Serhan Asker

AH TİTO AH.. "ÜSTÜ KALSIN" DİYECEK NEYİN VARDI Kİ?

25 Nisan 2014
Tarih 6 Eylül 2012Yer İsviçre-Nyon. UEFA merkezi.

Elit Antrenörler toplantısı var.. Kimler yok ki... Jose Mourinho'dan, Arsene Wenger'e, Ancelotti'den Simione'ye, Fatih Terim'den eski dost Lucescu'ya kadar bir çok isim. Ve aralarında Barcelona'nın o zaman çiçeği burnundaki hocası Tito Villanova da vardı.

Toplantılar bitmiş, teknik adamlar uçaklarına yetişmek için koşturuyordu.

Neredeyse herkes çıkmıştı. Vakti olanlarla tanışıp biraz futbol biraz da toplantının nasıl geçtiğini konuşuyordum.


RÖNTGEN FİLMLERİYLE ELİTLER TOPLANTISINDAYDI

Sırada Tito Vilanova vardı. Bir elinde çanta, bir elinde de bir kitap ve orta büyüklükte zarfla geliyordu. Zarfı yere düştü. Zarftan röntgen filmleri göründü. Tam o sırada arkasından gelen Arsene Wenger eğilip zarfı aldı ve Tito'ya uzattı..

Yazının Devamını Oku

San Marino.. Kaybetme ahlakı

26 Şubat 2014
Çeyrek asırdır yenilmekten usanmadılar..

118 resmi maçta henüz galibiyetleri yok. En farklı mağlubiyetleri 13-0.. Bundan tam 21 yıl önce Lihtenştayn’ı 1-0 yendiler. O da bir hazırlık maçıydı. 2014 Dünya kupası eleme grubunda averajları -63. Onlar, “Yaşam, zaten mağlubiyetlerimizin toplamıdır” diyerek çıkıyorlar futbol arenasına.. Onlar, endüstriyel futbola direnen bir barikat..
Kaybedenlerin resmi milli takımı San Marino.. “Evet.. Yine ne güzel yenildiler” dediğimiz bir futbol gerçeği onlar.. Bakmayın siz “Tarih sadece kazananları yazar” söylemine.. İnanın Barcelona’nın Bayern Münih’in zaferleri kadar onların da yenilgileri yer buluyor, dünya spor medyasında. Hele bir resmi galibiyet alsınlar görün o medyayı. Maçlarının olduğu akşam twitter’da trend topic’ler. “Her maç öncesi bunlar da galibiyet yemini ediyorsa cehennemde şimdiden locaları hazırdır” sözü bu cesur yürekler için söylenir..

YALNIZLIK, SAN MARİNO’DA SANTRAFOR OYNAMAKTIR

KALECİSİ kasap, sol beki marangoz, ön liberosu bar işletiyor, santraforu ise itfaiyeci.. Kalecisi, çizgide yağmur gibi yediği golleri saymaya çalışırken bir yandan da ertesi gün terbiye edeceği bifteğin telaşını yaşıyor.. Marangoz solbek, kanadında bir türlü bindirme yapamamanın ezikliğini yaşarken, aklının bir köşesinde de yarın düzelteceği suntalar mutlaka vardır. Ofsayta düşmüş hayatların toplamı bir milli takım olduklarından ofsayt taktiği nedir bilmiyorlar. Beceremiyorlar ki alan daraltsınlar. Onlar da uzun toplarla defansın arkasına sarkmaya çalıyorlar. Ah bir sarkabilseler..
Yalnızlık, San Marino milli takımında santrafor oynamaktır. Aslında aklıma gelmiyor değil.. San Marino santraforu şiir yazsa, yalnızlığı Özdemir Asaf gibi yazar mı acaba? “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” tadında.. Maç sonrası televizyonlara “Top ayağıma 9 kez geldi ve hepsi de santra (oyunu başlatmak) içindi” diyen San Marino forvetinin, ıssız adamlığın dramını yazdığı gizli şiirleri bir gün ortaya çıkarsa hiç şaşırmam..

HER MAÇ ONLAR İÇİN YENİ HEYECAN, YENİ UMUT

Onların ki temiz futbol.. Hakeme itiraz yok. Hele rakibe kaşlarını çatmak hiç yok.. Gördükleri tek-tük kartlar da hızına yetişemedikleri rakibe yaptıkları faüllerden.. Dermanları olsa onu da yapmazlar.. “Bu, bizim için ölüm-kalım maçı” diye bir söz çıkmamıştır ağızlarından. Dillerinden düşmeyen: “Bizimkisi maksat spor olsun.. Hayat hoş gerisi boş”

Yazının Devamını Oku

Ali Hoca'dan Prandelli'ye yürekten yüreğe verkaçlar...

16 Şubat 2014
MAHAN Rahimi.. Daha 8’inde ve gizemli bir hastalığın pençesinde. Saçları tamamen dökülen Rahimi, teneffüslerde arkadaşları güle oynaya koştururken, kendisine duvar diplerini mesken tutar.

Dizlerini kırıp, gözyaşlarını sile sile arkadaşlarını izler. Yaşıtları, kel olmuş Rahimi’yi dışlar. Hastalığı yetmiyormuş gibi arkadaşlarının küçümseyici bakışlarıyla daha da kahrolan Rahimi, günden güne erir. Birgün sınıfın penceresinden öğrencilerini izleyen öğretmen, Rahimi’nin dramını fark eder. Üç çocuk babası, 23 yıllık öğretmen kaskatı kesilir. O gece gözüne uyku girmez. Döner durur yatağında. Aklı küçük Rahimi’dedir. Sabahın köründe uyanıp, gider kasabanın berberine. Saçlarını usturaya vurdurur. Ve oradan da doğruca okula gider. Sınıf, manzara karşısında şaşırır. Öğretmen, boynu bükük Rahimi’ye göz kırpar. Rahimi’nin yüzünde günler sonra bir gülümseme belirir. Diğerlerinde ise tam bir mahcubiyet. Öğretmen, Rahimi ile dalga geçen haytalara küçük yaşlarında büyük bir hayat dersi verir. Rahimi’yi dışlayan sınıf utana sıkala öğretmenlerini ziyaret eder: “Biz de Rahimi gibi saçlarımızı kazıtmak istiyoruz...”
Öğretmen havaların soğuk olduğunu öne sürerek bu talebi reddeder. Ancak öğrenciler kararlıdır. Toplu halde saçlarını sıfıra vurdururlar. Bu insanlık manifestosu İran’ın Marivan kentinde yaşandı. Haber geçen haftalarda yabancı medyanın manşetlerindeydi. Öğrencisinin gönlüne sokulmak için saçlarını kazıtan öğretmenin adı Ali Muhammed..

ÇİZME’NİN RAHİMİ’Sİ BALOTELLİ’NİN İLK TRANSFERİ 3 YAŞINDA OLDU..

Ve Mario Balotelli.. Gana asıllı İtalyan... Gerçek anne ve babasıyla büyümedi. Palermo’nun bir kenar mahallesinde doğdu. 3 yaşında hastalandı. Ailesinin ona bakacak maddi gücü yoktu.
Ya kaderine terkedilecekti ya da zengin bir aileye satılacaktı. Balotelli Ailesi bastırdı parayı, aldı Mario’yu. Evet, Balotelli ilk transferini daha 3 yaşında gerçekleştirdi! Gerçek ailesi maddi olarak düzlüğe çıkarken kendisi de sağlığına kavuştu. Ancak hep, karnında büyüdüğü annenin sevgisinden mahrum kaldı. Biliyordu ki o koku, başkaydı... Balotelli, şimdilerde hırçın bir yıldız. Yetenekleri kadar taşkınlıkları da konuşuluyor.
İşte bu Balotelli’ye en büyük destek, İtalya Milli Takımı’nın hocası Cesare Prandelli’den de geldi. Onun Mahan Rahimi’si de Mario Balotelli...

HEM ANA HEM DE BABA OLDU

Prandelli, Balotelli’nin artık herkesi bıktıran çıkışları karşısında “Onun kesinlikle sevgiye ihtiyacı var” diyor. Daha önce bu köşede yazmıştım. Prandelli’nin de yaşamı çalkantılarla dolu. Hayalinin takımı Roma’ya imza attıktan iki gün sonra eşinin kanser olduğunu öğrendi. Hiç düşünmeden sözleşmesini yırtıp, çocukluk aşkı eşinin dizinin dibine gitti. Manuela Caffi, ağır kemoterapilerden geçerken, burnunun dibinde aşkı Prandelli vardı. Caffi, elleri Prandelli’nin ellerindeyken can verdi.

Yazının Devamını Oku

Nazım Hikmet'in futbol potinleri..

18 Ocak 2014
“GÜNÜN birinde aramıza uzun boylu, sarı saçları kıvır kıvır, kırk yaşlarında, mavi gözlü bir de şair karıştı...

Hem de takımın en zor yerinde oynuyordu: Ortahaf!... Şiirdeki kadar usta, yahut nefesli olmadığı için, onu ve ona dayanan defansı kolaylıkla geçer, onu çıldırtırdık. Öyle sinirlenirdi ki... Kurşuni kasketinin siperini hırsla geriye çevirir, santrafora geçer, beklere , haflara (kanat oyuncularına) çıkışır, oyuncuların yerlerini değiştirirdi ama, oyun başladıktan az sonra her şeye rağmen... İnerdik kalelerine ve... GOOL! İfrit olurdu... Kıpkırmızı yüzü, masmavi gözleri ve yüzünün kırmızılığında kaybolan sarı kaşları...”

‘FUTBOLDA ESKİ KURDUM’

- ORHAN Kemal’den öğreniyoruz, mavi gözlü devin topa hükmedişini.. Bursa Cezaevi’nin avlusunda kıran kırana maçlar oynanırmış. Nazım Hikmet de fazla teknik değil ama sert futbol anlayışıyla rakiplerine sahayı dar edermiş.
Sunay Akın anlatmıştı.. “O maçlarda Nazım Hikmet topları daima cezaevinin dışına atınca gardiyanlar şüphelenmiş.. “Bu mahkum acaba zulacı mı? Dışarıya topun içinde bilgi yolluyor olmasın” diye. Tedbir bile almışlar..”
Nazım Hikmet’in “.. Fulbolda eski kurdum. Santıradan alınca pası/çakarım/Hoop! diye devam eden futbol üzerine şiiri bile var.. Bir gün G.Saray-F.Bahçe maçı izledi. Sunay Akın’a göre maçın hakemi Müjdat Gezen’in babası Nejdet Gezen’di. Bakın ne diyor?

‘SAHADA BİR DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ ALABİLDİĞİNE’

- “...BİRDENBİRE bir düdük öttü ve oyun başladı. Yirmi iki delikanlı kan ter içinde ha babam ha koşuyorlar. Toptan ziyade basıyorlar tekmeyi, atıyorlar çelmeyi, vuruyorlar kakmayı birbirine. Bir taraf, ‘Topu ille de ben sokacağım sizin kaleye.’ diyor; öte taraf, ‘Hayır bu marifeti ben göstereceğim.’ iddiasında./.. Herkes istediğini söylüyor. Herkes bildiği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti alabildiğine... Bu işin bir çok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumuna gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat, geçirdim orada”

KAFKA’NIN FUTBOL AŞKI..

Yazının Devamını Oku

Eusebio'nun külüstür cep telefonu...

6 Ocak 2014
Röportaj sırasında masadaki eski püskü telefon gözümün önünden hiç gitmiyor.

Gelen aramaları yanında taşıdığı çay kaşığıyla “Yes” tuşuna basarak yanıtlıyordu. İnanamaştım...
Bu tatsız manzaradan sonra buruk bir şekilde röportaja başlamıştım. “Sana, Portekiz’in Pele’si diyorlar. Ne diyorsun” diye sorunca, hafiften öfkelendi. “Bak bu doğru değil işte.. Esas olan, Pele Brezilya’nın Eusebio’sudur” dedi ve külüstür telefonun tuşlarına çay kaşığıyla basarak Pele’yi aradı. Telefon karşı tarafta iki kez çaldı ve açıldı. Eusebio, kankası ile küfürlerle başladı konuşmaya. Devam etti. “Hey Pele, Türk gazeteciler geldi ve ben onlara senin benden sonra geldiğini anlattım. Haberin olsun. Tamam mı” dedi ve biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapattı. Bu arada ellerinin titremesi dikkatimden kaçmamıştı. Tebessümle söze girdi:
“Söyledim Pele’ye o da itiraz etmedi. Siz de her yerde bunu böyle anlatın artık.”
Bir yıl önce Lizbon’daki buluşma, meslek hayatımın en özel buluşmasıydı. Yaşayan efsane Eusebio ile konuşmak, onu dinlemek meslek hayatımın en anlamlı röportajlarındandı. TRTSpor ekranlarında yayımlanan o röportaj büyük ilgi görmüştü...

‘ÖLMEDEN TÜRKLER BENİ İYİ TANISIN’

EUSEBIO, o buluşmaya hasta yatağından kalkıp gelmişti. “Şimdiye kadar dünyanın dört bir tarafından televizyonlar benimle konuşmaya geldi. Ancak hiçbir Türk televizyonu benimle konuşmadı. Sizin geldiğiniz bana söylenince 3 haftadır evden çıkmıyordum ona rağmen kalkıp geldim. Ölmeden Türkler de beni iyi tanısın istedim” diyerek, bizi kabul etme gerekçesini anlattı...
Benfica denince akla ilk önce tabi ki Kara Panter Eusebio gelir. Mozambik doğumlu Eusebio, sömürge mağduru olarak yetenekleriyle birlikte yerinden yurdundan edildi. Futboldaki hünerini Portekiz için sergiledi. Aslında ona Portekiz’de de huzur yoktu. Diktatör Salazar, onun bütün özgürlüğünü elinden aldı.

Yazının Devamını Oku

Yılın 11'i cennette

31 Aralık 2013
Mehmet Ali Birand, Tuncel Kurtiz, Savaş Ay, Müslüm Gürses, Nejat Uygur, Selçuk Yula ve diğerleri... Geride bıraktığımız yılın en iyi takımı şimdi cennette. Ne de şanslı oradakiler...

ACIMASIZ bir seneydi. Nihayet bitiriyoruz.. Kasırga gibi geçti üstümüzden. En sevdiklerimizi çekip aldı aramızdan. Hep futboldan dem vuruyoruz ya.. İşte 2013 gönlümüzün milli takımını bizden çaldı.. Onlar kalbimize taht kurmuştu. İşte o unutulmaz devler.. Mehmet Ali Birand.. Ara sıra tutukluk yapardı.. Ancak ondan sonra tutabilene aşk olsun.. Peş peşe goller atardı. Özel röportaj ve atlatma haberlerle rakiplerine az gol atmadı. Türkiye’nin en ünlü televizyoncusuydu ama “Ben muhabirim” derdi. Rekabeti severdi. Olgundu. Ayak kaydırmayı bilmezdi. Nice yıldızlar çıkardı. Hem de kendi mevkisinde oynayan yıldızlar..

“DAYI”NIN KONDİSYONU KAZ DAĞLARI’NDAN

TUNCEL Kurtiz.. Yerinde duramayan bir deli fişekti.. Bitmek bilmez enerjisiyle sahanın her yerini parsellerdi. Kondisyonu Kaz Dağları’dan geliyordu. “Ramiz Dayı” diye inleyen tribünlere yaşamdan resitaller sunardı: “Yeğenler! Biz zengin olma tehlikesini atlattık, artık daha rahat yaşayabiliriz” demişti. Bağıra bağıra “Sosyalistim” diyordu. Sol kanattan yılan gibi akardı.. Maç başlamadan tüm takımı sahanın ortasına toplar, “Cesurun bakışı, korkağın kılıcından keskindir, yeğenler” derdi. O muazzam ses tonuyla sadece rakiplerin değil takım arkadaşlarının bile eli ayağı birbirine girerdi. Takım kaptanıydı.
Ferdi Özbeğen.. 80’lerde evde Teksas, Tommiks okurken küçük radyolu teybimizde “Ağla Halime”, “Dilek Taşı” derdi. Aile çay bahçelerini hem hüzne hem de neşeye boğardı. Naif sesiyle.. Düşünebiliyor musunuz, penaltı atarken Ferdi Özbeğen’i.. Kadife dokunuşların, aşırtma vuruşların en güzelini yapmaz mıydı? Beyaz piyanosunu konuşturduğu gibi futbol topunu da konuşturmaz mıydı? Tribünlerden “efkârım birikti, sığmaz içime” sesleri yükseliyor, artık..

SAVAŞ AY, HER YERDEN İYİ VURURDU

SAVAŞ Ay.. Takımın bitirimiydi. Ekranlarda sağ omzunu biraz havaya kaldırıp, sol kolunu da yukarıda tutardı. Hem ekrana hem de yeşil sahalara çok yakışırdı.. Gençlerin içine düştüğü ecstasy bataklığına da el atardı; hastanelerdeki fare skandalını da gündeme taşırdı; travestilerin hayatını gerçekçi şekilde anlatmak için onların kılığına bile girerdi. Sadece “oralardan iyi vurur” denmezdi ona.. Savaş Ay, A Takımı’yla “her yerden iyi vururdu”. Hele o çirkin gecede Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatanlara öyle baraj kurmuştu ki.. Tekmeye kafa uzatırdı.

SARKIK LİBERO MÜSLÜM GÜRSES

MÜSLÜM Gürses.. Sarkık libero.. “İtirazım var” diyordu ama sarı kartı bile yoktu. Çünkü onun itirazı yarım kalan sevgiye, emanet gülmelere, yalana dolanaydı. Sahadaki rakiplerini ve tribündeki sevenlerini “paramparça” ederdi. Gazeteci, “Sizin gibi biri aniden evlendi. Neden?” diye sorunca.. “Taşın da kalbi yoktur ama, onu da yosun sarar” cevabıyla golü 90’dan atardı. Hem de slow motion (ağır çekim)..

Yazının Devamını Oku

Üçkağıtçı Campell'ları Gargamelleri sevmedik ki...

18 Aralık 2013
Cheri Cheri Lady... bugün perşembeydi.. Üçkâğıtçı Campbell’la... Süper nine evlendi”

1980’li yıllarda dilimizden düşmez bir replikti bu. Almanların ünlü grubu Modern Talking’den esinlenmiştik. O zamanların unutulmaz müzik grubunun şarkısını çocukluğumuzun dizisi Süper Nine’ye böyle uyarlamıştık... ‘Supergran’, yani Süper Nine’nin acayip bir uçan bisikleti vardı. Hele o matrak ‘Sup-Sup Supergran’ jenerik müziği.. Vay be.. Ne günlerdi. Neyse ben konuyu o dizideki Campell’a getireceğim. Üçkağıtçı Campell.. Akla gelmeyecek numaralarla insanları ve Süper Nine’yi çileden çıkarırdı. Dizinin Erol Taş’ıydı.
Yine o yıllarda Şirinler adlı çizgi film vardı. İlgiyle izlerdik.. O sevimli karakterleri hep zor durumda bırakan Gargamel de fesatlıklarıyla anılarımızda.. Üçkâğıtçı Cappell da Gargamel de hiç bir zaman amaçlarına ulaşamadı. Sadece yaptıklarıyla kaldılar. Tıpkı Donk gibi!
Evlere şenlik bir maç oynandı pazar akşamı. Kasımpaşa-Beşiktaş maçında yaşananlar dünya futbol tarihinde belki de ilk kez yaşandı. Bu ayıp da bize yeter!

DONK BİZİ ALAY KONUSU YAPTI

SAHAYA giren topu eline alan Donk, 6 saniye o topla oyalandı sonra da Almeide’nın son vuruşu yapacağı topa attı. Sahada bir Campell vardı anlayacağınız. Maçtan sonra herkes çıkıp özür dilemesini beklerken o muzipçe bir gülüşle, “Yaptığım doğru değil ama ne yapabilirdim” dedi. Sportmen adam en azından yaptığı bu hareketten utanır.
O hareket dünyanın dilinde. “Arsız defans oyuncusu Ryan Donk, Beşiktaş atağını ikinci topla kesti!..” “Üstün yetenekli savunmacı. Vizyoner!!”... Sadece bu ikisi yeter herhalde..
Anlayacağınız uluslararası alay konusu olduk..

ŞOTA BARİ SEN YAPMA!

Yazının Devamını Oku

Çizginin Mevlana'sı Tolga Zengin'e

12 Aralık 2013
Dayım vardı. Bilal. 64 yaşındaydı. Hiç evlenmemişti. Zihinsel yetisi normal bir insan gibi değildi.

Biçareydi. Zararsızdı. Melek gibiydi. Neşe saçardı etrafına. Hep komik, hep eğlenceliydi. Benim kral dayımdı, o.. Anneannem 18 yaşındayken doğurmuştu onu.. Bilal’i olmadan hiçbir yere gitmezdi.. Dert olmuştu ona dayımın bu yaşta evsiz barksız oluşu.. Emekleyen çocuğunun etrafında dolanan anne gibi fır dönerdi yaşlı oğlunun etrafında. Köyde tek başına dolaşıp duran dayım eve dönmeden huzur bulmazdı. Yolunu gözlerdi. Ve tek bir dileği vardı. Oğlundan önce ölmemek.. Hep bu hayalin peşinden gitti. Dayımı bir melek gibi bu dünyadan uğurladığımızda, anneanem gözyaşlarının arasına sanki dileğinin gerçekleşmesinin tebessümünü de eklemişti. Elbette, evlat acısı yaşamak istememişti. Ama en çok da kendisine bir şey olursa “biçare” oğlunun ortalıkta kalması düşüncesi onu yiyip bitiriyordu.. “Artık huzur içinde ben de bu dünyadan gidebilirim” diyen anneannem 3 ay sonra oğlunun yanına gitti.. Huzurla..

GİTTİ, GÖRDÜ ACI HABERİ DÖNÜŞTE ALDI

DRAZAN PETROVİÇ'İN ANNESİ
Geçtiğimiz yıllarda TRTSPOR için görevli olarak Zagreb'e gitmiştim. Orada 29 yaşında trafik kazasında hayatını kaybeden parkenin Mozart'ı, efsanevi basketçi Drazan Petroviç’in mezarında bir anons çekip, oraya karanfil koymak istedim. Mezarın başında temiz yüzlü bir kadın vardı. Bizi görünce kenara çekildi. İşimi bitirince o kadın bana doğru geldi.
“Drazan’ın annesiyim” dedi.
Dizlerimin bağı çözüldü.. Titrek bir sesle hırvatça bilen tercümanımıza Türkiye’den geldiğimizi söylemesini istedim.. ” Gözleri içine çökmüş Hırvat kadın sanki daha da hüzünlendi. Başını eğdi ve “Biliyorum, Türkler çok severdi Drazan’ı” dedi.

Yazının Devamını Oku