Yer: Paris Stade Olympique Yves-du-Manoir...
Dünya Kupası finalinin başlamasına kısa bir süre var. Kupa için İtalya ve Macaristan kapışacak. İtalya Teknik Direktörü Ottorino Barassi oyuncularına kara tahtada son taktikleri veriyor. İşte tam bu sırada İtalya Futbol Federasyonu’nun askeri kanadından bir üst rütbeli subay soyunma odasına dalar. Elinde bir telgraf var. Bir anda sessizliğe bürünen soyunma odasını inleterek o telgrafı okur:
“Bu kupa şanlı İtalya halkının moral değeri için çok önemlidir. Size büyük görev düşüyor. Bana ya kupayı getirirsiniz ya da canınızı alırım. İmza. Benito Mussolini...
Futbolcular tabii ki de diktatörün birinci isteğini yerine getirdi. Canlarını dişlerine takan Azuriler, o sene fırtına gibi esen Macarları 4-2 yendi... Gerçi bazı kaynaklara göre, bu insanın kanını donduran telgraftan Macar futbocuların haberi oldu. Onlar da rakiplerinin hayatı için mağlubiyete canı gönülden destek verdi.
İŞÇİ TAKIMINA GÖNÜL VEREN DİKTATÖR!
G.Saray’ın Şampiyonlar Ligi’ndeki rakibi Schalke olunca aklıma yine diktatörler geldi. Nereden çıktı demeyin. Aslına bakılırsa Schalke bir işçi takımı... Ruhr bölgesinin devrimci işçileri mavi beyaz bir tutkuyla 1904’te bu takımı kurdu. Ancak gelin görün ki, Schalke, bir zamanlar kuruluş amacına çok aykırı bir sürecin esiri oldu... O aykırı takımı Adolf Hitler sevdi. Schalke, Hitler’in rüyalarını süsleyen takımdı. Takımın şimdiye kadar kazandığı 7 şampiyonluğun 6’sı Hitler’in vahşi yönetiminden kalma. 1934, 1935, 1937, 1939, 1940, 1942 yıllarında alınan zaferler (!) kanlı diktatörün esip gürlediği dönemden.
Sonra 1958’de bir şampiyonluk daha geldi. Belki de o, şaibesiz tek şampiyonluktu. Ve Schalke tam 54 yıldır şampiyonluğa hasret. Kimbilir belki de Hitler’in laneti hala takımın üzerinde.
YAHUDİ BAŞKANA KARŞI SCHALKELİ OLDU
Gerçi Meksika ve Küba, Marquez’in kendi vatandaşı olduğunu savunsa da o, Kolombiya’nın sahil kenti Aracataca’da (nam-ı diğer Macondo) doğdu...
Yüzyıllık Yalnızlık kitabı dünyanın ilk küresel romanı kabul edilir. Dickens, Hugo ve Hemingway gibi popüler ve ciddi bir yazar. O, sessiz sinemanın Charlie’si, Futbolun Pele’si...
3. Dünyadaki adıyla Gabo, benim idollerimden... Bu köşede onun adını, meziyetlerini, sözlerini çok okudunuz. Gabo 84 yaşında. Biyografisini yazdırdı. Amerikalı gazeteci Gerard Martin, bu kitabı yazmayı teklif ettiğinde Marquez, “Ama biyografi ‘ölüm”demek” der ve ekler: “Neyse. Tamam. Kendisine saygısı olan herkes ‘etik’ değerleri olan bir gazeteciye hayatını yazdırır.”
Ve yazılan o kitapla ortaya muazzam bir eser çıktı.
ANILARI SES GETİRİR
ŞU aralar bir kitap hazırlığında olan başka bir ünlü daha var. Bizden biri. Galibiyetle biten Fenerbahçe derbisinden sonra Fatih Terim’i aradım. Tebrik ettim. “Yazılarını ilgiyle okuyorum” dedi. “Sizin de bir kitap hazırlığında olduğunu duydum” deyince, “Evet hayatıma dair çocukluğumdan başlayarak, yaşadıklarımın bilinmeyenleri için döküman toplamaya başladım. Hayatımı yazacağım” karşılığını verdi. Terim, çocukluk, gençlik, evlilik, Galatasaray, milli takım ve İtalya günlerinin detaylarını okurlarına aktaracak.
Trübünün bir tarafında Marquez'in bu sözünü yazan pankart açıldı. Muazzam bir atmosfer vardı trübünlerde. Sahaya önce misafir takım çıktı... Her yer sarı-lacivertti. Sanki yer yerinden oynadı. Futbolcular trübünlere gitti. 25 bine yakın taraftar onları bağrına bastı. Tabi bu sırada rakibin coşkulu buluşmasını diğer trübündekiler ıslık sesleriyle bastırmaya çalıştı. (Evet evet sadece ıslık sesleri) Misafir takım sahada ısınmaya başladığında çıkış tünelinde bu sefer evsahibi takımın oyuncuları belirdi. Stadyum bir kez daha yıkılırcasına inledi. Az önce yaşanan manzara farklı renklerde de yaşandı. Sarı- kırmızı aşk da devreye girdi. Yarı yarıya bölünen trübünlerin ev sahibi cephesine misafir takım trübünleri aynı şekilde ıslıklarıyla cevap verdi.
Teknik adamlar sahaya yürüdüğünde trübünlerin iki tarafından da alkış sesleri artarak sürdü. Her iki teknik adam gözleriyle birbirini aradı ve gözlerin buluşmasıyla kucaklaşma gerçekleşti. Fatih Terim ve Aykut Kocaman'ın elleri birbirinin omuzundayken her iki trübüne selamlar çakıldı.
BAŞKANLAR YAN YANA, FUTBOLCULAR CAN CANA
İstiklal Marşı için hazırlıklar yapılırken dikkatler trübündeydi. Ev sahibi başkan misafir başkanla kahkahaları patlatıyordu. Diğer yöneticiler de Aziz Yıldırım ve Ünal Aysal gibi samimiyet içindeydi.
İkiye bölünmüş 50 bin kişilik trübün ordusu önce takımdaşlığa dönük sıkı tezahüratlardan dem vurdu. Sonra da, tüyleri diken diken eden bir işbirliğine girdiler. Güzel oyunu anlatabilecek en güzel sözlerle...
"Bütün dünya buna inansa
Bir inansa hayat bayram olsa
Koray Durkal imzalı derleme sınır tanımaz bir hoşgörüyü anlatıyordu. Avrupa’nın marka futbol adamlarının karikatürleri 2013 takvimi için çizilmiş...
Mourinho’dan Arsene Wenger’e kadar... Çizimlerde dibine kadar mizah var... Ama karikatürlere konu olan dev isimler sesini bile çıkarmamış, saygı duymuş. Benim bildiğim Mourinho o karikatürün orjinalinin peşindedir. Çerçeveletip masasına koymak için... O karikatürlerden yola çıkarak bizim futbol aktörlerine bir çift mesajım olacak...
TERİM VE KOCAMAN’A
F.BAHÇE Teknik Direktörü Aykut Kocaman’ın “imalı” açıklamalarıyla başlayan, Fatih Terim’in göndermeleriyle devam eden atışma uzadı gitti. F.Bahçe’nin hocası, Terim’in kendisine “Aykut” diye hitap etmesiyle ilgili bir soruya “Bir bakarlar kişiye, söyleyene karar verirler” cevabını verince tartışma iyice alevledi. Bence bu tartışmada haklı yok. Kaldı ki az konuşan Aykut Hoca’nın bu gereksiz tartışmayı neden başlattığını da çözebilmiş değilim... Medya da bu tartışmayı sürdürme çabasında. Yanlış. Bu, tartışmayı magazinleştirme arayışıdır. Biz gazeticiler bu tartışmanın sona erdirilmesi için fırsatçı olmamalı, konuyu kaşımamalıyız... Unutmayalım, önümüzde Galatasaray-Fenerbahçe derbisi var...
YÖNETİCİLERE ALKIŞ
BU arada iki hocanın karşı karşıya gelişinde kulüp yöneticileri alkışlanacak bir tutum takındı. Onlar topa girmedi. Ne güzel işte... Demek ki isteyince oluyormuş...
Fatih Terim, Gaziantepspor maçından sonra tartışmayı sonlandırdı. Bu da güzel... Zaten Terim, birkaç hafta önce futbolumuzdaki sevgisizlikten yakınıp, “Birbirimize tolerans içerisinde tahammül etmeyi bilmeliyiz. Hepimizin hatası var” demişti.
TOP KOCAMAN’DA
6 gün önce Japonya’da üst üste 2. dünya şampiyonluğunu garantileyen Sebastian Vettel programında olmadığı halde akşam pistte kros yapıyordu. 1 saatlik çalışması bittikten sonra terden sırılsıklam bir halde yavaş adımlarla padoktaki odasına geçerken gözgöze geldik. Yarı şaşkın ifadem karşısında önce duraksadı. Sonra da nefes nefese, “Muss” yani “Mecbur” dedi ve odasına geçti. Evet sahiden mecbur muydu bilinmez ama Almanların bende her zaman hayranlık uyandıran çalışkanlık ve disiplinine bir kez daha tanık olmuştum.
Oysa o istese artık hiç yarışmasa, son dört yarışta hep sıfır çekse bile Formula 1’in 2011 dünya şampiyonuydu. Ertesi gün bana şunu dedi: “Bana çocukluğumdan beri disiplin ve çalışmayı beynime kazırcasına öğrettiler” Küçük takımda dünya markalarına meydan okudu... Vettel, her yıl 100 milyonlarca Euro’nun döndüğü bir alanda bütün dengeleri değiştirdi. Hem de büyük bütçeli Ferrari, Mc Laren, Mercedes gibi devleri geride bırakarak... Ezber bozdu. Kaldı ki bu meydan okuyuşu Red Bull gibi yatırımı sınırlı bir takımda gerçekleştirdi. Zengin ailelerin şampiyon çocukları... Daha önce Arjantinli Fangio ve Alman Schumacher de arka arkaya 3 kez dünya şampiyonu oldu. Hem Fangio hem de Schumacher varlıklı ailelerden geliyordu. Formula 1 efsanesi Ayrton Senna da Sao Paulo’da zengin bir ailenin çocuğuydu. Eski şampiyonlar Jacke Steward, Emerson Fittipaldi, Andretti, Lauda, Alain Prost da öyleydi. Sadece Lewis Hamilton’un babası oğlunu pilot yapabilmek için 3 ayrı işte çalışmış biriydi.
Formula 1 dünyası onun zaferlerine hazır olsun dediğimde henüz 2010 sezonu başlamamıştı. Trt’de Stadyum programında “Dünya yeni bir Alman panzerini izlemeye hazır olsun” dedim. Erdoğan Arıkan, Okay Karacan ve Serhan Acar şahit. Vettel beni yanıltmadı ve son üç yılın şampiyonu oldu. 25 yaşında. Kısa süre öncesine kadar padokta karizma ve duruşuyla onu ezebilecek birçok dünya şampiyonu vardı. Schumacher, Alonso, Hamilton gibi. Vettel ise yüzündeki çocuksu ifadeyle sadece sempatik bir pilot kimliğiyle ön plana çıkıyordu. Ancak o çocuksu ifade 3 yılda RB6, RB7 ve RB8 kokpitinde pistleri rakiplerine dar ederek korkulu bir pilot hüviyetine büründü. Başarısında tasarımcı Andrey Newey ve takım patronu Horner’ın da payı çok büyük. O’na müthiş bir otomobil verdiler.
Bu yaşta elde ettiği 3 şampiyonluk aslında bir çok büyük başarının da habercisi. Zira, 7 kez dünya şampiyonu olan Schumacher ilk şampiyonluğunu 27 yaşında kazandı. 8 yaşında tulum giyip babasıyla fuarlarda sponsor aradı.
Tarih 3 Ekim 1987... Almanya’nın batısında 2 bin nüfuslu Heppenheim kasabasının tek marangozu koşarak evine ulaştı. Üstü başı toz içindeydi. Evde eşi doğum sancıları çekiyordu. 29 yaşındaki Norbert eşini hastaneye götürdü. O gün nur topu gibi bir oğulları dünyaya geldi. Hançeresini yırtarcasına ağlayan çocuk Sebastian Vettel’di. Zor şartlarda büyüdü. Babası 8 yaşında ona bir tulum giydirdi ve Almanya’daki otomobil fuarlarına götürüp sponsor aradı.İşte o çocuk artık pistlerde, mekanik dünyasında ezber bozuyor...
Şimdilerde o dünyanın en çok para kazanan sporcuları arasında. Yılda en az 40 milyon Euro’yu bir zamanlar yokluk içindeki babasına getiriyor. Vettel, küçük yaşlarda marangoz atölyesinin tozlu ortamında babasının tahtalardan yaptığı yarış arabalarına “vınnn vınnn” seslerini verip durdu.