Hey doktor, bu tarafa!

Son nefesine kadar hakkındaki iddiaları reddeden Bruno Richard Hauptmann, Atlantik’i tek başına geçen ilk pilot Charles Lindbergh’in 20 aylık bebeğini kaçırmak ve öldürmekten suçlu bulundu ve 3 Nisan 1936 günü elektrikli sandalyeye bağlanarak idam edildi.

Dünya medyasının çok yakından izlediği altı haftalık Hauptmann davasının en dramatik sahnelerinden biri, acılı babanın, "Hey doktor, bu tarafa" diye seslenen kişinin Hauptmann olduğunu sesinden tanıdığı andır. Acaba bir ölümlünün kulağı, başka bir insanı ölüme gönderecek kadar hassas olabilir mi?

Lindbergh, Hauptmann’a doğru işaret parmağını uzatıp da "Katil budur" dediğinde, dava zaten bitmişti ve savcı David Wilentz’in sunduğu diğer delillerle ilgilenen kalmadı. Flemington mahkeme binasının önünde biriken 700 gazete ve radyo çalışanı ile binlerce meraklı, idam kararını vermişti bile. Halbuki gerek fidyenin istendiği mektuplardaki el yazılarının, gerekse çocuğun kaçırılmasında kullanıldığı öne sürülen el yapımı ahşap merdivenin, Alman asıllı marangoz Hauptmann’a ait olduğunu gösteren bilirkişi raporları güvenilir olmaktan çok uzaktı ve eğer Lindbergh, sesi tanıdığından bu kadar emin olmasaydı, Hauptmann’ın idamına yetmezdi.

2 Nisan 1932 gecesi Charles Lindbergh, çocuğunu canlı olarak geri alabileceğini umarak, Dr. John Condon ile birlikte 50 bin dolar değerindeki altın sertifikalarını teslim etmek üzere St. Raymond mezarlığına gitti. Lindbergh otomobilin içinde bekledi, Condon elinde parayla mezarlığın iç taraflarına doğru yürümeye başladı. Bu sırada Lindbergh (kendi ifadesine göre) 100 metre kadar uzaktan gelen "Hey doktor, bu tarafa" diyen sesi duydu.

Mezarlıktaki karşılaşmanın üzerinden 29 ay geçtikten sonra, 1934 Eylülü’nde Lindbergh, önce bir tüccar, iki çiftçi, dört ev kadını, bir işçi, bir sigortacı ve bir öğretmenden oluşan jürinin önünde fidyecinin sesini hiçbir zaman hatırlayamayacağını belirttiği halde, daha sonra birçok dedektifin hazır bulunduğu savcının odasında Hauptmann’ı ilk kez gördü ve birkaç kez "Hey doktor, bu tarafa" dedirtilen Hauptmann’ın sesinin, otomobilin içindeyken duyduğu mezarlıktaki adamın sesi olduğunu hatırladı.

KULAK SIKLIKLA YANILIR

Lindbergh gibi ses konusunda özel bir eğitimden geçmemiş sıradan bir vatandaşın sesleri ne ölçüde anımsayıp, ayırt edebileceği sorusu pek çok davada karşımıza çıkar. Kar maskeli biri tarafından tecavüze uğrayan kadının, fidyeciyle telefonda konuşan babanın ya da bomba tehditleri savuran teröristin telefondaki sesini işiten polis memurunun beyanları, gerek soruşturmanın, gerekse yargılamanın seyrini ciddi biçimde etkiler.

Hauptmann davasının görüldüğü yıllarda, insan sesinin ne ölçüde doğru hatırlanabildiği ve seslerin ne doğrulukta ayırt edilebileceğine ilişkin bilimsel araştırmalar henüz yapılmamıştı. Aradan geçen 70 yılda bilim dünyası, insan kulağının sesleri tanıma yeteneğini anlama yolunda büyük ilerlemeler kaydetti, ancak yasal düzenlemeler hala bu verilerden ne yazık ki çok az yararlanıyor. Sonuçta, kişisel deneyimlere dayalı yargılar, bilimsel sonuçlardan çok daha fazla rağbet görüyor. Bilim ise, ses tanıma konusundaki önyargılarımızın genellikle yanlış olduğunu ve insan kulağının sıklıkla yanılabileceğini söylüyor.

SES ÇABUK UNUTULUR

Hauptmann’ın idamından sadece bir yıl sonra, Illinois Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Frances McGehee, öğrencilerini bir araya topladı ve perdenin arkasında duran bir kişiye 56 sözcükten oluşan bir paragraf yazı okuttu. Ertesi gün, aralarında bu kişinin de bulunduğu beş kişiye yine perde arkasından aynı metni okuttu ve öğrencilerinden ilk günkü sesi teşhis etmelerini istedi. Öğrencilerin yüzde 80’i doğru kişiyi buldu. Aynı deney 3 hafta sonra yinelendiğinde, doğru kişiyi bulan öğrenci oranı yüzde 51’e, 5 ay sonra yüzde 10’a düştü. Yani sesin duyulmasının üzerinden 3 hafta geçtiğinde, her iki tanıktan biri, 5 ay sonra her 10 tanıktan 9’u yanlış kişiyi teşhis etmişti. Ayrıca McGehee, sesin duyulduğu sürenin de hatırlamayı etkilediğini, hatta sesin kaç kez duyulduğunun, sesin duyulma süresinden de önemli olduğunu kanıtladı. Örnek verilecek olursa, 20 saniyelik süreler halinde 3 kez duyulan ses, 60 saniye boyunca sadece bir kez duyulandan daha fazla hatırlanıyor. McGehee’nin deney sonuçları, 1937 yılında Journal of General Psychology dergisinde yayınlandı. Deney daha sonra pek çok araştırıcı tarafından tekrarlandı ve hemen hemen aynı sonuçlar alındı.

TANIDIK SES HATIRLANIR

Tanımadığımız kişilerin seslerini teşhis etmede zorlandığımız, tanıdıklarımızınkini ise çok daha kolay ayırt edebildiğimiz bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Kanadalı psikolog Daniel Yarmey, yakın tanıdıklarımızın sesini, pek yakın olmayanlardan daha doğru biçimde seçebildiğimizi göstermiş ve bunu sayısal olarak da ifade edebilmişti. Örneğin, aile bireylerinin seslerini, yanyana dizilmiş ancak yüzleri görülmeyen kişilerin sesleri arasından tanıma olasılığını yüzde 89, buna karşılık, komşu ya da iş arkadaşı gibi daha uzak olanların seslerinin seçilebilme olasılığını yüzde 66 olarak belirlemişti. Hal böyle olunca, Charles Lindberg’in hiç tanımadığı Bruno Hauptmann’ın 3-5 sözcüğü aşmayan ve sadece bir kere duyduğu sesini 2.5 yıl sonra nasıl hatırlayabildiğini sorgulamak gerekir.

SESLER KARIŞTIRILIR

Aile bireylerinin sesini yabancılarınkinden ayırt etmek kolay olabilir. Ancak, aynı ailenin bireylerinin seslerini birbirine karıştırmak mümkündür. Telefon ettiğimiz bir evde telefonu açanı, oğul olduğu halde babası, kızı olduğu halde anası sandığımız çok olur. Halbuki her ikisini de gayet iyi tanır ve defalarca seslerini duymuşuzdur. Kardeşleri birbirine karıştırır, ergenlik öncesi erkek çocuğun sesini annesine bile benzetebiliriz. 1980’li yılların sonunda Kaliforniya Üniversitesi Psikiyatri bölümünden Van Lancker, bilinen birinin sesini tanıma (voice recognition) ile yabancı birisinin sesini ayırt etme (voice discrimination) işlevlerinin beynin farklı bölgelerinin denetimi altında olduğunu, bu nedenle ilkini yapabilenlerin, ikincisinde başarısız olabileceğini göstermiştir. Bu arada çok iyi ses taklidi yapabilenlerin, ayrıca tanınmamak için seslerini başarıyla değiştirebilenlerin olduğunu unutmamak gerekir.

SES DEĞİŞTİRİLİR

Fısıltı ile konuşulduğunda, ses normalden farklı çıkar. Bu nedenle, fısıltı halinde konuşanı hatırlamak güçtür. Bir yandan ağız, burun, çene ve gırtlağın anatomisinden, diğer yandan dilin ağız içindeki konumu, dişler ve dudaklardan etkilenen ses, bu yapılarda ortaya çıkan en ufak bir farklılıkta değişikliğe uğrar. Brezilyalı fidyecilerin, seslerini tanınmaz kılmak üzere, dişlerinin arasına bir kurşun kalem koyarak konuşmayı neredeyse alışkanlık haline getirmiş olmalarının nedeni budur. Sesin hatırlanmasını güçleştiren bir diğer etken, kişinin ana dili dışında yabancı bir dilde konuşmasıdır.

Stres altındaki kişinin sesi farklı çıkar, ayrıca kişinin sesini en son duyduğumuzdan bu yana çok zaman geçmiş ve değişik çevresel ve fizyolojik nedenlerle sesi değişmiş olabilir.

Gençler, sesleri tanımada çocuk ve yaşlılardan daha beceriklidirler. Sesin hatırlanması noktasında kadın erkek arasında fark saptanamamıştır. Nedeni anlaşılamamış olmakla birlikte, bazı kişilerin kulağı sesleri tanıyabilme açısından daha duyarlıdır. Bu özelliğin müzik yeteneği ya da hafızanın bir çeşidi ile ilgili olabileceği düşünülmekle birlikte, kesin bir ilişkisi bulunamamıştır.

SAĞIR DUYMAZ UYDURUR

Sesin hatırlanmasını, tanınmasını, ayırt edilmesini etkileyen bunca parametreye karşın, sesin teşhisine olan inancımız bir türlü sarsılmaz. Bu nedenle aradan aylar geçmiş olsa da, "Bana tecavüz eden buydu, sesini tanıdım" diyen mağdura bütün kalbimizle inanma eğilimindeyiz. Ne yazık ki polisler, jüri sistemi olan ülkelerde jüri üyeleri, olmayanlarda savcı ve yargıçlar, bilimsel gerçekleri hiç dikkate almadan ve kimin hangi koşullarda hatırlayabileceğini sorgulamaksızın, mağdurların ithamlarına rağbet etmekte, soruşturmaları yürütmekte ve hüküm kurmaktalar. Tıpkı Bruno Hauptmann’ın idamına karar verildiği gibi. Kuvvetli miyop olduğunu bildiğimiz kişi gözlüğünü takmadığında, 20 metre uzağındakinin eşkali ile ilgili görgü tanıklığına güvenmiyoruz. Ne yazık ki, kulakların ne derece doğru işittiğine ilişkin bir görüşümüz yok ve herkesin, her sesi, her zaman gerçek şekliyle duyabildiğini sanıyoruz. İşitme duyusundaki farklılık bir yana, insan beyninin seslere verdiği yanıt da kişiden kişiye değişiyor. Aynı sesler dinletilen kişilerin beyinlerine ait işlevsel manyetik rezonans görüntülerinin (MRI) birbirinden farklı olması bunu kanıtlıyor.

Hauptmann davasından bu yana geçen 70 yılda sesin tanınmasına ilişkin çalışmalar yayınladığı halde, savunma avukatlarının bunlardan haberdar olmaması ayrıca üzüntü vericidir.

SESLE MAHKÛM DNA İLE ÖZGÜR

22 Nisan 1985 tarihinde, 9 yaşındaki komşusu küçük kıza tecavüz ettikten sonra öldürmekle suçlanan ve 1992’de 25 yıla mahkûm edilen Kanadalı Guy Paul Morin’in aleyhindeki başlıca delil, sesinin çocuğun annesi tarafından tanınmasıydı. Anne, saldırganın sesinin Morin’e ait olduğundan öylesine emindi ki, küçük kızın üzerinde bulunan saç ve liflerin incelenmesinde ciddi sorunlar bulunduğu halde dikkate alınmadı ve Morin mahkûm edildi. Yapılan sayısız başvuru sonunda nihayet 1995 yılında kızın iç çamaşırları üzerindeki sperm lekesinin DNA analizi yapıldı ve Morin’e ait olmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine Morin, 10 yıl kaldığı Ontario cezaevini hür bir insan olarak terk etti.

SESLE MAHKÛM GÖRÜNTÜYLE ÖZGÜR

1999 yılında, Los Angeles’taki Office Depot adlı büro malzemeleri satan mağaza soygununun zanlısı olarak tutuklanan ve 70 yıla mahkûm edilen aynı mağaza çalışanı Jason Kindle aleyhindeki en güçlü delil, tıpkı Hauptmann ya da Morin davasında olduğu gibi, yine sesiydi. Cezaevinde 2 yıl kaldıktan sonra, kapalı devre güvenlik kamerası bant kayıtlarından soygunu gerçekleştiren kişinin 1.98 metre uzunluğunda olduğu hesaplandı. Jason’un boyu ise sadece 1.65’ti. Serbest bırakılıp, tazminat ödendiğini söylemeye gerek yok sanırım. Bütün bu örneklerden anlaşılacağı üzere, "Sesini tanıdım" iddiasına her zaman güvenilemeyeceği açıktır.

Kişiye özgü ses izleri

Ses dalgalarındaki değişimleri grafiğe dönüştüren, böylelikle insan kulağı ile beyninin ses teşhisi konusundaki zaaflarını ortadan kaldıran ve günümüz kriminal laboratuvarlarında yaygın şekilde kullanılan ses spektrografı, 1941’de New Jersey’deki Bell telefon şirketinin laboratuvarlarında çalışan fizikçi Lawrence Kersta’nın icadına dayanır. O tarihte II. Dünya Savaşı sürüyordu ve Amerikalılar telefon ve radyo konuşması yapan Almanların kimliğinin peşindeydi. Kersta’nın, bir spektrograf yardımıyla ses izleri elde etmeye merak salmasının nedeni budur.

Savaş bittiğinde, Kersta dışında ses izleriyle pek ilgilenen kalmadı. Aradan 20 yıl geçti. 1960’larda New York polisi, bir havayolu şirketinin uçaklarına bomba konacağına ilişkin tehdit telefonları almaya başladığında Kersta, 2 yılda 50 bin ses analizi gerçekleştirdi ve nihayet tehditleri savuran sesin kime ait olduğunu yüzde 99.65 doğrulukla belirleyen, bugün de kullanılmakta olan yöntemini geliştirdi.

1966’da Michigan eyalet polisi, dünyanın ilk ses izi kimliklendirme birimini kurdu, başına Kersta’yı getirdi ve ses izi, tıpkı parmak izi gibi kimlik tespiti için kullanmaya başlandı. Pek çok bilim adamı ve dilbilimci ses izlerine güvenilemeyeceğini belirtse de, bazı mahkemeler bunları delil olarak kabul etti ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bilirkişilerin verdiği raporlara dayanarak hüküm kurmaya başladılar. Üstelik hepsi Kersta’nın öğrencileri olan bu bilirkişiler sıklıkla birbirlerinin tam tersi görüş bildirdikleri halde.

Bu kargaşaya son vermek isteyen FBI, incelediği 2000 ses izine ait doğruluk oranlarını 1987 yılında toplumla paylaştı. Ses izlerinin sadece yüzde 34.8’inde kimliklendirme yapılabildiğini ve her 100 kimliklendirmeden birinin hatalı olduğunu bildirdi.
Yazarın Tüm Yazıları