7 Aralık 2001
<B>BUNUN </B>da sorunsalı olur muymuş, demeyin sakın. Olur ki hem ne olur. Hem sorunu olur bunun, hem de sorunsalı ve ikisinin de çözümü hayli zor olur.
Bunun dışında asıl yazıya geçmeden önce bir başka şeyi daha belirtmek istiyordum.
Ben bugüne kadar kendimi, şu malum organ hakkında yazı yazma rekorunun sahip olarak görmekteydim.
Bununla övünüyordum. Ailemin benle övüneceği tek konu vardı, bu da oydu bence.
Ancak son günlerde üzülerek öğrenmiş durumdayım ki, Montaigne bu rekorun asıl sahibiymiş.
Böylece Türk fikir dünyasına yaptığım tek katkı da önemsiz hale geldi. Üzgünüm.
***
Montaigne, bir asilzadeyi anlatıyor (1).
Adam sevgilisiyle sevişme denemesinde bulunmuş. Başarılı olamamış. Montaigne bunu yazmamış ama sevgilisi mutlaka ona, ‘‘Üzülme, herkesin başına gelebilir bu. Hiç önemli değil ki, haydi sarıl bana’’ demiş, adam onu ciddiye alıp sarılmışsa da içinden ‘‘Üff, şu lüzumsuz şey bir an önce gitse de işime gücüme baksam’’ diye konuşmuştur.
Neyse, asilzade evine dönmüş. Soyunmuş, haydi nazik olmak için tenasül uzvu diyelim malum organa, onu kesivermiş, bunu bir zarfa koyup bir not da iliştirerek sevgilisine göndermiş.
Notta ‘‘Yapmış olduğum saygısızlığı umarım affedebilirsin’’ diyormuş.
Bu anekdotu okuyunca düşündüm de, iyi ki dünyada erkeklerin çoğunluğu asil değil.
Çoğunluk asil olsaydı, erkek çoğunluğunun penissiz gezdiği bir dünyada yaşamak zorunda kalacaktık.
Üstelik böylesine absürd bir durum benim için avantajlı ortam da yaratmayacaktı; çünkü benimki de çok uzun yıllar önce bir hanımefendiye aynı içerikli bir notla gönderilmiş olacaktı.
Ve şimdi kim bilir, aynı akıbete uğramış hemcinsleriyle birlikte hangi gardırobun hangi küflü çekmecesinde, hatıra olma değerini de kaybedip çöpe atılacağı günü bekleyecekti.
Hüzünlendim ya, yemin ediyorum.
***
Fransız filozof, tuvalet ádetleri, yellenme gibi konularda son derece enteresan fikirler ortaya atıyor.
Örneğin, tuvalet yapılırken maksimum sessiz bir ortamda bulunulmasının ideal olduğunu savunuyor, falan filan.
Ama mesele penis sorunlarına ve sekse gelince, adamcağız bir tuhaflaşıyor.
Örneğin, yukarıda anlatmış olduğum asilzadeyle ilgili olayı aktardıktan sonra Montaigne, ‘‘Eğer çiftler seks yapmaya hazır değillerse, işi aceleye getirmemelidirler’’ diye yazabiliyor.
Fransa'nın Güzin Ablası gibi yazarak bu son derece karmaşık meseleyi ve evet sorunsalı çözdüğüne inanıyor.
Haydi o inanıyor bırakın da, Fransızlar böyle bir cümleyi gördükten sonra bile Montaigne'e ulusal hazine muamelesi yapıyorlar.
Fransızları bırakın, tüm dünya ve hatta Türkler de aynı tavrı sergiliyorlar.
Yahu tüm dünyaya bir şey diyemem, Fransızlara ise diyeceğim olsa da bir şey söylemem.
Ancak Türklerin bu şekilde davranması bana hayli koydu, yemin ediyorum.
Ne yapılıyor anlamıyorum. Bu memleket, adam harcamakta birebir birader.
Düşünsenize, sizin elinizin altında bir ulusal değer zaten var.
Bu ulusal değer, bu hazine aynı konularda kalem oynatıyor.
Ve gayet tabii ki çok orijinal şeyler de söylüyor. En azından Güzin Abla gibi yazıp bununla felsefe yaptığını filan sanmıyor.
Fransa'da doğmuş olsaydım, yemin ediyorum şimdi ikinci Montaigne muamelesi yapılıyordu bana.
Burada ise geniş halk kitleleri tarafından dışlanıyorum. Şimdi patrona sorsanız, hangi yazarları seviyorsunuz diye, hep ciddi yazarları sayar, beni unutur.
Üzgün olduğum için yazımı Müslüm babanın ‘‘Sadece’’ şarkısıyla bitiriyorum.
‘‘GEC ellleeer boYunc a hep BEN ağ.........laDım
Bir dam la sevgiyi hep BEN aRAdıM
Çok sevilDİ........N ama SEV....Ven olmadıNN
Seni sevdiği Me GüüüülDüNN sadec E.’’
1- Alain de Botton: The Consolations of Philosophy (s.125).
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2001
<B>GEÇEN </B>gün şehirlerarası otobüs yolculuğu için koltuktaki yerimi aldım.<br><br>12 saat 30 dakika sürüyor bu yolculuk. Param olsa otobüs yerine uçağa biner, aynı sürede New York'a giderdim. Neden uçağa binmediğim sorusunu durmadan soruyor Ertuğrul Özkök bana.
Ben de ona hep aynı cevabı veriyorum; o da bunu maaş artış talebi yolunda bir polemik başlatma girişimim olarak yorumluyor.
Bu diyalogdan yorulduğum için ben de artık ona haber vermeden seyahat yapıyorum.
***
Oturdum koltuğuma ve otobüs hareket eder etmez bende tüm zamanların en büyük gazı başladı.
Bu vücudumda kaldığı takdirde eski zamanlarda olacağına inanılan şey olacak ve büyük ihtimalle kafam infilak edecekti.
İlk molaya da üç buçuk saat var.
Küçük burjuvalar bir insanı göz kırpmadan öldürebilirler. Ama es kaza o insanı öldürmekten vazgeçtikleri takdirde, kendisini herhangi bir surette rahatsız edecek bir harekette bulunmaları mümkün değildir.
Rahatsızlık verme bir diyalog biçimidir. Küçük burjuvalar fazla samimiyetten hoşlanmazlar. Öldürme ise kolaydır onlar için; çünkü bir diyaloğu sona erdirmenin en kestirme yolu da budur.
Otobüsteki her insanı tek tek öldürebilirdim, ama gaz çıkararak onları rahatsız etmektense içe doğru patlayıp yok olurdum daha iyi.
***
Ben böyle düşünüyordum, ancak galiba otobüste de benden başka küçük burjuva yoktu.
Çünkü ışıklar söndükten sonra burnuma pis kokular gelmeye başladı. Ve üstelik bu şüpheli bir koku da değildi, gerçek anlamda pis bir kokuydu.
Eğer insan gaz çıkarma konusunda kararlıysa, saatte 90 kilometre hızla giden bir otobüste ışıkların sönmesini neden bekler ki, bunu anlamak mümkün değil.
Size bir şey söyleyeyim mi; bence otobüslerde her koltuğun tepesine yangın alarmına benzer bir gaz alarmı konulmalı.
O koltukta oturan kişi, gizli eylemde bulunduğu anda gaz alarmı son kuvvetle çalmalı, hatta neon ışıklı oklar o kişiyi göstererek ‘‘hain burada’’ diye bağırmalı.
Ama tabii gerçekler hiçbir zaman ideallerle çakışmıyor ve bu mekanizma kurulmadığı için de suçluyu tespit etmek mümkün değil.
Ben tepedeki havalandırma düğmesine bastım ve ağzımı oraya yaklaştırarak kendi kendime suni teneffüs yaptım.
Bu hareketim umarım suçlu veya suçluları utandırmıştır. Utandılarsa da hiç ses etmediler, onun için sonucu bilmiyorum.
***
Ben yine de kendimi tuttum, kitlelere uymadım. Patlamayı da artık istiyordum açıkçası; çünkü ölüm çekmekte olduğum zulümden daha kötü bir şey olamazdı.
İşte tam o anda Montaigne'i hatırladım.
Bu büyük filozof da benim gibi gaz meselesine takmış, bu konuda birçok yazı yazmıştı.
İddiasına göre, istediği anda istenilen uzunlukta yellenebilecek bir insanla da tanışmıştı.
Ve hatta gaz çıkarmaya başlayıp da tam 40 yıl, evet 40 yıl hiç duramayan ve sonunda bu nedenle de ölen bir adamın hikáyesini anlatmışlardı ona.
Bunu hatırlayınca bu sefer de mola yerine varmamayı istemeye başladım. Ben de durmayı başaramadığım takdirde işler çok daha dramatik olacaktı ve bir gecede bu kadar fazla dramatik olay da yeterdi yani!
Ve en sonra da şunu düşündüm. Montaigne bunları yazıp durdu, insanlar ona büyük filozof dedi; ben şimdi bunu yazdım, herkes yarın bana kızacak, bu ne biçim yazı diye söylenecek.
E mail'ler çekilecek, fikir bildirilecek. Ve hatta ölümle bile tehdit edenler çıkacak.
Sonunda karar verdim ki hayat son derece adaletsiz.
(Yarın: Montaigne'in penis hakkındaki düşünceleri. Ve o yazının sonunda Türk toplumuyla benim bir hesaplaşma girişimi ön denemem.)
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2001
<B>KOMPLO </B>her zaman olduğu gibi ABD'de başladı.<br><br>Oradan dünyaya yayıldı.<br><br>ABD'de başlayan her yeni şey, hemen ertesi gün kişi başına milli geliri iki bin doların altına düşmüş olan Türkiye'ye de gelmek zorunda olduğundan, üçüncü dünya ülkeleri içinde komploya ilk aktif katılım bizde oldu. Haber bültenleri okunurken aynı anda alttaki bir bantta birbiri ardına haberlerin geçilmesi, Türk televizyon kanallarında da başladı.
* * *
Sevgili okurlar.
Dünyadaki bütün ülkelerde zekásı çok fazla gelişmemiş insan sayısı çoğunluktadır.
Türkiye de bu konuda bir istisna değildir.
Zekánın fazla gelişmemişliğine bir de eğitim ve kültür eksikliğini katarsanız, çoğunlukların durumunun hayli berbat olduğunu da çıkarsayabilirsiniz.
Dünyadaki hiçbir yönetim, kendi halk çoğunluğunun yönetenlerden daha akıllı olmalarını istemez.
İster gibi yapar, sonra da bunun fiilen gerçekleşmemesi için elinden gelen çabayı gösterir.
Sistemin ne olduğu fark etmez; liberal olsun, sosyal demokrat, komünist olsun farkları yoktur, kitleleri aptal ve cahil bıraktırma konusunda.
Meseleye bu açıdan bakarsanız, en dürüst rejim faşizmdir; çünkü onun açıklanmış amacıyla yaptıkları aynıdır.
* * *
Bu uluslararası politikanın son aşaması, kitlelerin izledikleri basit televizyon haberlerini de anlamamaları için alınan son tedbirle yeni bir aşamaya geldi.
Gelişmiş bir beyin bile aynı anda verilen bilgi sayısı ikiye çıktığında bunları anlamakta zorlanabilir.
Gelişmemiş beyinler ise verilen haber tek kaldığında bile zorlanır. Bu üzücü bir durumdur, ama hayatın da bir gerçeğidir.
Durum böyleyken, bir de siz kalkıp ekranda sabit ve ürkütücü bakışlı spiker haberleri okurken, ekranın altına yeni konulan banttan birbiri üstüne özet haber başlıklarını vermeye kalkışırsanız, ne okunan haber dinlenebilir, ne de alttan gelen haber özetleri algılanır.
Anlıyorum kaygınızı. Bu halkın öyle fazla bilgilendirilmemesi gerekir. Haberleri de fazla anlamamaları iyi olur. Aynı fikirdeyim.
Ancak işi de dozunda yapmak lazım. Fazla bilgisiz de bırakırsanız, bu sefer katiyen yapmamaları gereken şeyi yapmaya kalkışırlar; kendi kendilerine filan kararlar vermeye başlarlar.
Bu en tehlikeli alternatiftir.
O nedenle yapılacak en iyi şey, belirli aralıklarla özet bilgileri teker teker sunmaktır. Böylece sunulan bilgiler üzerindeki kontrolün kaybedilme riski de azalır.
Dolayısıyla gelin bu yeni icadınızdan vazgeçin. Altta gelişmiş insan beynini bile tamamen güçsüz bırakan, o banttan bilgi bombardımanına tutma işinden vazgeçin.
Kendi silahınızla kendinizi vurup, düzeni bozmayın.
* * *
Meselenin bir başka yanı daha var.
Ben alışmışım; normal haberler sunulurken bantta bir şeyler yazmaya başladığı anda mutlaka bir felaket oldu diye düşünüyorum.
Ya deprem oldu, ya tufan yaklaşıyor, ya darbe oldu (ki Türkiye'nin son geldiği noktada bu da felaket mi tartışılır yani), ya da Ertuğrul Özkök arayacak; bantta haber geçmeye başlayınca böyle bir şeyler olacak diye yüreğim hopluyor.
Bu kişisel bilgiyi de, bantın acilen kaldırılması kararını kolaylaştıracağını umduğum için iletiyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2001
<B>‘‘INVASION of the Body Snatchers’’ </B>adlı filmi izlediniz mi bilmiyorum? <br><br>Romanı bir bilim kurgu klasiğiydi, iki ayrı film yapıldı bundan yola çıkılarak. Uzaydan ‘‘şeyler’’ gelir insanların vücudunu çalarlar. Fiziği aynı kalan insanların içi boşaltılır, ‘‘şey’’ olurlar onlar da.
Bu ‘‘şey’’ler nerede görseler birbirlerini tanırlar. Vücudu henüz çalınmamış bir insan onları dış görünüşleriyle katiyen ayırt edemez ama bu ‘‘şey’’ler tuhaf bir şekilde anında birbirlerini saptayabilirler.
***
Amacım eski bir filmi anlatmak değil, daha önce bir yazımda değinmiş olduğum bir olayı tekrar gündeme getirmek.
Bende de o ‘‘şey’’ insanlarda var olan yetenek var. Eskiden solcu olmuş bir insanı daha iki kelime konuşmasına gerek kalmadan tanırım.
Hatta bazen fraksiyonunu bile tahmin ederim.
Kalabalık bir caddede yürürken, insanlar arasında ‘‘solcular’’ hemen gözüme çarpar, hallerinden mi tavırlarından mı nedir bilmem, hemen bilirim onları.
Bir keresinde daha 10 dakika önce tanışmış olduğum bir kişiye ‘‘Eeee sen eskiden Dev-Yol'cuydun öyle mi’’ demiştim de adam beni polis sanmıştı.
Bu konuda yaşadığım bence en tatlı olay da evde tamir yapmaya gelen bir ustaya sorduğum ‘‘Sen hangi fraksiyondandın’’ sorusuna almış olduğum ‘‘Halkın Kurtuluşu gayet tabii ki’’ cevabı olmuştu.
Bu cevaptaki ‘‘gayet tabii ki...’’ vurgulaması nedense beni çok mutlu etmiş, keyiflendirmişti.
***
Dediğim gibi eski bir yazıda bu konuyu zaten anlatmıştım.
Neden aynı şeyi ısıtıp gündeme getirdiğime gelince...
Bir süredir ‘‘sol kimliğini’’ tespit edebildiğim insan sayısı hayli azalmıştı sokaklarda.
Son zamanlarda ise tuhaf bir şey oldu. Yürürken yine aynı hisle doluyorum. Karşıdan gelenin ‘‘eski solcu’’ olması gerekiyor, aldığım elektrik öyle.
Ancak onun ‘‘eski’’ olmasına da imkán yok çünkü gencecik yaşta.
‘‘Bizimkilerle’’ aynı sinyalleri veren genç insanların sayısı arttı son zamanlarda.
Bu bir tespit. İyi bir gelişme mi değil mi herkes durduğu yere göre buna karar verecek artık.
Türkiye gibi bir ülkede bu gelişmenin teorik olarak ‘‘kötü’’ olmasına bence imkán yok da, umarım pratikte ‘‘bizimkilerin’’ yaptığı hatalar tekrarlanmaz. Bu konuda açıkça söylemek gerekirse pek de umudum yok ama ne olur ne olmaz bakarsınız daha akıllı çıkarlar...
***
Gelelim asıl söylemek istediğim şeye.
Bakar mısınız olan bitene. Şu memlekette insanın bedel ödemeden yapabileceği çok az şey vardı, bunlardan bir tanesi de nostaljiyi doya doya yaşama hakkınızdı.
Bireye iyi bir şey, güzel bir açılım noktası hiç bırakılmayacak ya... Bireyler illa da mutsuz edilecek ya...
Nostaljimiz de elimizden alındı sonunda. Türkiye nostaljiyi öldürdü.
Ecevit yine iktidarda.
Tek sağlam alternatifi Demirel.
Kişi başına milli gelirimiz 2 bin doların altına düştü.
Rakı şişesinin kapaklarında deformasyon başladı.
Gençler 30 yıl önce bizlerin taşıdığı hislerle yürüyor sokaklarda.
En büyük sorunumuz Kıbrıs.
Ermeni militanlığı tekrar hortluyor.
Sol literatürde hálá daha 40 yıl öncesinin meseleleri tartışılıyor. Onların da yapacağı fazla bir şey yok çünkü sorunlar aynı.
Babam en iyi haberleri veriyor diyerek TRT-2'yi seyrediyor ve ben onu pek de haksız bulamıyorum.
Ve memleketin en büyük meselesi de Kıbrıs.
Gelecek zaten elimizden alınmıştı, doymadılar, nostaljimize de müdahale ettiler.
Lanet olsun.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2001
<B>ABD'</B>nin çok önceden hazırlanmış bir <B>‘‘Irak meselesini halletme’’ </B>planı vardı. Planın adı ‘‘21 günlük savaş’’tı.
Uzun süredir uygun zamanlama için bekletilen plan bir hafta önce aktive edildi.
Amerikan yönetiminde artık Irak'ın vurulup vurulmaması üzerine bir tartışma yok.
Tartışma vurulsun kararıyla sonuçlandı.
Ancak şimdi başka bir tartışma yaşanıyor. ‘‘21 günlük savaş’’ planı iki olası sonuçla noktalanacak şekilde düşünülmüş.
Ya savaş Saddam Hüseyin de devrilinceye kadar sürdürülecek.
Ya da Irak öylesine bombalanacak ve karadan kuşatılacak ki Saddam, sonunda ne kimyasal ne de biyolojik silahlara sahip olacak. Başta bırakılacak ama dişleri sökülmüş olacak.
Saddam'ın düşürülebilmesi özellikle Kuzey'deki Iraklı güçlerin yani Irak Ulusal Kongresi'nin güçlü savaşıp yönetimi devralabilmesine bağlı.
Ancak Amerikan yönetiminde etkili güçler, özellikle de CIA, Ulusal Güvenlik Konseyi Irak muhalefetine katiyen güvenmiyor.
Onların bu işi becerebilecek yetenekte olmadıklarını düşünüyor.
Amerikan istihbaratı ile Irak muhalif çevreleri kavgalı.
Saddam'ı illa düşürmek isteyen şahinler ise, istihbaratçıların bu kaygılarına rağmen Kürt grupların daha fazla desteklenmesi durumunda işin halledileceğine inanıyorlar. (1)
* * *
Sevgili okurlar. Son derece zor durumdayım.
Yazının şu ana kadarki bölümünü büyük bir baskı altında yazdım.
Rana sürekli yazının aleyhinde konuşarak moralimi bozuyor.
Bu tür bilgilerle kimsenin ilgilenmediğini söyledi.
Söze, ‘‘Vay canına demek bu da oluyormuş’’ diyerek başladı.
İçgüdüsel olarak ‘‘Ne oluyormuş?’’ diye sorduğumda da ‘‘Demek bu dünyada bir yazar uğraşa didine, bilinçli bir şekilde kendi yazı hayatını sona erdirmeyi başarabiliyormuş. Bu çok enteresan bir şey. Seni dikkatle izleyeceğim’’ dedi.
‘‘Yahu tamam şu malum ülke (2) hakkında artık yazmıyorum, oradaki savaş seni ilgilendirmiyor tamam da Irak bu ya! Kürtler filan, bu da mı önemsiz konu?’’ diye sordum.
‘‘Üçüncü Dünya ülkeleriyle ilgili her türlü savaş, strateji yazısı önemsiz ve bizim ilgi alanımız dışında’’ dedi.
Ve bana bakmasını sürdürdü.
Konu hakkında yazmakta ısrar edersem yazar olacak biteceğimi düşünüyordu ve bunun fiziksel tezahürlerini de izlemek ister gibiydi bakışları.
* * *
Yazmayacağım sevgili okurlar. Elimde çok önemli bilgiler var ama beni mazur görün.
Şimdi diyeceksiniz ki bu kadar korkak, yalaka olma, biraz cesur ol da bildiğini yap.
Geçen gün yaşadığım bir olay başıma gelmemiş olsaydı bu şekilde davranırdım gayet tabii ki.
Dişçiye gittik birlikte.
Ben acımı çektim, sıramı savdım sıra Rana'ya geldi.
Doktor başladı işe. O korkunç ses çıkaran delme aletiyle çürüyen dişi açmaya çalışıyor.
Bir ara sessizlik oldu. Baktım doktor benim yanımda, korku dolu gözlerle bana bakıyor.
Dişi biraz fazla delip beyne kadar gitti zannettim, ‘‘Olur böyle şeyler, hatasız kul olmaz, takma kafaya’’ diye tam onu teselli etmeye hazırlanıyordum ki...
Bana ‘‘Serdar Bey son derece tuhaf bir şey oldu. Bu meslek yaşamımda ilk kez başıma geliyor. Eşiniz ben operasyonu yaparken UYUDU’’ dedi.
Sevgili okurlar. Canlarım benim. Hayatta hiçbir şeyi bilmiyor olabilirim ama şu gerçeği iyi bilirim.
Dişi delinirken dişçi koltuğunda son derede huzurlu uyuyabilen ve kendi ifadesiyle rüya bile görebilen bir kadından korkulur kardeşim.
Potansiyel katil midir, sadist midir nedir anlamadım. Anlamak için de fırsat yaratmayacağım. O nedenle evet yalakayım ve korkağım. Bilgiler bende kalacak, kusura bakmayın.
Ayrıca diş doktorumuz da bu son derece tuhaf olayı bir makale haline getirerek bundan sonraki dünya dişçileri kongresi veya adı neyse işte orada sunmaya hazırlanıyor. Bunu da bilin istedim.
1) ‘‘Why The Bush Administration Will go After Iraq - Phase Two’’ Lawrence Kaplan, The New Republic Dergisi internet sitesi www.thenewrepublic.com.
2) Afganistan kelimesi dahi bizim evde yasaklandı.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2001
<B>YAKLAŞIK </B>on iki saat sürecek bir gece yolculuğunda, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir? Ön koltukta oturan iki insanın sürekli konuşmalarıdır gayet tabii ki.
Benim başıma da bu geldi.
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘‘E ne var yani, sadece bu mesele üzerine bir yazı inşa edilir mi ki?’’
Ve haklısınız da böyle konuşmakta.
Ancak benim başıma gelen olayı, son derece fantastik, absürd ve tahammül edilmez hale getiren başka bir yön de vardı.
Birçoğunuzu şimdi vereceğim detay belki önemsiz, hayatın diğer sorunları yanında değersiz ve küçümsenecek bir bilgi olarak gelecek.
Siz de benim çektiklerimi çekseydiniz böyle düşünmeyeceğiniz kesindi, ama olsun, ben haklı görünmemeyi göze alarak yine de bu detay bilgiyi size vereceğim.
Ön koltukta oturan ve sürekli konuşan iki insan Alman'dı.
*
Heidegger, Schopenhauer, Nietzsche, Kant, Hegel, Wagner, Beethoven ve niceleri.
Bu tür insanları kendi topraklarından çıkarabilmiş, böylesine bir geçmişe sahip ülkenin evlatlarının müzik dinlemek için kulaklık taktıklarında, konuşma seslerini bağırmaya çevirmelerine gerek olmadığını düşünmelerini bekliyor insan.
Bu, en basit bir felsefenin bile ele almaya değer görmeyeceği basitlikte bir mesele aslında.
Ama ne yazık ki 20'inci yüzyılın tamamı, daha önceki yüzyıllarda insanoğlunun yarattığı fikirleri tahrip etmekle geçtiğinden, o felsefi gelenekten insanların nasibini alamamaları da doğal.
Tüm bu dinamikler ve tarihsel süreçler sonucunda, ben bütün gece boyunca birbirlerine bağırarak konuşan iki Alman'la birlikte seyahat etmek zorunda kaldım.
*
Gecenin derinliklerinde, biraz olsun uyuklamaya çalışırken, etrafta Almanların bağırıp çağırmaları, elinde olmadan insanın psikolojik yapısını zedeliyor.
Hele benim gibi psikolojik yapısı daha önce zedelenmiş şekilde otobüse binmiş bir insansanız, o zaman delirebilirsiniz de öylesine bir durumda.
Bir ara uyukladığımda rüya gördüm.
Rüyamda Himmler ile Gobbels, esir kamptaki tutsakları en iyi öldürme yolunu tartışıyorlardı.
Tutsakların hepsi Türklerdi. Himmler ‘‘yakalım onları’’ dedi, Gobbels de bunu biraz tartıştıktan sonra kabul etti .
Olaya ben müdahale ettim. Orada tutsak olarak değil, işbirlikçi ve hain Türk olarak bulunuyordum.
Müdahale ettim ve dedim ki, ‘‘Bırakın yakmayın onları. Bakın hallerine, onlar zaten yanmış bitmişler, bırakın gitsinler zavallıcıklar’’.
Bu önerimi tam ciddiye alıyorlardı ki uyanmışım. Öndekiler hálá daha bağırıyorlardı birbirlerine.
*
İki Alman'ın bu kadar uzun süreyle birbirlerine söyleyeceği ne olabilir, bunu anlamam mümkün değil.
Hayır bağıranlar Türk olsalar anlayacağım onları. Bizde dert çok, derman da yok; sülalesine sövülecek insan sayısı bini bulur basit bir hesapla bile.
Almanların ne derdi var bunu anlamıyorum yani?
Önde durmakta olan kafalarına iki tane çekip, kulaklıklarını gırtlaklarına soksam, herkes haklı bulur beni ama gelecek yıl da Alman turist gelmez, döviz kuru yükselir, olanlar yine bana olur.
Ayrıca bir şey daha tespit ettim. Bu Almanlar çok az uyuyorlar ve sabah da yorgun olduklarını göstermiyorlar, sürekli konuşurken de müzik dinliyorlar.
Bütün bunlar yani gece çektiklerim yetmiyormuş gibi, ertesi gün de 8 saat süreyle bizim Doğan Haber Ajansı Genel Müdürü ve uçak uzmanı Uğur Cebeci ile karşı karşıya oturdum.
Böylesine manasız bir şeyi neden yaptığımı sormayın bana; çünkü gerekçelerim de manasız.
Onunla birlikteliğimizin daha 15'inci dakikasında gece bağırıp çağıran o iki Alman'ın bulunduğu ortamı özlemeye başladım.
Bunun nedenleri ise çok daha detaylı başka bir yazıda belki gündeme gelir; artık bilemiyorum havam olur mu onları yazmak için.
Ancak sadece şimdilik şunu bilin ki, Uğur Cebeci de tamamen delirmiş durumda.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2001
<B>TÜRKİYE'</B>de uzun süredir yaşanmakta olan toplumsal ruhsal dengesizlik, her şeye damgasını vurmaya devam ediyor. ‘‘Salkım Hanım'ın Taneleri’’ tartışmasında bir şeyi siz de hissettiniz mi bilmiyorum.
Bu memlekette biraz okumuş yazmış bir insansanız, hayat hakkında azıcık eleştirel olma iddiasındaysanız, o zaman milliyetçi olma şansınız kalmadı demektir.
Çünkü bizde ‘‘milliyetçi’’ olduğu iddiasıyla ortaya çıkan insanlar, mesele ne olursa olsun konular hakkındaki görüşlerini öyle kaba saba, öyle içeriksiz, öyle omurgasız, öyle niteliksiz, ortalama zihinlere yönelik ifade ediyorlar ki, bu şekilde olmayan insanların da milliyetçi olabilme imkánları kalmıyor.
Bu da Türkiye'ye yapılan en büyük kötülük aslında ve memleket hakkında her durumda esip savuranlar, ne yazık ki kendi elleriyle yaratmış oldukları bu durumun farkında değiller.
***
Bakın şimdi önümüzde yeni bir sorun var.
Bunun büyük bir mesele olacağı yolunda işaretler şimdiden gelmeye başladı.
Tarihimizde yaşanmış Ermeni meselesiyle ilgili bir film yapılıyor.
Bu film yakında gösterime girecek.
Zihinleri sıradan çalışan ve sıradanlığa hitap etmekten başka bir şey bilmeyen insanlar, daha şimdiden filmi yasaklatma gibi abuk bir kampanya başlattılar.
Bu tür esip savurmalar, cahil cühela takımına heyecan veriyor gayet tabii ki.
Onlar, ‘‘Türkiye filmi nasıl yasaklatacak?’’ sorusunu sormuyorlar kendilerine. Büyük ihtimalle sadece Türkiye'de oynatılmasını yasaklayacaklar ve biz kendi kendimize alkışlayıp oturacağız yerimizde.
Bunu dünya ölçeğinde yasaklatabilmenin tek yolu var; o da Anayasa'da bir değişiklik yaparak ‘‘Türk Danıştayı'nın aldığı kararlar dünya ölçeğinde geçerlidir’’ maddesini eklemek.
Bu da pek pratik değil en azından. Dolayısıyla ‘‘yasaklatalım’’ kampanyası, saçma sapan fikirlerle dolu insanların baştan yenilmeye mahkûm bir hareketi, o kadar.
***
Türkiye'yi eleştiren fikirlerden, hareketlerden, hatta düşmanca örgütlenmelerden hayatım boyunca hiç korkmadım.
Çünkü bunlara karşı söyleyeceğim bir fikrim, bir tavrım, onlarla tartışacak birikimim var. En azından böyle olduğunu düşünüyorum, böyle olması için çalışıyorum, kendimi böyle algılıyorum.
Bu bir süreç. İnsanın kendi kendini oluşturma, yenileme süreci hiç bitmeyen bir uğraş gerektiriyor.
Gelişmesini bir noktada, hem de bayağı erken bir aşamada kesmiş insanlar, ‘‘Biz en büyüğüz, Türkler hata yapmaz, biz harikayız’’ diyebilir ve bununla da mutlu olurlar.
Bu tür lafları duymak bile beni mutsuz ediyor; çünkü hálá böyle zihinsel debelenmelerin olduğu bir toplumda, insanların, o toplumu hiç hak etmediği bir şekilde kendinden şüphe etmeye sürüklediğini görüyorum.
***
Ermeni meselesinin ele alındığı filmi Atom Egonyan yapıyor. Kendisi modern zamanların en yetenekli direktörlerinden bir tanesidir, önde gelenidir hatta.
Her filmi bir sanat eseridir onun ve derinliğe sahiptir.
Hazırladığı son filmi, kendi kişisel tarihinden parçalar da taşıyacağından, çok daha çarpıcı olacaktır mutlaka.
‘‘Yasaklansın, önlensin’’ diye abuk sabuk konuşulacağına, bir film eseri olarak büyük ihtimalle mükemmel olacak bu filmle ilgili ‘‘film gerçeği nedir, hayatla bağlantısı nedir, hayatın gerçekliği ile onu anlatma iddiasında olan film gerçeği arasındaki ilişki nasıl kurulmalıdır’’ kavramlarını tartışmaya hazırlanalım.
Bunu yapmayıp da ‘‘Filmde anlatılan her şey yalandır’’ diyen diplomatlarımızla bu işi çözmeye çalışırsak, dünya bizimle sadece alay eder.
Beklediğim gibi film güzel çıkarsa, sanat insanlarımız bunu kabul etsin, dünya platformlarında bunu söylesinler, bilim adamları başka tartışmalara girsinler.
Böyle bir ülke hayal ediyorum, ama bir Türk filminde, kadına tecavüz eden kişinin mesleği askerlik olduğu için, filmi Türk ordusuna hakaret sayan beyinlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede bunların gerçekleşmesi de imkánsız gayet tabii ki.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2001
<B>ASIL </B>konuya girmeden önce hemen şunu söylemeliyim: Hayatta en büyük cinsel fantezisinin hamamda seks yapmak olduğunu söyleyen insanların çoğunluğu oluşturduğu bir ülkenin azgelişmişlikten kurtulması mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye'nin şu sıralar 2 bin dolara düşmüş olan kişi başına milli geliri 15 bin dolar olsa da, ağırlıklı cinsel fantezimiz hamamla sınırlı kaldığı sürece azgelişmiş kalmaya mahkûmuz.
Geçen gün bir öneri yapmıştım, bunu tekrar yinelememde fayda var. Bir an önce Türkiye'de porno dükkánları zinciri açılmalı. Açın dükkánları ki, bu zavallı insanlar cinsel fantezi denilen şeyin gerçekte ne olduğunu biraz görsünler.
Açılsın gözleri de saçma sapan düşüncelerden kurtulsunlar.
* * *
Hamamda seks fantezisi kuran vatandaşlarımızın, en azından kadın-erkek birlikte yıkanılan mekánları düşlediklerini umarak bu konuyu geçmek istiyorum.
Yanlış anlamayın, normal hamamları düşünseler de tepkim olmazdı. Hatta sadece lezbiyenlerin üye olduğu hamam sayısı ne kadar fazlaysa bunun bir medeniyet göstergesi olduğunu da düşünürüm.
Ancak siz de kabul etmelisiniz ki, hamamda seks yapmak isteyenlerin oranı olan yüzde 22, hayli yüksek bir oran. Kadın-erkek birlikte yıkanılan mekánları düşlemiyorlarsa, Türkiye'nin eşcinsel nüfusunda müthiş bir patlama olduğunu da kabul etmek gerekecek gayet tabii ki.
Bu da beni alakadar eden bir konu değil, herkes istediği gibi davransın ama bilimsel tespiti de yapmak gerekiyordu. Netlik olsun istedim yani...
* * *
‘‘Global seks araştırması’’ymış bunun adı.
Bu globalleşme kavramı, haddinden fazla sıkıcı olmaya başladı, bilmem farkında mısınız?
Aslında ben bu araştırmaya ‘‘Küreselleşen dünyada yeni seks trendleri araştırması’’ adını daha uygun ve seksi buldum.
Çok daha bilimsel böyle bir ad.
Bunu yaptıran firma Durex'miş. ‘‘Dünyanın önde gelen prezervatif firması’’ diye yazmışlar haberi veren arkadaşlar.
Dikkatli bir gazete okuyucuysanız, bugüne kadar haberi yapılan her firmanın ‘‘dünyanın önde gelen firması’’ olarak nitelendirildiğini görmüşsünüzdür.
Bunda bir komplo, okuyucuyu aldatma girişimi filan da yok. Dünyayı bilemem ama Türkiye'de hemen hiçbir muhabir, haberini yapması istenilen firmayı araştırmaz.
En azından bizim dönemimizde bu böyleydi, kesin araştırmazdık.
Dolayısıyla hakkında haber yazdığımız firmayı da bir şekilde tanımlamak zorunda olduğumuzdan, ‘‘dünyanın önde gelen firması’’ gibi ele avuca sığmayan, her yöne çekilebilecek bir tanımı habere koyuverip, yükü üzerimizden atardık.
Yanlış anlaşılmasın, belki de Durex gerçekten dünyanın önde gelen prezervatif firmasıdır, ama bir gazeteci olarak benim için diğerlerinden farkı yok. Çünkü benim için hepsi önde gelen firmalar.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
* * *
Firma araştırmayı kime yaptırmış bilemiyorum ama, bu kişilerin Türkiye'yi kesinlikle tanımadıkları, yazdıkları rapordan belli.
Yazmadıkları raporlardan da belli aslında; çünkü haberde deniliyor ki ‘‘6 yıldır düzenli olarak yapılan araştırmaya daha önce Türkiye dahil edilmiyordu. Türkiye, cinsellik tabusunun yavaş yavaş yıkılmasıyla birlikte, 28'inci ülke olarak araştırma kapsamına alındı’’.
Türkiye'de yavaş yavaş yıkılmayan tek tabu cinselliktir. Öteki bütün gereksiz tabular katiyen yıkılmazlar, bok varmış gibi öyle ayakta dikili kalırlar. Cinsellik tabusu ise yıldırım hızıyla yıkıldı.
Araştırmacı arkadaşlar, sorularını İstanbul'da sormadılar herhalde.
Bunun başka bir kanıtı daha var aslında. O da Türkiye'nin dahil edildiği son araştırma raporunda yer alıyor.
Türklerin sadece yüzde 1'i, potansiyel áşıklarının kişisel zenginliğine önem veriyormuş.
Aslında bu cümleyi okuduktan sonra ‘‘global seks araştırması’’nı hemen yırtıp çöpe atmak gerekiyordu.
İstanbul'un bazı semtlerinde, potansiyel áşıklarının zenginliğine önem veren insanların oranı yüzde 99'a kadar yükselir.
Türkiye genelinde de oran yüzde 90 civarında olmalı. Anladığım kadarıyla araştırma sorularına cevap veren bizim hergeleler, bu insanlarla iyice bir kafa bulmuşlar.
* * *
Araştırmada kafama takılmış olan son bir noktayı belirterek yazımı bitirmek istiyorum.
Yüzde 28'i hamamda sevişmeyi düşlüyor. Memleket evladının yüzde 27'si ise plajda sevişme fantezileri kurup duruyormuş.
Topla iki oranı, yüzde 55 ediyor. Sevgili okurlar, bu çok önemli bir gelişme.
Bugüne kadar Türkiye'de yapılan hiçbir kamuoyu araştırmasında, suya önem veren insan sayısı bu kadar çoğunlukta çıkmadı.
Duş alma, diş yıkama oranlarını bir versem dudaklarınız uçaklar; ‘‘ne bu ya, biz dağ başında mı yaşıyoruz’’ diye tepki verirsiniz.
Benim bildiğim, çoğunluk sudan hoşlanmazdı pek. Sevişmek bahanesiyle filan da olsa su yakınına çoğunluğun çekilmesi Türkiye'de medeniyetin önlenemez yükselişinde bir mihenk taşıdır, bunu da kabul edin.
Yazının Devamını Oku