELERİ
Son 15 yılda, DNA analizleri ile Amerikan cezaevlerinden çıkartılanların sayısı 180’e yaklaşıyor. Bunların 19’u idam mahkumuydu. 45’i, yargılandıkları eyalette idam cezası olmadığından ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Bu kişiler, masumiyetleri kanıtlanmadan önce, toplam 1500 yıla yakın bir süreyi cezaevinde, üstelik büyük bölümünü tek başına bir hücrede geçirdiler. Gerçek katiller ise, ellerini kollarını sallayarak dolaştı ve belki de yeni suçlar işlediler. Yapılan DNA analizleri, sadece masum olanların yeniden özgürleşmesini sağlamadı, DNA bankasında profili bulunan onlarca gerçek suçlunun belirlenmesine, böylelikle yeni suçların önlenmesine de yaradı.
Amerika’da artık pek çok eyalet, mahkumiyet sonrası DNA testlerinin yapılmasını sağlayan, hatta zorlayan yasalara sahip olmanın yanı sıra, incelemelerin ücretini de devlet bütçesinden ödetiyor. İdam kararı, sadece görgü tanıklığı ya da ikrara dayalı olarak alınmışsa, olay yerinde biyolojik delil bulunması, ancak imha nedeniyle DNA analizinin yapılamaması halinde, idamı, müebbet hapse çeviriyor. Bu gelişmelerin mimarı, Earl Washington’a gönüllü avukatlık yapan ve 1992’de "Masumiyet Projesi"ni başlatan New Yorklu 2 hukukçu. Günümüzde, 40 kadar Amerikan üniversitesinin hukuk fakültesinde masumiyet projeleri yürüyor. Uzun süreli mahkumiyetine ya da idamına karar verilen ve masum olduklarında ısrar eden kişilerin avukatlığını
-her türlü hukuk yolunun tüketilmiş olması ve DNA analizi yapılmamış biyolojik delillerin var olması koşuluyla- ücretsiz olarak üstleniyorlar. Her ay 200-300 mahkum bu ekiplere başvuruyor. Ancak eyaletlerin yarı kadarında, ne mahkumiyet sonrası DNA analizini mümkün, ne de biyolojik delillerin korunmasını zorunlu kılan yasalar bulunduğundan, büyük bölümüne yardımcı olunamıyor.
1996 yılında, "Masumiyet Projesi"nin önderleri Peter J. Neufeld ve Barry C. Scheck ile Türkiye’de bu çerçevede neler yapılabileceğini tartışmıştık. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden bazı öğretim üyeleri ve öğrencilerim ile birlikte, hálá özel olarak yürüttüğümüz benzeri çalışmalara başladık. Ülkemizde yaşanan sorunlar, Amerika’dakinden farksız. Buna, önceki yıllarda biyolojik delillerin toplanmasındaki eksiklik eklenince, masumiyetin kanıtlanması daha da güçleşiyor. Buna rağmen başarılı sonuçlar aldığımızı, gururla söyleyebilirim.
İKRARA YÖNLENDİREN POLİS
5 Mayıs 2006 günü, Charlottesville’deki 8 beyaz ve bir siyah vatandaştan oluşan federal jüri, 24 yıl önce Earl Washington’un ifadesini alan ve 1994’te eceliyle ölen polis memuru Curtis Reese Wilmore’un, bilerek ya da bilmeyerek sorduğu kapalı uçlu sorular yüzünden şüpheliyi işlemediği bir suçu kabullenmeye yönlendirdiğine kanaat getirdi ve 2.25 milyon dolar tazminat ödenmesine karar verdi. Kenneth Adams ve üç arkadaşına ödenen 36 milyon dolar kadar yüksek olmasa da, hiç yoktan iyidir! (1978’de genç bir kızı kaçırmak, ırzına geçmek, onu ve nişanlısını öldürmekten yargılanan 4 genç adamdan ikisi idama, biri denetimli serbestlik olmaksızın ömür boyu hapse, diğeri 75 yıla mahkum edilmişti. Kararın dayanağı sadece bir görgü tanığıydı. 18 yıl sonra DNA analizleriyle suçsuz oldukları kanıtlandığı gibi, DNA veritabanı sayesinde gerçek suçlular da bulundu.)
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2006
Şamanla hemşirenin birbirlerini tanımış olmaları imkansızdı. Hatta hemşirenin, kaktüs suyu katılmış biraları içerek yağmur duasına çıkan Meksika yerlilerinden haberi bile olmayabilirdi. Buna rağmen, nasıl olur da, ölümü tatmak için dünyada başka hiç kimsenin aklına gelmemiş bir yolu seçmiş, kaktüs suyunu enjektöre doldurmuş ve damarına vermişti? Hemşirenin Kartal’da kolunda bir enjektör, enjektörde de "karnegin" adlı bir madde bulunmasının üzerinden 10 yıl geçti. Ben, bu sorunun cevabını 10 yıldır arıyorum.
Ölenin iç organ parçaları ve vücut sıvılarında toksikolojik analiz yapmakla yükümlü olanlar, 500 yıl önce yaşamış ilk ustaları Philip Theophrastus Bombastus von Hohenheim, namı diğer Paracelsus’un "Her şey zehirdir, mühim olan dozdur" sözünü akıllarından hiç çıkartmazlar. Hele otopside ölüm nedenini kesin olarak açıklayabilecek bir bulgu yoksa, dünyanın her yerindeki uzmanlar, bu arada ülkemizde otopsi materyalinde adli toksikolojik analiz yapmakla yükümlü olan ve 1992 öncesi, üniversitedeki görevime paralel olarak yönetme gururunu taşıdığım Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Kimyasal Tahliller İhtisas Dairesi’nin kimyacıları ve eczacıları, 3 bine yakın maddeyi aramak üzere kolları sıvarlar. Kimi zaman, şansları vardır. Örneğin, iyi bir olay yeri incelemesinde ele geçen boş ilaç kutuları ya da mutfak tezgáhı üzerindeki böcek öldürücüsü, çalışmalarını yönlendirir. Bu tür ipuçları bulunmadığında, saatler hatta günler süren ve iğneyle kuyu kazmaya benzer bir emek onları bekler.
ENJEKTÖRDE ZEHİR VAR
1995 Eylülü’nde, Adli Tıp Kurumu toksikologlarının önündeki dosyalardan biri, başlangıçta kolay çözülebilecek gibiydi. Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinden birinde çalışmakta olan genç bir hemşire, yatak odasında, kolunda dolu bir enjektörle ölü bulunmuştu. Biri 20 mililitrelik dolu, diğeri 5 mililitrelik boş enjektörün, ayrıca üzerinde "Rhinoperd-Nasentropfen yazılı, burun damlası olduğu bildirilen sıvının incelenmesi isteniyordu.
Enjektörlerdeki maddelerin birbirinin aynı, damlalıktakinin ise farklı olduğu saptandı. Dolu enjektördeki sıvı, farelerin kanına verildiğinde öldürüyor, ağız yoluyla verildiğinde etkilemiyordu. Damlalıktaki sıvının ise, farelere zararlı bir etkisi yoktu. Açık kimyasal yapısı aydınlatılamamış olmakla birlikte, enjektörde zehirli bir maddenin olduğu apaçıktı.
Bu bulgular, 18 Eylül 1995 tarihli rapora kaydedildi. Daha sonra toksikologlar, kendilerine teslim edilen otopsi materyalinde, dolu ve boş enjektörde saptadıkları, adını koyamadıkları, ancak hangi kimyasal testlere cevap verdiğini bildikleri ve fareleri öldüren zehirli maddeyi aradılar, bulamadılar. İç organ parçaları, kan ve idrarda, iğne giriş deliğinin etrafındaki cilt parçasında olağandışı hiçbir maddeye rastlamadılar. Bulgularını 26 Ekim 1995 tarihli raporlarına kaydettiler.
Aralık ayında, Ankara Merkez Kriminal Polis Laboratuvarı’ndan gelen bir rapor, olayın gidişini değiştirdi. Pek alışılmamış olmakla birlikte, dolu enjektörün içerisindeki sıvıyı bir kez de onlar incelemiş, içerisindeki maddenin adını koymuşlardı: Karnegin.
Aradan yıllar geçti. Hemşirenin nasıl öldüğü bir türlü kesinleşmedi. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı’nın 20 Nisan 1999 tarihli bilirkişi raporunda, aynen katıldığım biçimde, "karnegin’in yapısı gereği kanda ve idrarda saptanabileceği" görüşüne rağmen, Adli Tıp Kurumu toksikologları, hemşirenin örneklerinde bu maddeyi saptayamadılar. Buradan çıkan iki sonuç var: 1) Enjektördeki madde karnegin değildi 2) Toksikologlar karnegin’i bulamadılar.
GENEL KURUL ORTADA BIRAKTI
Aradan 5 yıl geçti. 2000 yılı Ekimi’nde, dosya, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu’nun gündemindeydi. İhtisas Kurullarının başkan ve üyeleri, "ceset muayenesinde ve otopside, haricen darp cebir izi, iç organlarda travmatik değişim, makroskobik ve mikroskobik olarak ölüme neden olabilecek bir hastalık tarif ve tesbit edilemediğine göre, kişinin herhangi bir tesirle veya kendinde mevcut bir hastalıktan öldüğünün tıbbi delillerinin bulunmadığı"nı bildirdikten sonra, Kurum toksikologlarının verdiği rapora dayanarak, kişinin koluna takılı olarak bulunan 20 mililitrelik enjektördeki sıvı ile 5 mililitrelik boş enjektörün kimyasal bakımdan benzer bir maddeyi içerdiğini ve polis kriminalin raporuna göre bu maddenin karnegin olduğunu kaydetti. Ölenin iç organ parçaları, kan ve idrar örneklerinde karnegin’in bulunamamasını da, söz konusu maddenin vücuda girdikten sonra hızla parçalanmış ve bu nedenle tespit edilememiş olma ihtimaline bağladı.
Bir başka deyişle, Genel Kurul, toksikologların otopsi materyalinde bulamamış olmasına rağmen, ölümün karnegin’den kaynaklandığı sonucuna vardı. Bununla birlikte, raporunu bağlarken, "kimyasal incelemede saptanamayan başka bir madde ile zehirlenerek öldüğünün tıbben reddedilemeyeceğini" de kaydetti. Yani, ölüm nedeninin karnegin olmayabileceğini de. Ayrıca, "mevcut tıbbi verilere dayanarak olayın intihar olup olmadığı konusunda karar verilemeyeceğini, ölüm sebebinin orijini itibarı ile belirlenmesinin adli tahkikat ile anlaşılabileceğini" bildirdi.
Kısacası Genel Kurul raporu, ezelden beri adli tıp uzmanlarına yönlendirilen, hemşirenin ölüm olayında da 5 yıldır merakla sonucu beklenen "kaza mı, cinayet mi, intihar mı" sorusuna tatmin edici bir yanıt veremedi.
Hemşirenin cesedini ilk bulan, 3 yıllık eşiydi. Bir ay kadar önce Avusturya’dan kesin dönüş yaparak sigortacılığa başlayan eşin ifadesinde, çocukları olmadığından birkaç hafta önce tedavi için bir doktora gittikleri, yapılan tahliller sonucunda yumurtalıklarının yumurta yapma olasılığı çok zayıf bulunduğundan eşinin karamsarlığa kapıldığı, kendisinin 30 Ağustos 1995 günü sabahı işe gittiği, öğlen yemek için eve döndüğü, saat 14.00 sularında yeniden çıktığı, 18.30’da eve geldiğinde, karısını yatağın üzerinde sırt üstü yatar durumda, sol kolu aşağıya sarkık ve enjektör takılı biçimde gördüğünde telefonla ağabeyine haber verdiği, onun da arkadaşları ile eve geldiği, daha sonra polisi aradıkları, polisin eşini hastaneye götürdüğü kayıtlı.
İNTİHAR MI CİNAYET Mİ
Hemşirenin önce intihar ettiği düşünüldü. Kısa bir süre sonra kardeşleri, intihar etmesi için bir neden bulunmadığını, arsalarını satmak için ısrar eden ve onu döven kocasının öldürmüş olabileceğinden kuşkulandıklarını bildirdiler. "Kasten nikahlı eşini öldürmekten" tutuklanan sigortacı eş, 9 ay tutuklu kaldıktan sonra, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Hemşirenin öldüğü gün, saat 19.00’da iki polis memurunun düzenlemeye başladığı ve 19.30’da tamamladıkları olay tespit tutanağı ile aynı polis memurları ile bir diğer tanığın imzalarını taşıyan ve saat 20.30’da düzenlendiği belirtilen el koyma tutanakları arasında, hemşirenin, kol lastiğinin, pamuğun, enjektörlerin bulunuş pozisyonu ile ilgili çelişkiler, ayrıca tutanaklar üzerindeki imzaların sahte olduğu iddiası, cinayet ihtimalini yeniden gündeme getirdi. Bu nedenle hemşirenin kocası, 8 Aralık 1999 günü yeniden tutuklandı. Ömür boyu hapis istemiyle yargılandı, karısını öldürdüğüne dair hakkında yeterli delil olmaması nedeniyle bir yıl sonra beraat etti.
OLAYDAKİ TEMEL SORU VE BİR İHTİMAL
Toksikolojide alet işler, el övünmez
Genç hemşirenin, intihar etmek istediyse, neden mesleği gereği kolayca ulaşabileceği ve öldüreceğini bildiği onlarca ilaç varken karnegin’i seçtiği, kolunu neden pamukla sildiği (yatağın üzerinde pamuk vardı), karnegin’i, hayal gösterici etkisi nedeniyle kullanmak istediyse, neden yutmayıp, hiç başvurulmayan bir yöntem olan damara enjeksiyonu tercih ettiği (vücudunda başka iğne giriş deliği yoktu) ve en önemlisi, bugün bile satın almakta zorlanılacak karnegin’i, 10 yıl önce nereden bulduğu gibi soruları sormadan önce, yanıtlanması gereken temel bir soru var.
Polis kriminal laboratuvarının uzmanları, zehir etkisi gösterebilecek binlerce madde varken, nasıl olup da karnegin’den şüphelendiler ve enjektörde, bırakın ülkemizi, dünyada dahi ölüme neden olduğu bildirilmemiş bu maddeyi aradılar.
Kanımca, karnegin’i hedeflemediler, toz ve sıvılarda eroin, kokain gibi yasadışı madde arayan her kriminal laboratuvarda yapıldığı biçimde, enjektördeki sıvının spektrogramını ya da kromatogramını elde ettiler. Bunları, gereçle birlikte satılan ve binlerce maddenin özelliklerini içeren bir veritabanı ile karşılaştırdılar. Bilgisayarın alt alta sıraladığı olası moleküller listesinin en üstünde, ya da üst sıralarında karnegin vardı. Büyük bir olasılıkla adli dosyanın tamamını görmediler ve konuya bir toksikolog değil, bir kriminalist penceresinden baktılar ve hemşirenin Tarahumara şamanlarının öğretilerinde kalmış bir madde ile ilgisi olamayacağını düşünmeksizin, "alet işler, el övünür", dediler.
Hemşire, karnegin’i nereden buldu
Bir ölüm olayının üzerinden 10 yıl geçmiş olsa bile, olayı çok değişik açılardan inceleyebilmek mümkündür. Bu sayfanın okurları, üzerinden değil 10 yıl, yüzlerce yıl geçtikten sonra bile tartışılan ölümlere alışık. Hemşirenin ölümü de, elbette yeniden incelenebilir. Benim bugün üzerinde durmak istediğim konu, olayın gidişini değiştirmesi açısından kilit bir rol üstlenmiş, kola takılı enjektör içinde bulunan, ancak vücuttaki varlığı kanıtlanamayan madde ile ilgili, yani karnegin ile.
Karnegin, doğada, neredeyse sadece, Meksika ve Arizona çöllerine özgü, "Pachycereus" kaktüsünün bazı türlerinde bulunan, azotlu bir alkaloid. Karnegin içerdiği, ilk kez 1929’da Sp?th ve Kuffner tarafından kanıtlanan "Pachycereus pecten-aboriginum"u, Phoenix Arizona’da toplanan bir kongre vesilesiyle görmüştüm.
15-20 bin yıl önce Asya’dan yola çıkıp Sibirya’nın kuzeydoğusundaki Bering Boğazı’nı geçerek günümüz Meksika’sına ulaştıkları sanılan Tarahumara yerlileri, buralara geldiklerinde, çölün nöbetini tutan askerler gibi yanyana dizili, boru kolları beyaz çiçeklerle bezeli, 4 insan boyundaki bu dev yaratıklara benim kadar şaşmışlar mıdır bilemem. Ancak şurası muhakkak, Tarahumara şamanları, bu kaktüsün boruları içinden topladıkları sıvının, peyote kaktüslerinden elde edilene ulaşamasa da (onlarda meskalin var), insanları sersemlettiğini ve hayaller gösterttiğini pek çabuk fark etmiş olmalılar ki, ona kendi dillerinde "çılgın" anlamına gelen "vikovaka" adını vermişler. Günümüzde 50-60 bin kadar kalan Takahumara yerlisi, hálá mısır birasının içine vikovaka koyup, yağmur duasına çıkıyor. Bugüne değin vikovakadan ölene rastlanmamış. Kartal SSK’da görevli hemşire gibi damarına enjekte eden de olmamış.
"Saguaro" ya da bilimsel adıyla "Carnegiea gigantea", aynı bölgelerde yetişen ve soyu tükenmekte olduğundan koruma altındaki bir başka dev kaktüs. Mayıs geceleri sadece bir kez açan, güzel kokulu beyaz çiçekleri, 1931’den bu yana Arizona Eyaleti’nin resmi çiçeği. Yaz sonuna doğru, çiçeklerin yerini alan, küçük siyah çekirdekli kırmızı meyveler, yüzyıllardır çölün insanları, kuşları, sürüngenlerince tüketiliyor. Çekirdekte karnegin var. Ama bugüne değin bu meyvelerden yiyip ölen yok. Çekirdeğin özütünü elde edip damarına enjekte edenle ilgili bir yayın bulmadım. Fransa’nın Rouen Zehir Merkezi’nden Dr. Jean Philippe Leroy’un, uyuşturucu madde bağımlısı olduğu bilinen, bilinci kapalı, ateşi yüksek bir kadın hastanın idrarında karnegin bulunduğunu ve hastanın 24 saat sonra hiçbir şey olmamışcasına uyandığını kaydettiği olgu dışında, bir veriye rastlamadım.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2006
Bana göre, ne Da Vinci’nin Şifresi, ne de onun şu sıralar gösterimde olan filmi yeterince ilgi çekici. Hz. İsa’nın Mecdeleli Meryem’den çocukları varmış, Leonardo da Vinci’nin "Son Yemek" adlı tablosunda, peygamberin sağ
yanında oturan aslında karısıymış, Opus Dei Tarikatı bu gerçekleri gizlemek için, adam bile öldürmüş, vs. vs. Bırakın bunları bir yana. "Hz. İsa’nın DNA’sını klonladım" diyen genetikçiler var. Esas konuşulması gereken bunlar.
Avrupa’nın çeşitli kentlerinde, Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan, dokuma parçası bazı kutsal emanetler var. İtalya’nın Torino Katedrali’nde bulunan kutsal kefen, Almanya’nın Kiel ve Fransa’nın Argenteuil kasabalarındaki entariler, ayrıca İspanya’da Ovideo’daki mendil, bunların başlıcaları.
Entarilerin, Hz. İsa’ya ait olduğu, ölümünden sonra, anılan mendille yüzünün silindiği ve Torino’daki kefene sarılarak toprağa verildiğine inanan Hıristiyanlar, yüzyıllardır bu eşyaların bulunduğu yerleri ziyaret ediyor. Günümüzde çok özel koşullarda korunan ve ancak çok özel zamanlarda halka gösterilen bu emanetlere, eskiden dokunmak bile mümkünmüş.
Uzun yıllardır, her biri ile ilgili olarak sindonolojik (kutsal kumaşların incelenmesi bilimi) araştırmalar yapılıyor. Bunları, başlıca iki gruba ayırmak mümkün. İlki, kutsal kitaplarda yer alan bilgilerden yola çıkarak yapılan değerlendirmeler. İkincisi, tıp ve fen bilimlerinin olanaklarını kullanarak gerçekleştirilen araştırmalar.
Sindonoloji derneklerinin ulusal ve uluslararası kongrelerinde sunulan araştırma sonuçlarına, hakemli bilimsel dergilerde çok sık rastlanmıyor. Bu nedenle, kumaşlarla Hz. İsa arasında kesin bir ilgi kurmakta zorlanılıyor.
1
İtalya’daki kefen
İlk kez 1357’de Fransa’da ortaya çıkan ve 1578’den bu yana İtalya’da Torino Katedrali’nde korunan, sepya renkte, boyu 436 santim, eni 110 santim keten kumaşın üzerinde, yer yer pas rengi lekeler var. Son 20-25 yıl içinde yayınlanan 150’ye yakın romanda adı geçen (bunlardan Julia Navarro’nun "La Hermandad De La Sabana Santa" adlı eseri, dilimize "Kutsal Kefen" diye çevrilmişti) ve milyonlarca kişinin Hz. İsa’nın kefeni olduğuna inandığı bu kumaşın ilk fotoğrafını, İtalyan avukat ve amatör fotoğrafçı Secondo Pia 1898’de çekti. İzleyen yıllarda, kefenin başka fotoğraflarını, hatta röntgenini çekenler oldu.
Pozitifinden daha net ve daha fazla ayrıntı içeren siyah-beyaz fotoğrafların negatifinde, kumaşın üzerinde belirgin biçimde beyaz tenli, saçları omuzlarında, bıyıklı ve sakallı bir erkek yüzü görülüyor. Yüzün kumaşa çıkmasını açıklamaya çalışan fiziksel, kimyasal pek çok yorum yapıldı, hálá da yapılıyor.
Kefenle ilgili bilimsel çalışmalar, 1900’de, Sorbonne Üniversitesi’nde karşılaştırmalı anatomi profesörü Yves Delage yönetiminde başladı. Fransızlar, lekelerden yola çıkarak, kefenlendiğinde ölü katılığının başlamış olduğu öne sürdüler, ayrıca yaraların yerini belirlediler.
Kefen ve fotoğraflar, 1980’lere kadar, farklı ülkelerde 12 ayrı üniversitede incelendi. Araştırmacılar, yüzün sahibinin, 30-45 yaşlarında, 175-180 cm boyunda, 75-81 kilo ağırlığında bir erkek olduğunda hemfikirdiler. Yüz şeklinden, Sefarad Yahudilerine benzetenler oldu.
YİNE DA VINCI’YE MAL EDENLER VAR
1997 Mayısı’nda, Fransa’da Nice’te toplanan bir sempozyumda, Las Vegas Adli Tabibi Dr. Robert Bucklin, 50 yıllık meslek yaşamının doruğundaydı. Torino Kutsal Kefeni’nin üzerindeki görüntü ve lekelerden yola çıkarak hazırladığı otopsi raporuna göre, mağdur işkence görmüş, çarmıha gerilmişti ve kesinlikle Hz. İsa’ydı.
Morris, Schwalbe ve London, 1980’de X-ışını fluoresans spektrofotometresi ile kefen üzerindeki lekelerde, alyuvarlara özgü bir protein olan hemoglobini buldular. Lekelerin kan olduğu ortaya çıktı.
1981’de Heller’in bilirübin ve albümin bulması, bu bulguyu destekleyen kanıtlardı. Aynı yıl Bollone, Jorio ve Massaro, fluoresan antijen-antikor yöntemiyle kanın, insan kanı olduğunu kanıtladı. 90’ların ikinci yarısında, bu kanın AB Rh pozitif kan grubunu taşıdığı ortaya çıktı.
Kefenin, Ortaçağ’da bir sahtekarın işi olabileceğinden kuşkulananlar hep oldu. Örneğin, çağının çok ötesinde buluşları olduğu bilinen Leonardo da Vinci’nin kefen üzerindeki yüzü, henüz anlaşılamayan bir fotoğrafçılık tekniği kullanarak yarattığı, hatta görüntünün kendi portresi olduğu ileri sürüldü.
Herhalde günahı alınıyor. Çünkü Leonardo, kefenin ortaya çıkışından 100 yıl sonra doğdu. Ya da Torino’da sergilenin kefen, orijinali değil, Leonardo’nun yaptığı bir kopyası. Ayrıca 2006 Nisanı’nda, portrenin Da Vinci’ye değil, onunla aynı dönemde yaşayan Albrecht Dürer’e ait olduğunu da iddia edenler oldu.
1983’te, Alman fizikçi Oswald Scheuermann, kefen üzerindeki insan yüzü oluşumunu açıklayabilecek ve elektromanyetik alanda sıvı iyonizasyonuna dayalı bir teori geliştirdi. Hatta bazı öncül deneylerle, o güne kadar hiçbir araştırıcının başaramadığı sonuçlar dahi aldı. 2005 Eylülü’nde Dallas’ta toplanan 3. Uluslararası Torino’daki Kutsal Kefen Kongresi’nde, Scheuermann, aradan 22 yıl geçtikten sonra bu kez Padova Üniversitesi’nden makine mühendisi Giulio Fanti ve Bari Üniversitesi’nden elektrik-elektronik mühendisi Francesco Lattarulo ile birlikte aynı teorisini bir daha sundu.
Zürih polis kriminal laboratuvarı müdürü Max Frei, keten kumaşın üzerinden seloteyp ile topladığı bitki polenlerini 10 yıla yakın bir süre inceledikten sonra, bunlardan 13’ünün Ölü Deniz dolaylarına, 20’sinin Suriye’nin kuzeyi, Anadolu’nun güneybatısı ve Marmara Bölgesi’ne, 16’sının da Avrupa’ya özgü olduğunu saptadı.
ÜSTÜNDEKİ POLENLER DAHİ İNCELENDİ
Frei’in topladığı polenleri tekrar ve daha ileri yöntemlerle inceleyen İsrailli botanikçiler Prof. Dr. Avinoam Danin ve Dr. Uri Baruch, 1999’da Amerika’da toplanan ve 4 bin kişinin katıldığı 16. Uluslararası Botanik Kongresi’nde, inceledikleri polenler arasında Gundelia tournefortii ve Zygophyllum dumosum’a ait olanların, dünya üzerinde sadece Hz. İsa’nın doğup yaşadığı çevrede, yani Kudüs’te bir arada bulunduğunu bildirdiler.
Yıllar boyunca pek çok bilim insanı, kefenin sahte olduğunu kanıtlayabilecek deliller aradı durdu.
Her ne kadar kefen üzerindeki lekelerin kan olmayıp, boya olduğunda ısrar eden ünlü Amerikalı kimyacı ve mikroskopi uzmanı Dr. Walter Cox McCrone gibileri ortaya çıktıysa da (McCrone, bulgularını 5 kez uluslararası hakemli dergilerde yayınladı), 100 yıl boyunca, Torino’daki ünlü kumaş ile ilgili olarak yürütülen bilimsel araştırmaların neredeyse tamamı, kefenin Hz. İsa’ya ait olduğuna inananları destekler yönde gelişti. Bir tek önemli istisna dışında. 1988 yılında gerçekleştirilen ve her şeyi altüst eden radyokarbon tarihlendirmesi.
Vatikan yönetimi, 1988 yılında Kutsal Kefen’in radyokarbon (C-14) analizinin yapılarak yaşının belirlenmesine izin verdi. Bu amaçla kumaşın ucundan kesilen bir parça üçe ayrılarak, Arizona, Cambridge ve Zürih Üniversitelerine gönderildi. Gelen sonuçlar birbirinin aynıydı.
Kumaş, yüzde 95 olasılıkla, 1260-1390 yılları arasında bir tarihte dokunmuştu. Kısacası, Hz. İsa’nın kefeni değildi. Sonuçlar, bilim dünyasının en saygın dergilerinden Nature’da yayınlandı.
C-14 tarihlendirmesinde yanılma payı olduğunu herkes bilir. Ancak 1000 yıllık bir yanılma düşünülemez. Bu nedenle birçok merkez, kumaşın bir başka yerinden, özellikle insan yüzü görüntüsü civarından örnek alarak deneyleri tekrarlamak istedi. Vatikan, "eğer kefen gerçekten Hz. İsa’ya aitse, yüzünden bir parça kesmek günah olur" görüşü ile buna izin vermedi.
PARÇA YANLIŞ YERDEN ALINDI
2005 yılında Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndan Raymond N. Rogers’in Termochimica Acta dergisinde yayınlanan makalesi, herkese derin bir nefes aldırdı. C-14 tarihlenmesi için kefenden kesilen ve laboratuvarlara gönderilen parça, kumaşın tamir görmüş bir yerinden alınmıştı. Buradaki ipliklerin 2000 yıllık değil, 1300 yıllık çıkması doğaldı. Kısacası C-14 analizi doğruydu, ancak örneğin alındığı yer yanlıştı.
Kefen, en son 2000 yılında halka gösterildi, bir sonraki 2025’te.
2
Fransa’daki entari
Halen Paris yakınlarındaki Argenteuil Kilisesi’nde bulunan dikişsiz entarinin, 2004 yılında gerçekleştirilen C-14 tarihlendirmesinde, 642-786 yıllarından kalma olduğu, kısacası Hz. İsa ile ilgisinin bulunmadığı anlaşılmış ise de, geniş kitleler, C-14 tekniğinin hatalı olduğuna, peygamberin çarmıha gerilmeden önce bu entariyi giydiğine inanıyor.
2003 yılında, eski kumaş restoratörü Isabelle Bedat, entari üzerindeki kalıntıları toplamak ve değişik laboratuvarlara göndermek üzere resmen görevlendirildiğinde, bunların arasındaki kıl ve saçları, kozmetik firması L’Oreal’e, diğer kalıntıları da aralarında ünlü Fransız antropolog ve genetikçi Gerard Lucotte’un da bulunduğu pek çok bilim adamına teslim etti.
L’Oreal, Hz. İsa’ya ait olduklarına ilişkin bilimsel bir kanıt bulunmadığını öne sürerek, saç ve kılları incelemeyi reddetti. Genetikçi Lucotte ise, teslim aldığı örneklerin kanla bulaşık olduğunu ve DNA’sını elde ettiğini, ayrıca biri 112, diğeri 116 çift nükleotid taşıyan iki bölümünü çoğaltabildiğini ilan etti.
Örnekleri bizzat toplayan Isabelle Bedat, bu sonuçlara şiddetle karşı çıkıyor. Kumaşı çok ayrıntılı biçimde incelediğini, üzerinde kesinlikle kan bulunmadığını iddia ediyor ve DNA sonuçlarının bilimsel bir dergide yayınlanmasını talep ediyor.
3
İspanya’daki mendil
Valencia Üniversitesi’nden adli tıp profesörü Jose Delphin Villalain, İspanya’nın kuzeyindeki Oviedo’da korunan ve 614 yılında Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya getirildiği bilinen 84x53 santim boyutlarındaki mendilin, Hz. İsa öldükten sonra daha çarmıhtayken yüzüne örtüldüğüne inananlardan.
Mendil üzerindeki lekeleri değişik yöntemlerle inceleyen Dr. Villalain, bu lekelerin Torino’daki kefenle en az 50 noktada örtüştüğünü öne sürüyor. Mendilin C-14 yöntemi ile tarihlendirmesi, sadece 1400 yıllık olduğunu saptamasına rağmen, üzerindeki kan grubu ve polenlerin de Torino’daki kefen ile aynı olduğunun ortaya çıkması, Hz. İsa’ya ait olduklarını kanıtlamasa bile, en azından bu kutsal emanetlerin aynı coğrafi bölgede yaşamış bir ya da birden fazla kişiye ait olduğunu gösteriyor.
Hz. İsa Tanrı’nın oğluysa AGCCAAGGAC Tanrı’nın DNA’sı
Bir organizmayı klonlamak, DNA molekülünün akıllara durgunluk veren dünyasında gezinen bir genetikçinin, er ya da geç kendini kaptıracağı güzel bir hayaldir. Hayalden öte, gerçekleşmesi mümkün, gerçekleştiği kanıtlanmış bir olgudur. Yeter ki, elinizde o organizmanın DNA’sı olsun. Klonlamayı hedeflediğiniz "insan"ın, 3 milyar nükleotidin oluşturduğu DNA molekülünden yola çıkarak kopyalarını yapabilmeniz için bir engel yoktur. Tabii teorik olarak.
Hz. İsa’nın vücuduna değmiş kumaşların varlığına inanan bir genetikçiyseniz eğer, bunların üzerinde DNA’sının olacağını düşünmeniz kadar doğal bir şey olamaz. Düşünmekle yetinmez, kumaş üzerinden DNA elde etmeye kalkarsınız. Başarmanız durumunda, dünyayı sarsacak bir adım ötesi için, sizi kimse tutamaz. Nitekim, Meksikalı, İspanyol ve Fransız üç genetikçi bu umuda kapıldılar. Kimi, yolun başındayım, diyor, kimi sonuna yaklaştığını bildiriyor.
Bunlar arasında en iddialı olanı, ABD Teksas San Antonio Üniversitesi’nden Meksika kökenli arkeolog ve mikrobiyolog Dr. Leoncio A. Garza-Valdes. Valdes 1997’de, önce 1000 yıldan eski, insan kalıntısı ile bulaşık kumaşta C14 analizinin, bakteri ve mantarlar nedeniyle hatalı olabileceğini kanıtladı. Böylece C14 tarihlendirmesinde 1400 yıllık çıkan kutsal emanetlerin, daha eski olabileceğini ortaya çıkardı.
2001 yılında da, Hz. İsa’ya ait olduğu düşünülen giysi üzerinden alınan amelogenin ve betaglobin adlı 2 genin Teksas Üniversitesi’nde saflaştırıldığını, hatta çoğaltıldığını bildirdi.
AGCCAAGGAC diye başlayan nükleotid dizini, bana sadece bir canlının biyolojik kalıntısının varlığını gösteriyor. Ancak Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanan bir Hıristiyan açısından çok daha farklı bir anlam taşıdığı muhakkak. Çünkü 3 milyar nükleotidin çok küçük bir bölümü olsa da, AGCCAAGGAC, Tanrı’nın DNA’sı.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2006
Şu sıralar, Viyana’daki Mozart heyecanı biraz durulmuş gibi. Gerçi, maraton sırasında bile sokak hoparlörlerinden senfoniler yayınlanıyordu ama, Sigmund Freud’un 150. doğum yıldönümü kutlamalarına, ayrıca Avrupa Birliği ile Latin Amerika ve Karayip ülkeleri başkanlarının zirvesine ilgi büyük. 11 Mayıs 2006 akşamı Teknik Müze’de, Peru Devlet Başkanı’nın verdiği davetteydim. Dr. Alejandro Toledo Manrique, AB-LAK zirvesini fırsat bilmiş, yanında hem zarif eşi, Fransız antropolog Eliane’ı, hem de 500 yaşında, 12 Bulut Adam getirmişti. Halkının geçmişini aydınlatacak bilimi arıyordu.
9. yüzyılda, bir grup Amazon yerlisi, göller ve nehirlerin arasındaki yüksek dağlara doğru göç ederek, bugünkü Peru’nun kuzeydoğusuna yerleştiler. 600 yıl sonra, (Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u aldığı sıralarda) topraklarını genişletmek üzere buralara gelen İnkalar, yaz kış, sisin kalkmadığı bölge insanlarına Saça Puya, yani "Bulut Adamlar" adını verdiler. Dağdakilerin elinde, İnka ritüellerinin vazgeçilmez koka yaprakları, ayrıca iri, yırtıcı kuşların gözalıcı renkte tüyleri vardı. Mısır piramitlerinin üç katı taş kullanarak yaptıkları Kuelap Kalesi içindeki 400 kadar evde oturan Bulut Adamlar, yıllarca İnkalara direndiler. 1492’de Yeni Dünya’ya ayak basan bir avuç İspanyol, önce Aztek, sonra İnka medeniyetlerini yok etti. Kısa bir süre sonra, Bulut Adamlar’dan da geriye kimse kalmadı.
KONDORLARI SEYREDEN KIRMIZI MEZARLAR
Aradan asırlar geçti. Bir zamanlar Bulut Adamlar’ın yaşadığı dağlık bölgede, Perulu bir çiftlik sahibi, sığırlarına daha geniş otlaklar yaratmak istedi. Yakınlardaki Leymebamba Köyü’nden işçiler topladı. Kanat açıklığı 3.5 metreyi bulan tepeli akbaba kondorların üzerinde süzüldüğü, Condores Gölü’nün etrafındaki ağaçları kestirmeye başladı.
Ağaçlar birer birer düştükçe, gölün üzerindeki sis kalktı. Yağmurlu bir ekim sabahı işçiler, sis yüzünden yüzyıllardır görülmeyen, sarp yamaçlardaki kırmızı boyalı mezarları fark ettiler. Göle bakan pencereli mezarlara, tavandaki delikten girdiklerinde, takvim, 1996 yılını gösteriyordu.
İşte Başkan Toledo ile birlikte Viyana’ya gelenler, Peru Biyoantropoloji Vakfı Başkanı, ünlü arkeolog Dr. Sonia Guilen’in bu mezarlardan çıkarttığı 200 kadar Bulut Adam mumyasından 12’si. Ayrıca koka yapraklarının konduğu kaplar, farklı kalınlık ve renkte sicimlere, henüz çözülememiş bir şifre ile düğüm atılarak yazılan "kipu" mektupları, iki de kedi mumyası. Hepsi üç ay boyunca Teknik Müze’de kalacak.
EN USTA MUMYACILAR MISIRLILAR
Ender olmakla birlikte, kimi zaman ölü insan ve hayvan bedenleri, bulundukları koşulların bakteri ve mantarların çoğalmasına elverişli olmaması nedeniyle çürümez, mumyalaşır. Kuru ve sıcak çöller, dondurucu soğuk bölgeler, suları asitli ve oksijensiz bataklıklar, binlerce yıllık geçmişten günümüze neredeyse hiç bozulmadan kalan mumyaların bulunduğu yerler.
1991’de Avusturya Alpleri’nde, Helmut ve Erika Simon’un rastladığı Buzadam Ötzi, 5300 yıldır orada, yüzükoyun yatmaktaydı. Kuzey Avrupa ülkelerinin bataklıklarından çıkan binden fazla cesedin pek çoğunun yaşı, cinsiyeti, nasıl öldüğü ya da öldürüldüğü bir yana, yedikleri son yemeği bile belirlemek mümkün oldu. Bunlardan biri, 10 bin yıldır bataklıktaydı.
Ancak bugüne değin bulunan hiçbir mumya, İnkaların 500 yıl önce dağ tanrılarına kurban ettiği küçük Buz Kız Juanita kadar bilime hizmet etmedi, dense yeridir. Buz Kız’ın mtDNA’sı, Asyalıların, Sibirya’nın en ucundaki Bering Boğazı’nı geçerek önce Alaska’ya, oradan da güneye göç ettiğini gösterdi.
Bir de ölümsüzlüğü insan eliyle yakalamaya çalışan mumyacılar var. En ustaları hiç kuşkusuz, İsa’nın doğumundan 2600 yıl öncesinden başlayarak 3 bin yıl boyunca bu işi yapan Mısırlılar.
Her kıtada ilgi görmüş mumyalamayı, Bulut Adamlar, düşmanları İnkalardan öğrenmişler. Bir kancayla sindirim organlarını anüsten dışarı çekmiş, burayı bezle tıkamış ve cenazeyi kurusun diye güneşe bırakmışlar. Cenin pozisyonuna getirebilmek için de kemiklerini kırmış, ayak bileklerini baldırlara, el bileklerini boyna bağlamış, sonra her yanını kırmızıya boyamışlar. (Boyayı, Arrabidaea chica adlı bir ağacın yapraklarından elde ettikleri 2003 yılında anlaşıldı. İçerisine bakterilerin çoğalmasını engelleyen başka bir kimyasal katıp katmadıkları, henüz bilinmiyor). Üzerlerine birkaç kat alpaka yününden dokunmuş, turuncu ve kırmızı renkte kumaşlar dolamış, açılmasın diye, enine boyuna iple bağlayarak, sıkıca paketlemişler.
Viyana’ya gelen Bulut Adamlar’ın 500 yıl kadar önce bu işlemden geçtiği sanılıyor. Ancak Peru Başkanı, radyokarbon tarihleme yöntemi ile ne zaman öldüklerinin kesin olarak bulunmasını istiyor. Viyana Üniversitesi İzotop Araştırmaları ve Çekirdek Fiziği bölümündeki hızlandırıcılı kütle spektrometresi VERA, bu amaçla mumyaların C14 atomlarını sayacak (dünya genelinde VERA benzeri sayım gereci olan laboratuvar sayısı 30 kadar).
RADYOKARBON TARİHLENDİRMESİ
Arkeoloji, jeoloji, jeofizik ve bilimin daha pek çok alanında, organik yapılı kalıntıların yaşı belirlenmek istendiğinde, ilk başvurulan yöntem, "Karbon-14" (radyokarbon) tekniğidir. 50 bin yıl geriye kadar tarihlendirme yapabilen yöntemi, II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Chicago Üniversitesi’nden fizikokimyacı Willard Frank Libby bulmuş, 1960 Kimya Nobeli’ni almıştı. 50’lerden bu yana, ağaç parçalarından, kurumuş bitkilere, tahıl taneleri ve dokuma parçalarından, besin ve dışkı artıklarına kadar değişik buluntuların ve tabii insan kemikleri ile mumyaların tarihlendirilmesinde kullanılıyor.
Radyokarbon tarihlendirmesinin prensibi basit. Atmosferdeki karbondioksit gazı, yüzde 98.9 oranında kararlı karbon-12 ve trilyonda bir kadar kararsız karbon-14 izotopu içerir. Bu karışım, fotosentez yoluyla bitkilere, oradan da insan ve hayvanlara geçtiğinden, tüm canlılarda C14’ün C12’ye oranı aynıdır. Ölümle birlikte, solunum durur. Organizmaya yeni karbondioksit girmez. C12’ler kararlı olduğundan düzeyleri değişmeden kalır. C14’ler ise kararsız olduğundan azalmaya başlar. İşte Viyana’daki VERA gibi gereçler, kalan C14’leri ölçüyor. Azalmanın hızı ve hangi zaman diliminde, atmosferde ne kadar C14 olduğu bilindiğinden, geri hesap yapılarak, canlılığın ne zaman sona erdiği hesaplanıyor.
SANAL OTOPSİDE PORTRELERİ ÇIKACAK
Arkeolog Dr. Sonia Guillen, daha Peru’dayken Bulut Adamlar’ın röntgenini çekmiş. Ona göre bazılarının kafasında kırık var. Şimdi Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Bölümü’nde, yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografileri çekilecek, böylelikle yüzlerce farklı açıdan gönderilen elektromanyetik dalgalar yardımıyla, bedenlerinin her noktasının üç boyutlu görüntüleri elde edilebilecek. Üstelik bu iş, Bulut Adamlar’ın paketi bozulmadan yapılabilecek.
Sanal otopsi yardımıyla bir yandan ölüm nedenleri anlaşılacak, diğer yandan tıpkı 2005’te, Mısır Firavunu Tutankamun’a yapıldığı gibi, portreleri bilgisayar ekranında görülebilecek. Viyana Teknik Müzesi’ne bir tomografi gereci konmuş olsa da, sadece eğitim amaçlı. Bulut adamlar CAT scan için üniversiteye götürülecek. Bu sırada iki kedi mumyası da onlara eşlik edecek.
BULUT ADAMLAR KOKAİN KULLANDILAR MI?
Peru’dan misafir gelir de, 500 yıl önce ne yiyip ne içtiği ve elbette koka yaprağı çiğneyip çiğnemediği merak edilmez mi? Birleşmiş Milletler’deki görevimde birlikte çalıştığım Doç. Dr. Rainer Wolfgang Schmid, Viyana Üniversitesi’nin Klinik Kimya Bölümü’ndeki sıvı kromatografisi-kütle spektrometrisini Teknik Müze’ye taşımış bile. İnanmayacaksınız ama, İnorganik Kimya Bölümü’nün ICP-TOF kütlesi, ayrıca İnnsbruck Üniversitesi’nin Analitik ve Radyo-Kimya Bölümü’nün MALDI-TOF lazerli kütlesi de, başında bekleyen uzmanları ile müzede. Bulut Adamların’ın saç örnekleri müzede alınacak, ziyaretçilerin önünde incelenecek. Aslında ağustos başına kadar sürecek serginin asıl amacı da bu. Temel bilimlerin arkeolojiye nasıl destek verdiğini göstermek.
1991’de Şili’de bulunan mumyaların saçında benzoilekgonine, yani koka yıkım ürününe rastlanmıştı. Büyük bir olasılıkla, Erythroxilon Coca bitkisinin esas yetiştiği dağların yerlileri olan Bulut Adamlar’da da çıkacak.
BULUT ADAMLAR’DA DNA İNCELENMEYECEK
Bulut Adamların nefes borusundan içeriye hareketli bir boru sokarak akciğerlerini inceleyen Dr. Sonia Guillen, veremden şüphelenmiş. Bu şüpheyi DNA analizleri ile gidermek mümkün. Ancak Viyana’da talibi yok. Halbuki Minnesota Üniversitesi Paleobiyoloji laboratuvarından Arthur C. Aufderheide ve ekibi, Bulut Adamlar’ın güney komşuları İnkaların mumyalarında, Mycobacterium tuberculosis DNA’sını bularak, verem mikrobu taşıdıklarını kanıtlamıştı. Son yıllarda moleküler düzeyde paleomikrobiyoloji, yani eski canlı kalıntılarında bakteri, virüs ve parazitlerin, genetik özelliklerine dayalı tanısı çok ilerledi. Bırakın 500 yıllık olanlarını, 5400 yıllık bir Mısır mumyasının kemiğinde, hatta 17 bin yıllık soyu tükenmiş bizon kemiğinde bile verem mikrobu bulunabiliyor.
Ayrıca Bulut Adamlar, Chagas hastalığının etkeni Trypanosoma Cruzi ile enfekte de olabilirler. Günümüzde 10 milyon Latin Amerikalının T. Cruzi taşıyıcısı olduğu ve siyah-kahverengi "öpen böcekler"le bulaşan (Türkiye’de bulunmuyorlar) bu hastalık yüzünden, önemli bir bölümünün daha çocukken kalp yetmezliğinden öleceği biliniyor. 2004 yılında Peru’nun güneyindeki Atacama Çölü’nden çıkan 283 mumyanın yarıya yakınında, T. Cruzi DNA’sı bulundu. Aralarında 9 bin yıllık olanlar da vardı.
Bunların deri parçalarında, Oroya Ateşi’ne yol açan Bartonella bacilliformis DNA’sı da bulundu. Bulut Adamlar, bu hastalığı da taşıyor olabilirler. Ne yazık ki Avusturya üniversitelerinden hiç kimse ne Bulut Adamlar’ın, ne de kedilerinin yumuşak dokularında, kemik ve dişlerinde paleomikrobiyolojik DNA analizi yapacak.
Dikkatimi çeken bir başka eksiklik, mumyaların aralarındaki akrabalık ilişkilerini ve şimdiki Latin Amerika toplulukları ile olan genetik ortaklılarını belirleyecek mtDNA ya da sadece erkeklerde bulunan Y-kromozom DNA analizlerinin bile düşünülmemesi. Anlaşılan Avusturyalılar, Mozart’ın kafatasında DNA analizi yapacağız diye ortaya çıkıp başaramayınca, yoğurdu üfleyerek yiyorlar.
Fatih Sultan Mehmed de, Atatürk de tahnitlenmişti
Kimi eski toplumlar, ölünün kendi bedeninde, kimileri ise ölünün başka bir bedende dirileceğine inandıklarından, mumyalama işlemini gerçekleştirdiler. Amasya Müzesi’ndeki İlhanlı dönemine ait olduğu iddia edilen 6 mumyanın, Niğde Müzesi’ndeki rahibenin, Karaman Müzesi’ndeki genç kızın, Harput’taki Arap Baba’nın mumyalanma yöntem ve gerekçesini bilmiyorum. Ancak cenaze, hemen toprağa verilemeyecekse, bakteri ve mantarların çoğalmasının, dolayısıyla çürüme ve kokuşmanın, kimyasal maddelerle mutlaka durdurulması gerekir. Osmanlıların tahnit adını verdikleri, günümüzde de bu şekilde tanımladığımız yöntem, aslında mumyalamadan başka bir şey değildir. Kesin ölüm nedeni bilinmeyen Yıldırım Bayezid’in tahnit edilerek Akşehir’de Mahmud Hayranî Türbesi’ne konduğu, Çelebi Sultan Mehmed’in 1421’deki vefatı üzerine tahnit edildiği, böylelikle ölümünün 40 gün halk ve askerden saklanabildiği, ölüm nedeni aydınlanamayan Fatih Sultan Mehmed’in 1481’de Gebze’deki, ayrıca Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar’daki otağlarında tahnitlendiği bilinir. Mustafa Kemal Atatürk’ün de, vefatının ertesi günü, Gülhane Askeri Hastanesi patolojik anatomi profesörü Dr. Lütfü Aksu tarafından tahnitlendiğini unutmamak gerekir.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2006
Ekim Devrimi’nin üzerinden 9 ay geçmişti. 17 Temmuz 1918 sabahı, Yakov Yurovski komutasında 12 Bolşevik, Ural Dağları’nın doğusundaki Ekaterinburg’da bir evde hapis tutulan kişileri kurşuna dizdiler. 300 yıllık Romanov Hanedanı’ndan geriye kimsenin kalmadığı ilan edildi. İzleyen yıllarda, katliamdan kurtulduğunu, Çar 2. Nikolay’ın kızı Anastasya ya da oğlu Aleksey olduğunu iddia edenler çıktı. Romanov’ların mezarı bulununca, Rusların Ekaterinburgskaya Tragediya (Ekaterinburg trajedisi) dedikleri olay aydınlanır sandık. İlk küreğin vurulmasıyla birlikte, adli bilimciler arasında çıkan DNA savaşları, 15 yıldır sürüyor.
1992 yazında, Rusya Bilim Akademisi Engelhardts Moleküler Biyoloji Enstitüsü’nden Dr. Pavel İvanov’un beyanatını okuduk. Daha önce polis olan bir film yapımcısı (Geli Ryabov) ile bir jeoloğun (Dr. Aleksander Avdonin) 10 yıl süren araştırmaları sonucunda, Romanov’ların gömülü olduğu yer bulunmuş, Boris Yeltsin’in özel izni üzerine, Ural Devlet Üniversitesi’nden arkeoloji profesörü Dr. Ludmilla Koryakova ile birlikte, Ekaterinburg yakınlarındaki toplu mezarı açmışlardı.
1993 ortalarında Almanya’da bir kongredeydik. Nefeslerimizi tutmuş, İvanov’u dinliyorduk. Sağlık Bakanlığı Baş Adli Tabibi Dr. Vladislav Plaksin ve Rusya’ya davet edilen Florida Üniversitesi’nden Dr. William Maples başkanlığındaki Amerikan adli bilim uzmanları (aralarında New York’un ünlü adli tabibi Dr. Michael Baden de vardı), mezardan çıkartılan 950 kadar diş ve kemik parçasının, 5 kadın ve 4 erkek iskeletine ait olduğunu saptamışlardı. Antropolojik incelemelere göre, erkeklerden biri Çar 2. Nikolay’dı, diğerleri doktor, aşçı ve uşak. Kadınlar, Çariçe Aleksandra (anneannesi, İngiltere Kraliçe’si Victoria’dır), üç kızı ve dadı Demidova.
VARİS YAŞIYOR OLABİLİR MİYDİHepimiz birbirimize bakıyorduk. Kemikler gerçekten Romanov’lara mı aitti? Çar ve ailesinin Rusya dışına kaçırıldığı, beş çocuklu bir köylü ailesinin öldürüldüğü, mezar bulunursa tanınmasınlar diye, cesetlerin parçalanıp, üzerilerine asit döküldüğüne inanan o kadar çok insan vardı ki.
Ayrıca, Çar’ın oğlu ile dördüncü kızı neredeydi? Yoksa 1920’de Berlin’in bir su kanalına kendini bırakıveren Anna Anderson, 1978’deki ölümüne dek ısrarla iddia ettiği gibi Çar’ın dünyalar güzeli kızı, Anastasya mıydı? Daha da önemlisi, 1977’de Kanada’da ölen Heino Tammet, gerçekten Romanov tacının tek várisi Aleksey olabilir miydi?
Dr. İvanov, ağır bir Rus aksanı ile sürdürdüğü olağanüstü ilgi çeken ve bütün soru işaretlerine rağmen ayakta alkışlanan bildirisini noktalarken, İngiliz Adli Bilim Hizmetleri ile anlaştıklarını, kemiklerin DNA analizlerinin Dr. Peter Gill’in laboratuvarında gerçekleştirileceğini ilan etti.
İNGİLİZ POLİS LABORATUVARIBir BBC ileri geleni, Dr. Pavel İvanov’u Heathrow Havaalanı’nda karşıladı. Hanedan kemiklerini Volvo’sunun bagajında taşımayı uygun görmediğinden, şatafatlı bir cenaze arabası kiralamıştı.
Gill ve İvanov’un, 1994’te ünlü Nature Genetics dergisinde yayınladıkları çekirdek ve mitokondriyal (mt) DNA bulgularına göre, mezardaki 5 kişi birbirinin akrabasıydı ve üçü kız kardeşti. Bilindiği gibi, mtDNA, sadece anneden ve değişikliğe uğramaksızın aktarılan bir moleküldür. Bu nedenle, ana tarafından akraba, kadın olsun, erkek olsun her bireyde aynen bulunur.
İngiltere Kraliçesi Elisabeth’in kocası, Edinburgh Dükü Prens Philip’in büyükanneannesi, İngiltere Kraliçesi Victoria olduğundan, Çariçe ile ana tarafından akrabaydı. mtDNA’sı, mezardaki erişkin kadını tutuyordu. İvanov ve Gill, buna dayanarak, Çariçe’nin mezarda olduğunu, üç kızın da onun çocukları olduğunu bildirdiler.
Rus hükümeti memnundu. Sürgündeki Ruslar ise, bu sonuca inanmak istemedi. Bilim dünyası da, ikiye bölündü. Çar, gerçekten mezarda mıydı? Ana tarafından akrabaları bulunup mtDNA’ları karşılaştırılsa, daha iyi olmaz mıydı?
Ayrıca Prens Philip, Çariçe’nin ana tarafından çok uzak bir akrabasıydı. Uğraşılsa, daha yakını bulunabilirdi. Anladık, bunlar bir aileydi ama, Romanov’lar mıydı?
mtDNA-16169’DAKİ GARİPLİKÇar’ın ana tarafından en yakın akrabası, 1899’da 28 yaşında tüberkülozdan ölen kardeşi Dük Georgij Romanov’du. Dr. Pavel İvanov, St. Petersburg’daki lahdin üzerinden ağır İtalyan mermeri kaldırtabilmek için, Rus Hükümeti’ne iki yıl dil dökmek zorunda kaldı. Bu arada Çar’ın yeğeni Tikhon Kulikovsky’den kan almaya çalıştı. Kulikovsky, devrim sonrası amcasının iltica talebini reddeden İngilizlere kızgındı, kan vermedi.
Bir Japon müzesinde bulunan ve Çar’a ait olduğu iddia edilen kanlı mendil parçasından (tahta geçmeden önce yaptığı bir Japonya seyahatinde, kılıçlı birinin saldırısına uğramış ve yaralanmıştı) DNA saflaştırmaya çalıştı. Olmadı.
Çar’ın iki uzak akrabasından aldığı kan örneklerini İngiltere’ye gönderdi. mtDNA’ları, birbirini tutuyordu. Ancak her ikisinin mtDNA zincirinin 16169. pozisyonunda "Timin" nükleotidi olduğu halde, Çar’a ait olduğu sanılan kemiklerin bu pozisyonunda, yüzde 28 oranında "Timin", yüzde 72 oranında "Sitozin" nükleotidi bulundu. (Aynı pozisyonda farklı nükleotidlere rastlanmasına, "heteroplazmi" denir.)
Yapılan istatistik hesaba göre, Çar, yüzde 98.5 olasılıkla mezardaydı. Rus Ortodoks Kilisesi’ni bu veriyle ikna etmek mümkün olmadı. Tabii, ne sürgündeki Ruslar’ı, ne de bilim dünyasını.
AMERİKAN ORDU LABORATUVARIDr. Pavel İvanov, 1994’te, hükümet yetkilileri ve din adamlarının meraklı bakışları altında Çar’ın kardeşi Georgij Romanov’un mezarını açabildi. Sol femur ve sol tibya kemiğini aldı. Çar’a ait olduğuna inandığı sol femur ve sol tibya ile birlikte bu kez Amerikan ordusunun Rockville’deki DNA laboratuvarına götürdü. (Kore ve Vietnam’da bulunan kalıntıların, ayrıca Kızılderili toplu mezarlarından çıkan kemiklerin mtDNA analizlerini yapmak üzere Binbaşı Dr. Victor Weedn’in kurduğu laboratuvarı, 1996’da ziyaret etmiştim. Bir uzay üssünden farksızdı.)
Georgij, tıpkı ağabeyi gibi 16169’da heteroplazmikti. Tüm veriler birleştirilerek yapılan hesaplara göre, mezardan çıkan kemiklerin Çar’dan başkasına ait olma ihtimali, 121 milyonda birden daha azdı.
Heteroplazmi, adli amaçlı olarak, ilk kez kullanılıyordu. Kalıntılar, Moskova Büyükelçimiz Nabi Şensoy’un da aralarında bulunduğu, 27 ülke diplomatının katıldığı görkemli bir törenle, 17 Temmuz 1998’de, St. Petersburg’taki Aziz Peter ve Paul Kilisesi’ne gömüldü.
DNA SAVAŞLARI BAŞLIYORmtDNA analizlerinin kesin bir kimlikleme yöntemi olmadığı, sadece kişilerin ana tarafından akraba olduklarını gösterdiğini ileri süren bazı araştırıcılar, Ekaterinburg kemiklerini tekrar tekrar incelediler. Örneğin 2001 yılında Moskova Devlet Tıbbi Ağız Bilimleri (Medical Stomatological) Üniversitesi’nden anatomi profesörü Lev Kolesnikov ve ekibi, Romanov Ailesi’nin çok sayıdaki fotoğrafını referans olarak kullandı ve bunlarla aynı açı ve uzaklıktan çekilen kafatası fotoğraflarını, bilgisayar ekranında üst üste getirmeye çalıştı. Dişlerdeki dolguların metal alaşım oranlarına kadar inceleyen Kolesnikov’a göre, mezardakiler arasında Anastasya var, buna karşılık Çar’ın bir diğer kızı, Mariya yok.
2004 yılında, Stanford Üniversitesi’nden Alec Knight’ın, Rusya Bilim Akademisi’nden genetik uzmanı Lev A. Zhivotovsky ile birlikte yayınladığı çalışma ortalığı daha da karıştırdı. Çariçe Aleksandra’nın kız kardeşi Düşes Elizabet Feodorovna’nın, 1982’de Kudüs’te açılan mezarından alınan ve bir tahta kutu içinde New York’ta, Ortodoks Filistin Topluluğu’nun lideri, Papaz Anthony Grabbe’nin evinde muhafaza edilen parmağın (yanlış okumadınız, parmağın) mtDNA’sını incelediler. (Düşes, 1918’de Rusya’da ölmüş, ertesi yıl tabutu Mançurya üzerinden Kudüs’e kaçırılmış!) Sonuçlar, İngiliz Peter Gill’in 10 yıl önceki bulguları ile örtüşmedi. Bu durumda, mezardaki kadın, Çariçe değildi.
Hemen ardından Hollanda Leiden Üniversitesi’nden Peter de Knijff, Ekaterinburg’daki cesetlerin aslında Romanov’lara ait olmadığını, bilim insanlarının siyasete alet edildiğini öne sürdü.
İtham edilenler elbette sessiz kalmadı. DNA analizlerini gerçekleştiren Rus, İngiliz ve Amerikalılar basın toplantıları yaparak kendilerini savundular. Onlara destek olmak üzere Oslo Üniversitesi’nden Erika Hagelberg, parmak deneylerinde yapılan hataları yayınladı. Ardından, Almanya’nın ünlü Max Planck Enstitüsü’nden Dr. Michael Hofreiter, Knight’ı, mtDNA’sını çalıştığı parmağın, Çariçe’nin kız kardeşine ait olduğunu kanıtlamaya davet etti.
Şimdilik durum bu aşamada. 950 diş ve kemik parçası tükeninceye kadar da süreceğe benzer. Naçizane fikrimi sorarsanız, çok ender görülen mtDNA 16169 heteroplazmisi nedeniyle, Çar, mezarda. Ancak, Japonya’daki kanlı mendilin peşine düşmekte fayda var. Günümüz teknolojisiyle, DNA elde etmek mümkün olabilir. Tabii o da, turist çekmek için dahiyane bir buluş değilse!
Çar, Çariçe, Dük, Düşes kargaşası, kimi zaman Fransa’da, kimi zaman İspanya’da oturan Mariya Vladimirovna Romanova’yı, hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O, Rus Hükümeti ile davalık. Bir sonraki duruşma 24 Mayıs 2006’da. Moskova Tverskoy Mahkemesi’ne sunduğu belgeler ile, Çar ve ailesinin, Bolşevik hükümetinin emri üzerine infaz edildiklerini kanıtlayabilirse, devletin elinde Romanov’lara ait taşınır, taşınmaz ne varsa, hepsini geri alacak ve akrabalar arasında paylaştıracak.
Anna Anderson Çar’ın kızı mı?1920 yılında, Berlin’in Landwehr Kanalı’na atlayarak intihara kalkışan Anna Anderson, 2 yıl Dalldorf Akıl Hastanesi’nde kaldıktan sonra, Çar 2. Nikolay’ın küçük kızı Anastasya olduğunu iddia etmeye başladı. Çariçe’nin erkek kardeşinin tuttuğu özel dedektif, bu kadının Anastasya değil, Polonyalı bir fabrika işçisi Franziska Schanzkowska olduğuna ilişkin ipuçları buldu. Buna rağmen milyonlarca insan, Çar’ın kızı olduğuna inandı.
Anna, 1938’te bir Alman mahkemesine başvurarak, hanedan mirasını geri almak istedi. 32 yıl süren davada, ne Çar’ın kızı olduğu ne de olmadığı kanıtlanabildi. Anna, 1984’te Amerika’da öldü. Vasiyeti üzerine yakıldı.
Ekaterinburg’daki kemiklerde, Çar’ın kızlarından biri yoktu. Dr. Gill, Anna Anderson’un Anastasya olup olmadığını araştırmak istedi. 1979 yılında Charlottesville, Virginia’da geçirdiği bir bağırsak ameliyatı sırasında 25 cm kadar uzunlukta bağırsağı kesilmiş ve formaldehid içerisine konmuştu. Dr. Gill, Anna Anderson’un mtDNA’sını belirlemek üzere, hastanenin patoloji bölümündeki bağırsağı kullandı. Çar Ailesi ile bir akrabalığı yoktu.
ANASTASIA, ANASTASIAmtDNA’sını, 1920’de ortadan kaybolan Franziska Schanzkowska’nın kız kardeşinin oğlu Carl Maucher’inkiyle karşılaştırdı. Tam bir uyum saptadı. Berlin kanalına atlayan kadının, Çar’ın kızı değil, Polonyalı bir işçi kız olduğu kesinlik kazandı.
70 yıldır süren, filmlere ve romanlara konu olmuş Anastasya efsanesi de böylece son buldu. (1956 yapımı, Anatole Litvak’ın yönettiği "Anastasia" filminde, Ingrid Bergman ile Yul Brynner oynamış, müziğini, 200’den fazla Hollywood film müziğine imza atmış Alfred Newman bestelemişti. Ailece sinemada seyrettikten 40 yıl sonra bile annemin, evin içinde bir yandan dolaşıp, bir yandan "Anastasia, Anastasia" diye şarkı söylemesi hálá kulaklarımdadır.)
Heino Tammet Çar’ın oğlu mu?26 Haziran 1977’de, Kanada Vancouver’de, Aleksey Heino Tammet-Romanov adlı biri, kesin olarak tanımlanamayan bir kan hastalığından öldü. Milyonlarca Rus, bu kişinin, kemikleri mezardan çıkmayan Çar’ın oğlu olduğuna inandı, hálá da inanıyor.
Aleksey’in kendinden 35 yaş küçük, üçüncü karısı Sandra, 1993 Nisanı’nda, kocasının iki dişini Dr. Pavlov İvanov’a gönderdi. O da birini Dr. Gill’e teslim etti. Sandra, 1995’te dişlerden DNA elde edilebildiğini öğrendi. Ancak bütün uğraşlarına rağmen, ne İvanov’dan ne de Gill’den daha fazla bilgi elde edemedi.
SONUÇ HÁLÁ YOKGünün birinde Gill, dünyanın dört bir yanından "Romanov’ların akrabasıyım" diyerek postalanan saç ve dişler nedeniyle, ücret almadan gerçekleştirdiği bu araştırmaları sonlandırdığını bildirdi. Bu kez İvanov, elindeki diğer dişi, Romanov kemiklerini ilk inceleyenlerden olan Dr. William Maples’e gönderdi. Maples da, Berkley Üniversitesi’nden Dr. Mary-Claire King’in laboratuvarına. Aradan 10 yıl geçti. Sandra Romanov hálá bir sonuç bekliyor. Tammet-Romanov’un iki oğlu ve torunları Kanada’da yaşamlarını sürdürüyorlar. Eğer Vancouver mezarlığında yatan, gerçekten Çar’ın oğlu Çareviç Aleksey Nikolayeviç ise, Romanov’ların soyu sürüyor demektir.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
Tüm zamanların en çok okunan polisiye yazarı Agatha Christie, her iki dünya savaşı sırasında, eczanelerde gönüllü Kızılhaç hemşiresi olarak çalıştığından olsa gerek, zehirlere çok düşkündü. Nitekim yazdığı 66 roman ve 168 kısa öykünün 70’inde, cinayet aracı olarak zehir kullanması bunu destekler. 50 yıl boyunca yazdıklarında, bilimsel verilere çok yakın bir doğrulukta, arsenik, morfin, klor, striknin ve talyum zehirlenmelerinin belirti ve etkilerini kaleme alan Agatha Christie için, siyanürün özel bir yeri vardı. Tam 13 kişiyi siyanürle öldürdü. Elbette, her seferinde katilin kim olduğu bulundu. Ne yazık ki, gerçekler her zaman romanlara uymuyor.
1982 sonbaharıydı. Chicago’da hava soğuk ve nemliydi. Küçük kızın boğazı ağrıyor, burnu akıyordu. "Top oynarken üşütmüş olmalısın" dedi annesi. Kızına bir kapsül Tylenol verdi ve tekrar yatırdı. Sabah 7’ye doğru, banyodan gelen bir gürültü duydular. Yerde yatan çocuklarını hemen hastaneye götürdüler. 2 saat sonra, küçük Mary Kellerman artık nefes almıyordu. Doktorlar, ani bir kalp yetmezliğinden şüphelendiler. Otopsi bulguları çok daha farklı bir sonuç verdi. Siyanür zehirlenmesi.
Aynı gün öğleden sonra, kentin bir başka yerinde, bu kez postacı Adam Janus’un başı ağrıyordu. Bir kapsül Tylenol aldı. Bir saat geçmemişti ki, tansiyonu düştü, gözbebekleri büyüdü. Northwest Hastanesi aciline girerken, nefes almıyordu. Eve dönen kardeşi ile karısının başı öylesine ağrıyordu ki, "İyi gelir" diyerek, Adam Janus’un Tylenol’lerinden birer tane aldılar. Ambülans yine geldi. Kardeş, sabaha karşı, gelin ertesi gün öldü.
Acil sorumlusu Dr. Thomas Kim, aynı aileden üç kişinin ölümüne, zehirli bir gazın neden olabileceğini düşündü. Rocky Mountain Zehir Merkezi’ni aradı. Dr. John Sullivan, siyanür aranmasını önerdi. Haklıydı. Her üçünün kanında siyanür bulundu.
DİKKATLİ BİR İTFAİYECİGenç itfaiyeci Philip Cappitelli, 30 Eylül günü izinliydi. Bir yandan ufak tefek tamir işleri ile uğraşıyor, bir yandan polis radyosunu dinliyordu. Northwest Hastanesi’nde ölen Janus’ların siyanürden zehirlendiklerini duyduğunda, bir gün önceki anonsu hatırladı. Siyanürden zehirlenen küçük Mary’nin ölmeden önce Tylenol aldığı bildirilmişti. Janus’lar da Tylenol almış olabilirdi. Hemen amirlerini aradı. Birkaç saat sonra, Chicago polisi, her iki evde el konan Tylenol’lerin bazı kapsüllerinde asetaminofen yerine siyanür bulunduğunu açıkladı. Hem de bir kişiyi değil, onlarcasını öldürecek kadar. İtfaiyeci Philip Cappitelli’nin, 10 milyonluk Chicago’nun polis radyosu anonsları arasındaki bağlantıyı kuran dikkati olmasaydı, kimbilir daha kaç kişi siyanürlü Tylenol’lerin kurbanı olacaktı. İtfaiyeci daha sonra polis oldu. Halen Chicago’da görevli.
Birkaç saat içinde, Johnson&Johnson firması, piyasa değeri 125 milyon dolara varan 31 milyon Tylenol kutusunu toplamaya başlamış, Amerika’nın bütün doktor, hastane ve ilaç depolarına ulaşarak durumu bildirmiş, ücretsiz bir başvuru hattı oluşturmuştu bile. Sokaklarda megafonlarla Tylenol’lerin kesinlikle kullanılmaması anons ediliyordu. Buna rağmen, dört çocuk annesi Mary Reiner’in, United Airlines Havayolu şirketi hostesi Paula Prince’in ve Mary McFarland’ın birer Tylenol alması engellenemedi. Kurban sayısı yediyi bulduğunda, ulusal radyo ve televizyon kanalları durmaksızın tehlikeyi haber veriyordu. Amerika’nın dört bir yanındaki milyonlar panikteydi.
Binlerce Tylenol şişesinde siyanür arandığı halde (özel bir kimyasalla ıslatılan küçük bir kağıt parçası, şişenin içine tutuluyor, siyanür buharı varsa maviye dönüyordu), Chicago dışında siyanürlü Tylenol’e rastlanmadı, başka ölen de olmadı.
Siyanürlü ilaçların seri numaralarından, Johnson&Johnson’un her iki fabrikasında, 4 ayrı partide imal edildikleri ve zehrin fabrika içerisinde konmadığı saptandı. Anlaşılan katil, birkaç aylık bir süre içinde Chicago’nun 5 ayrı yerinden satın aldığı Tylenol’lerin içindeki bazı kapsülleri açmış, içlerine siyanür doldurmuş ve kutuları yeniden raflara yerleştirmişti.
TYLENOL TEKRAR ŞAMPİYONÜlke genelinde yaşanan panik, beraberinde Chicago olayının kopyalarını da getirdi. Birkaç ay içinde, ürünün açılıp içine zararlı şeyler katıldığı iddiasıyla 270 soruşturma açıldı. Bunların üçte birinin gerçek olduğu ortaya çıktı. Binlerce kişi, aldıkları gıda ya da ilaçtan sonra ortaya çıkan başağrısı ya da bulantı şikayetlerini, zehirlenmeye bağlayıp hastanelere koştu.
Jerry Della Femina gibi pazarlama guruları, bundan böyle dünyanın hiçbir yerinde Tylenol markasıyla ilaç satılamayacağını iddia ettilerse de, Johnson&Johnson, 11 Kasım 1982’de Tylenol’ü -şişe kapaklarını, açıldıklarında anlaşılacak biçimde değiştirmiş biçimde- yeniden piyasaya sürdü. Başarılı kriz yönetimi, reklam kampanyaları ve medyanın desteği sayesinde, bir ay geçmeden, cinayetler öncesindeki pazar payının yüzde 90’ını yeniden yakaladı. 1983 Mayısı’nda çıkan Tylenol Yasası ile, kapsül şeklinde satışa sunulan bütün ilaç kapaklarına, açıldıklarında anlaşılacak biçimde imal zorunluluğu kondu.
Amerika genelinde Tylenol teröristinin peşine düşen polis, birkaç hafta sonra ilk şüpheliyi sorguya çekti. Şüphelenmek için haklı nedenleri vardı. Kimyacı olduğu halde, ecza depolarından satış noktalarına Tylenol dağıtımı yapan bir şirkette teslimat elemanı olarak çalışıyordu ve siyanürlü ilaçların satın alındığı yerlere de Tylenol götürmüştü. Evi arandı. Değişik silahların yanı sıra, Tayland’a bir uçak gidiş bileti ve bir de kitap buldular. Kitabın adı, daha da şüphe çekiciydi: Zehirli Kapsülle Cinayet. Ancak kimyacının, Tylenol cinayetleriyle ilgisi kanıtlanamadı. Ruhsatsız silah bulundurmaktan 6 bin dolar para cezasına çarptırıldı.
Cinayetlerden hemen sonra, Johnson&Johnson firması, New York’tan postalanan ve Tylenol cinayetlerine son vermek için 1 milyon dolar fidye isteyen imzasız bir mektup aldı. Polis, kağıdın üzerindeki parmakizlerinin, yaşlı bir kişiyi öldürmekten ve mücevher hırsızlığından aranan Kansaslı muhasebeci James W. Lewis’e ait olduğunu öne sürdü.
Kuzeyden güneye tüm eyaletlerin polis birimlerine, gazete bayii ve kütüphenelerine Lewis ile karısının fotoğrafları asılarak aranmaya başlandı. Kısa bir süre sonra New York Halk Kütüphanesi’nden bir memur, Lewis’in binada olduğunu haber verince, yakalandı. Chicago polisi belge inceleme birimine göre, mektuptaki el yazısı Lewis’e aitti. Aynı günlerde Başkan Ronald Reagan’a postalanan ve vergileri indirmezse Tylenol’lere siyanür katacağını bildiren tehdit mektubundaki yazının da, Lewis’in eli ürünü olduğu ortaya çıktı. Lewis, aylardır karısı ile birlikte New York’ta bir otelde kaldığını ve kenti hiç terk etmediğini kanıtlayabildi. Savcı Jeremy D. Margolis bu nedenle, onu cinayetlerden sorumlu tutamadı. Diğer suçlarından 20 yıla mahkum edildi. 13 yıl yattıktan sonra 1995’te şartlı tahliye edildi.
KRİMİNAL PROFİL YETERSİZBu arada FBI’ın efsanevi kriminal profilleme uzmanı John Douglas, Tylenol teröristinin kişiliği, davranış ve yaşam biçimine ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Faili, 20-30 yaş arasında, beyaz, erkek, kurbanları tanımadığından aşk, kıskançlık, nefret motifli olmayan, muhtemelen toplumun geneline kin duyan, düzenden şikayetçi, bu nedenle tehdit mektupları yazmış ya da yazacak, okulda, işinde başarısız ve siyanüre ulaşabilecek mesleğe sahip bir kişi olarak tanımladı.
Chicago Polisi, soruşturmayı bu profile göre yönlendirdi. Katil bir türlü bulunamayınca, başarısızlığın faturası, dünyanın pek çok polis teşkilatına benzeri birimler kurmuş, onlarca profilci yetiştirmiş, birçok seri katili bu sayede yakalatabilmiş FBI’ın profilleme birimine kesildi. Yanlış profil nedeniyle, polisin gerçek faili elinden kaçırdığı inancı yaygınlaştı.
Kimilerine göre, katil, başka suçlardan mahkum edilen, ancak cinayetlerle bağlantısı kanıtlanamayan Lewis’ti. O hapse girdikten sonra Tylenol cinayetlerinin de arkasının kesilmesi, buna bağlandı.
Aradan 4 yıl geçti. 1986’da kabus yeniden başladı. New York’ta, üstelik kapağı yeni yasaya göre açıldığında anlaşılır biçimde imal edilmiş bir şişeden 2 Tylenol kapsülü alan bayan Diane Elsroth siyanürden zehirlenip ölünce, herkesin aklına iki olasılık geldi. Ya Chicago katili yakalanamamış ve tekrar harekete geçmiş ya da onun kopyaları ortaya çıkmıştı. Tylenol katili ya da katilleri hálá aranıyor.
Bu sefer siyanürlü ExcedrIn1986 Haziranı’nda ülkenin kuzey batısında Seattle’de, Bristol-Myers ilaç firmasının Excedrin (asetaminofen içeren ve reçetesiz satılan ağrı kesici) adlı ilacından bir kapsül yutan Sue Snow, aniden öldü. Otopsiyi yapan Dr. Janet Miller, acıbadem kokusundan kuşkulandı. Haklıydı. Sue Snow siyanürle zehirlenmişti. (Yeri gelmişken belirtelim, insanların yüzde 40 kadarı, genetik nedenlerle, siyanürün acıbadem kokusunu alamaz). Bu kez, ülke genelinde ilaç toplatma sırası Bristol-Myers’teydi.
Polis önce Sue’nun kocası Paul’den şüphelendi. Yalan makinesi testinden geçince serbest bırakıldı.
Ertesi gün Stella Nickell adlı bir kadın, polisi aradı, evlerinde iki kutu Excedrin olduğunu, 12 gün önce aniden ölen ve yapılan otopside kalp yetmezliğinden öldüğü sonucuna varılan kocasının, bu ilaçtan zehirlenmiş olabileceğini anlattı. Gerek ölenin hastanede hálá bulunan kan örneğinde, gerekse evindeki her iki kutu Excedrin’de siyanür bulundu. Bu durum, soruşturmada görevli 60 polisten biri, 43 yaşındaki deneyimli dedektif Jack Cusack’ın şüphesini çekti. Washington, Oregon, Idaho ve Alaska eyaletlerinden toplanan 740 bin Excedrin kutusundan sadece beşi siyanürlüydü ve ne gariptir ki bunların ikisi Nickell’lerin evindeydi. Kocasının özel bir yaşam sigortası vardı. Kazaen ölürse, eşine 175 bin dolar ödenecekti. Acaba bu para için kocasını öldürmeyi hedefleyen Stella Nickell, duruma bir seri cinayet süsü mü vermek istemişti!
Dedektif Cusack, bu varsayımlarını bir bilirkişi raporu ile birleştirince, Stella Nickell’i tutuklattı. Bilirkişi, FBI’ın kimya-toksikoloji birimi yöneticisi Roger Martz’dı.
KATİLİN AKVARYUMU VARMartz, Nickell’lerin evindeki ilaç kapsüllerinde, potasyum siyanürün beyazlığı arasında, 2-3 adet yeşil renkte kristale rastladı. Bunların, akvaryumlarda üreyen su yosunlarını temizlemekte kullanılan, Aquarium Pharmaceuticals firmasının ürettiği Algae Destroyer olduğunu buldu. Raporunda potasyum siyanürün, boşalmış bir Algae Destroyer kabı içerisinde muhafaza edilmiş olduğunu kaydetti. Bu rapordan yola çıkan Dedektif Cusack, şüpheli Stella Nickell’in sadece bir akvaryumunun olduğunu değil, cinayetlerden hemen önce akvaryum malzemeleri satan Sandy Scott’un dükkanından Algae Destroyer satın aldığını da saptadı. 18 Kasım 1986’da, Stella, yalan makinesi testinden geçemedi. Katil olduğu bunlarla kanıtlanamadı ama tutukluluğu sürdü.
2 ay kadar sonra Stella’nın kızı dedektif Cusack’a yepyeni bir bilgi verdi. Üvey babasını öldürmeyi planlayan annesinin, bu amaçla halk kütüphanesinde siyanürle ilgili araştırmalar yaptığını söyledi.
FBI, Seattle halk kütüphanelerinden birinde, Stella’nın adına çıkartılmış bir okuyucu kartına ulaştı. Okuduklarının arasında "Öldüren Hasat" adlı biri dikkati çekti. Zehirli sebzeler, meyveler, meyve çekirdeklerini konu eden kitabın, siyanür zehirlenmelerinin anlatıldığı sayfalarında, Stella’nın çok sayıda parmakizine rastlandı.
2 CİNAYETTEN 90 YIL ALDIBu tür kitapları, evinde beslediği hayvanları tehlikelerden korumak için okuduğunu ileri sürse de, Stella Nickell, 9 Aralık 1987’de, hem kocasını hem de Sue Snow’u öldürmekten 90 yıl hapse mahkum edildi. 2018’den önce denetimli serbestliğe hükmedilemeyecek.
Stella Nickell Davası, adalet tarihine, ambalajlı bir ürünün içerisine zehir konarak işlenen ilk cinayet davası olarak geçti. Laboratuvarında bir süre incelemelerde bulunduğum meslektaşım Roger Martz, yeşil kristalleri görmeseydi eğer ya da gördüğü halde ne olduklarını saptayamasaydı, büyük bir olasılıkla Tylenol cinayetleri gibi, kusursuz cinayetler arasında yer alacaktı.
Aradan 20 yıl geçti. Stella Nickell, hálá suçsuz olduğunu iddia ediyor. Emekli polis, özel dedektif Al Farr, onun bu iddiasını kanıtlamaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku