28 Kasım 2001
<B>KESİN </B>tarihi hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle 1974 yılıydı.<br><br>Bir akşam New York'ta arkadaşlardan bir tanesinin evinde toplandık. Çoğu tanıdığınız insanlar; isimlerini saysam ‘‘bunların hepsi bir odada uzunca süre birbirlerini boğazlamadan nasıl oturdular ki acep?’’ diye sorardınız.
O dönemde hepimiz Türkiye'yi kurtarmak için seçilmiş insanlar olduğumuza inanmaktaydık. Bu nedenle de birbirimize karşı duyabileceğimiz kin ve nefretleri bu ulvi amacımız uğruna görmezlikten geliyorduk. Olası sorunuzun cevabı bu işte.
Neyse o gece çoğumuz yere oturmayı tercih ettik. Odadakilerin yüzde 80'i -ki bu grup içinde gayet tabii ki ben de vardım- bağdaş kurmayı beceremiyordu, ama buna rağmen bağdaş kurma denemelerinde bulunduk.
Yaptığımız bilimsel tespitlere göre ezilmişler, yoksullar ve mazlumlar bu şekilde oturmayı tercih ediyordu. Biz de New York'tan ilk fırsatta ülkemize dönüp onların lideri olarak kurtulmalarını sağlayacağımızdan, bu görevimize manevi hazırlık olarak bağdaş kurmamız da doğaldı.
Öyle oturmayı en iyi becerenlerimiz yoga dersine devam edenlerdi; ancak onları biz tam devrimci olarak görmüyorduk. Çünkü, yoga gibi bir yumuşaklığı ancak küçük burjuvalar yapardı.
Ne yazık ki onlara da tahammül etmek zorundaydık. Onlar bizim zorunlu yol arkadaşlarımızdı. Dağlardan şehirlere zaferle indikten sonra onları da tasfiye edeceğimizden içimiz rahattı.
Herkes bir şekilde yere çömüştükten sonra, gecenin en maksimum olayı da başladı.
Kafa çekip, strateji ve taktik tartışırken, ‘‘Amerika katil, Amerika katil’’ diye bağırıp çağıran bir türkücünün hezeyanlarını dinledik.
Çok kötüydü türküsü; üstelik ‘‘katil’’ kelimesini de bir tuhaf söylüyordu. ‘‘Katt...il’’ türü bir ses çıkarıyordu.
Çoğumuzun gözleri doldu. Amerika gibi ‘‘katt...il’’ bir ülkede esir hayatı yaşamak zorunda olduğumuz için hayata lanet okuduk. Güzel memleketimiz gözlerimizde tüttü.
* * *
Güzel memleketimizde ise kimsenin umurunda değildik biz.
Daha doğrusu bizi ciddiye alması gerekenler, dediklerimizle kesin ilgilenmiyorlardı.
Bizle ilgilenmesini en son istediklerimizin ilgisi ise haddinden fazlaydı.
Sonunda devletin aşırı ilgisi nedeniyle ölenler de oldu, işkence çekenler de, yaşamı başka bir şekilde altüst olanlar da.
Haklarını savunmayı üstlendiğimiz ve ısrarla ‘‘sınıf’’ olarak adlandırdığımız kitleler tarafından bu şekilde dışlanmak bizi üzdü tabii.
Ancak içten içe sevinmedik de denemez bu duruma. Açık yüreklilikle konuşmak gerekirse, o haklarını savunduğumuzu sandığımız insanların yaşam biçimi, tavırları, davranışları bize tamamen uzaktı.
Solcu aydınlar, toplumun en çok okuyan, hayata dair kafa yoran ve gayet tabii ki halktan tamamen kopuk olan insanlardı.
Başka türlüsü de olamazdı zaten. Türkiye gibi geri kalmış bir toplumda ancak elitler solcu olabilirdi. Bu gerçek bugün için de geçerli.
Sol ise kendi trajedisini, bu gerçeği kabul etmek yerine bunu sürekli reddetmeye çalışarak kendi elleriyle hazırladı.
Halkın doğal olarak iyi olduğu, tek başına bırakıldığında güzeli bulacağı, güzeli aradığı ve istediği, bunun önündeki tek engelin hákim sınıflar olduğu, bu engel olmasa Türkiye'nin sıradan insanlarının yeryüzünde bir cennet yaratabileceği yalanı uyduruldu ve buna inanıldı.
Türkiye ortamında sıradan insanların çoğunluğunun solcu oldukları takdirde Türkiye'ye olsa olsa Khamer Rouge rejimi geleceğini, İslam'ı veri alarak siyaset yaptıkları ve iktidara geldikleri takdirde de en fazla Taliban rejimi kurulacağı gerçeği, solcuların hayallerinde yaşattıkları halk imajı nedeniyle hep kafaların arka planına atıldı.
Anlayacağınız, Türkiye'de solculuğun asıl belirgin özelliği, kendisine sürekli yalan söylemesi ve bu yalana inanmasından ibarettir.
Aslında teorik düzeyde ne derlerse desinler, bu ülkenin solcuları mazlumla omuz omuza değildir, olamazlar da. Çünkü mazlum ona düşmandır, istemez onu.
Bugün solculuğun ne olduğunu tekrar tartışan bütün arkadaşlar da bu acıklı durumun farkındadırlar. Açıkça pek söylenmez bu, gerçek ‘‘sınıf’’ analizlerinin arasına gizlenir. ‘‘Sınıf’’ analizlerinin güzelliği, kendi içinde tutarlı ve hemen her şeyi açıklayıcı yapısı, acı gerçeğin saklanması için ideal kılıftır.
Yalanın dışına çıkılabilse çok şey başarılacak da, içinde kalınması için o kadar psikolojik baskı var ki, bunun olması mümkün değil galiba.
Bu memleketin en akıllı ve düşünmeyi beceren insanları solcu; ben hálá buna inanırım.
Onlar topluma ısrarla mesajlarını veriyorlar, ama Türkiye'de onca acıya, kitlelerin fakirleşmesine rağmen mesajlar yerine gitmiyor. Gitmeyecek de. Bu trajik bir olay ve bunu hákim sınıflar ve baskıcı ortam yerine gerçek nedenleriyle inceleyip bu halkı deşifre edebilecek tek insan grubu da solcular aslında.
Niyet olsa bu gerçekleşecek ama niyeti ifade etmeleri o kadar güç ki.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2001
<B>BAŞLIKTA </B>ifade etmiş olduğum hissi iki yıldır filan savunmaktayım. Öteki Türkiye dedik, teknokratlar hükümeti dedik, bu memlekete demokrasi gitmez dedik, ancak yüksek sesle okuduğunda önündeki yazıyı anlayanların bile eğitimli sayıldığı bir toplumda, seçim filan yapılmamalı dedik, kimseye laf anlatamadık.
Ne yapayım, baktım kimsenin umurunda değil, ben de sıkıldım o konuları konuşmaktan. İşi oluruna bıraktım, gittiği yere kadar gider yani.
Bıraktım da, bu hükümet işbaşında kaldığı müddetçe her şeyin daha kötüye gideceğini de biliyordum gayet tabii ki. Biliyordum ama mecburen susuyordum.
Artık suskunluğumu bozmamın zamanı geldi; çünkü Türkiye'de olabilecek en büyük felaketlerden bir tanesi daha geçmişten hortlayıp başımıza bela olmaya başladı sevgili okurlar.
Bu bela öyle bir şey ki, kafasını kaldırmaya başladığı anda başı ezilmezse hızla yayılmaya başlar ve hayat bize zehir olur.
Bunu engellemek için güçlü bir hükümet, güçlü bir başbakan ve seçimi 10 yıl süreyle ertelemiş bir genç hükümet gerekmektedir. Benden söylemesi.
* * *
Rakı şişelerinin bazılarında kapaklar yine açılmamaya başladı. Türkiye'nin dibe vurmaya başladığının en önemli göstergelerinden bir tanesidir bu.
Hatırlar mısınız bilmiyorum, ama bir zamanlar rakı şişelerini tek bir el hareketiyle açmak katiyen mümkün değildi.
Kapağı çevirdiğinizde açılması gereken kapak hemen boşta dönmeye başlardı.
O dönemdeki acil servis dosyalarını incelerseniz, meyhanelerden hastaneye çok sayıda sarhoşun sevk edildiğini, bunların hemen hepsinin rakı kapağını nedense garsonun yerine kendisinin açmakta ısrar etmiş olan insanlar olduğunu görürsünüz.
Kapak boşta dönmeye başlayınca yapılacak tek şey, bir bıçağı kapağın alt bölümüne sokup, alüminyumu o noktada kırmak ve kapağı çıkarmaktı.
Tabii bıçak genelde kayar, hele kafanız hafiften dumanlıysa kesinlikle kayar ve en hafifinden parmağınızı doğrarsınız.
Bazen kapağı kırsanız da açılmaz. O zaman da yapılacak tek iyi şey, rakı şişesini en yakında duran duvara atıp kırmak ve TEKEL idaresine de dümdüz gitmektir. O anda aklınıza TEKEL idaresi gelmezse, direkt iktidara veya genelde siyasetçilere de ağzınıza geleni söylersiniz. Sonuç itibarıyla hiçbir şey değişmez yani.
* * *
Türkiye'de iktisadi gelişmenin evrelerini Hürriyet Gazetesi'nin ekonomi sayfalarından takip edebilirsiniz gayet tabii ki.
Ancak babam gibi 60 yıldır, benim gibi de 30 yıldır istisnasız her akşam içiyor ve bununla da övünüyorsanız, işiniz daha kolaylaşır.
Türkiye'nin ekonomi tarihini birtakım yazılara bakarak izleme zulmünden kurtulursunuz o durumda. Sadece rakı kapağına bakmanız yeter.
Türkiye'de ne zaman köylüleri seven bir iktidar işbaşına gelmişse, rakı kapakları bir çevirişte açılmamaya başlar.
Ve ne zaman yapılması gerekeni yapan, yani köylülüğü fiziksel olarak tasfiye etmeye soyunan bir iktidar başa gelirse, rakı kapağını bir çevirişte açarsınız.
Bu kesin bilimsel bir tespittir.
Köylü sevenler her defasında memleketi batırırlar, ülkenin başında belalar artar, tuş oluruz.
Haydi gün içinde bunlar oluyor, bari gece rahatlayalım, hem içip hem de iktidara sövelim diye rakı masasına oturursunuz. Şişeyi alıp kapağı açarken o meşum ‘‘tık’’ sesi duyulur. Haydi bakalım, çevir babam çevir, hiç işin yoksa. Kafayı bile çekemeden sövmeye yatay geçiş yapmak zorunda kalırsınız mecburen.
Özal bu işi düzeltmişti. Köylülüğü sevmezdi o. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller derseniz, onlar köylülüğü bir sonraki seçim konuşması yapacakları yere giderken transit geçişte otobüslerinin camından görmekle yetinmeyi bile zulüm gören insanlar zaten.
Onların döneminde, köylülük hakkında aynen onlar gibi ve hatta daha beter düşüncelere sahip olan bizlerin rakı keyfi de harikaydı.
* * *
Ve geldik bugünlere.
Yılan başını kaldırdı, ezilmeli. Bu bela hep Yeni Rakı'da başlar zaten ve oradan yayılır. Türkiye'nin bitişinin ilk sinyali orada verilir.
Geçen 12 günde 5 şişe açtım. İkisinde kapak sorunu yaşandı. Bu korkunç bir oran. Bu bir felaket.
Köylüyü seven, içlere fenalık getirecek kadar eskimiş, geçmişte yaşayan, bugünün farkında olmayan, 1970 sonu itibarıyla zihinsel gelişmesi askıya alınmış olan bu iktidar ve başı gitmeli!
Kişi başına düşen milli gelir 2 bin dolara inmiş ve daha da inecek. Adam hálá iktidarda ve bize bu dünyada tek keyif veren rakımızın da içine etmeye başladılar sonunda.
Yazıklar olsun be!
Başlayacağım ama, yetti artık ha!..
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2001
<B>SOĞUK Savaş'</B>ın bitmesiyle birlikte insanoğlu teori düzeyinde iyice saçmalamaya başladı. Yok efendim ‘‘tarihin sonu’’ gelmiş, yok efendim uluslararası ilişkiler artık postmodern olmuş.
Artık ülkeler yerine kültürler çatışacakmış..
Falan filan.
İsteyen istediği gibi salladı üstelik her sallayan ciddi teorisyen muamalesi gördü.
Hatta bir ara sınırları içinde McDonald's olan iki ülkenin birbirleriyle savaşmalarının mümkün olmadığı görüşü bile ortaya atıldı.
Postmodernler özellikle bunu sevdi, onlar hamburgerli her şeyi severler, ancak bu teorinin ömrü maalesef çok kısa oldu.
McDonald's dünyadaki her ülkede -ki buna Orta Doğu Teknik Üniversitesi de dahildir- en azından bir şube açınca birden abuk bir durum meydana geldi. Bitmesi gereken savaşlar hálá daha sürüyordu ne yazık ki.
Ama olsun bu teoriyi ortaya atan kişi hálá daha saygın bir köşe yazarı ve ben iddia ediyorum ki benden de daha fazla maaş alıyor. (Ben kolay kazanacağım iddialara girerim, son geldiğim noktada maaş kıyaslamasında kolay kolay yenebileceğim köşe yazarı kalmadı bu hain dünyada.
***
Bütün bu teoriler yanlışlandı.
Ama korkmayın boşluk olmasına izin vermeyeceğim, teorisiz kalmayacaksınız merak etmeyin.
Globalleşen dünyada (bu ne demek bilmiyorum ama teorik bir yazıya son derece ciddi bir imaj verdiği de kesin) uluslararası ilişkilere farklı bir boyut getireceğim bugün.
Tezim şu: Dünyada savaşın ortadan kalkmasının tek ve olmazsa olmaz önkoşulu dünyada her ülkede en azından bir adet porno dükkánı olmasıdır. Bu önkoşul yerine getirildiği takdirde global barış sağlanır.
***
Porno yayınlar satan dükkánların içindeki hava size bu meseleyi global düzleme taşımayı neden gerek gördüğümü de açıkça ortaya koyabilir.
Porno dükkánlarının içi dünyada tek ve gerçek demokrasinin yaşadığı mekánlardır.
Dükkana giren her insan yaş, ırk, dil, din, seks, sınıf farklarından tamamen sıyrılır bir anda, herkes eşit hale gelir.
Bu düşük düzeyli bir eşitliktir, çünkü porno dükkánlarında insanların zekásı da az çalışır ama olsun istatistiklere göre az zekálı bir ortamın dünya barışına katkı sağlamayacağını gösteren bir korelasyon da yoktur.
Porno yayın dükkánında kimse kimsenin işine burnunu sokmaz.
Herkes ne aradığını bilir, o ana kadar bilmiyorsa da orada keşfeder.
Farklı eğilimlere göre ayrılmıştır bölümler. Aradıklarını bilenler kendi bölümlerinde dergilere, video kasetlere bakarlar, başka bölümlerle ilgilenmezler, kimse de onlarla ilgilenmez.
Yüzde yüz başarılı bir kompartmantalizasyon durumu var yani, ki bu da mükemmel demokrasi için vazgeçilmez bir koşuldur bilindiği üzere.
Ortalığa üstelik bir de sessizlik hákimdir, kimse yüksek sesle konuşmaz ve benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar hiçbir porno yayın satış dükkánında kavga çıktığı da görülmemiştir.
***
Porno yayın satan dükkánlara sahip olan iki ülkenin bugüne kadar birbirleriyle savaştıkları da görülmemiştir.
Medeni ülkelerin en son birbirleriyle savaştıkları İkinci Dünya Savaşı döneminde bu dükkánlar yoktu. Onların yaygınlaşmasıyla birlikte Batı álemine büyük bir huzur, bir sessizlik, bir iç rahatlaması geldi. Ama onlarla savaşmak isteyenlere bir bakın, o ülkelerde bilin bakalım ne yok? Evet tabii ki oralarda porno dükkánı yok ve bu yüzden bu garip ülkelerin yöneticileri durmadan bela arıyorlar.
Türkiye'nin de durumu pek iç açıcı değil yani. Neyse ki yönetici sınıflarımız internet nedeniyle bayağı bir rahatlayıp gevşediler de biz de her bulduğumuz fırsatta bela çıkartmaktan son zamanlarda vazgeçer gibi olduk. Daha başka yararları da var barışı sağlama dışında porno dükkánlarının. Bugün kadının ezildiği, dövüldüğü, eziyet gördüğü bütün ülkelere bakın, bu ülkelerde porno dükkánı yoktur. (Hemen Amerika'da kadın dövülmüyor mu diye hıyarca sorular sormayın çünkü orada da kadın döven dallamalar son derece sessiz, görünüşe bakarsanız tamamen ahlaklı, kilisesine tam bağlı ve tabii ki porno dükkanı bulunmayan kasabalardan çıkarlar. Seri cinayet işleyen katiller de buralarda büyürler) Porno dükkánı olmayınca özellikle erkekler neden hoşlandıklarını gerçekten bilemeden yaşarlar hayatları boyunca.
Gerçi sorsanız onlara hemen anlatmaya başlarlar neden hoşlandıklarını. Lagada lugada basit, banal bir söylemdir bu, gerçekte haberleri katiyen yoktur kendi seksüalitelerinden.
Bir porno dükkánı olsaydı ülkelerinde, giderlerdi oraya, kitaplara bakarken keşfederlerdi kendilerini. Ama o tür ülkelerde yönetici kadrolar buna izin vermez, çünkü dövüşmeye ve öldürmeye yollayabilecekleri insan sürüsüne ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyacı da ancak seks konusunda kendini keşfedememiş insanlar sağlar.
Kadın döven erkekleri inceleyebilseniz bunların yüzde 99'unun keşfedememiş oldukları seks tercihleri nedeniyle geçirmekte oldukları bunalım sonucunda ayılaştıklarını görürsünüz.
Dolayısıyla dünya barışını sağlamak ve her ülkede kadın-erkek arasında düzgün bir ilişki kurmak istiyorsanız her ülkede porno dükkánlar zincirleri açın.
Ve lütfen bu işe Türkiye'den başlayın çünkü ben memlekette de olan biteni fazla sağlıklı görmüyorum açıkça söylemek gerekirse.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2001
<B>OMURİLİKTE </B>hasar nedeniyle sonuçlanan ömür boyu sürecek sakatlıklar.<br><br>Parkinson hastalığı. Alzheimer.
Multiple Sclerosis.
İnmeler.
Eğer Fernando Nottebohm adlı bilimadamı kanaryaların şarkılarına takmamış olsaydı bütün bu hastalıkların çözümüne gidecek büyük umut yolu hálá daha kapalı olacaktı belki de.
Michael Specter'ın yazısı ‘‘Rethinking The Brain’’i (Beyni Tekrar Düşünmek) New Yorker Dergisi'nin 23 Temmuz sayısında okudum.
Yavaş, içindeki bilgiler sindire sindire okunulması gereken ve birkaç kez okunması gereken bir yazı bu.
Okudukça ‘‘iyi ki bilim adamları var, iyi ki takıntıları olan, bir işin peşini sonuna kadar bırakmayan bilgili insanlar var bu dünyada’’ diye düşünüyorsunuz.
Benim annem Parkinson'dan vefat etti.
Arkadaşlarım arasında ailesinde Alzheimer hastası olanlar var.
Gencecik insanların omurilik sakatlanmaları nedeniyle hayat boyu hareket edememe gibi korkunç bir sonla karşı karşıya kaldıklarını bilirim.
Bu yüzden dergide okuduklarım bana büyük mutluluk verdi, içim umutla doldu.
*
Ne alakası var bu işin kuşlarla? diyeceksiniz.
Anlatacağım ve anlattıktan sonra eminim siz de benim gibi bundan sonra hayatta kimseyi aşağılamak için ‘‘kuş beyinli’’ demeyeceksiniz, diyemeyeceksiniz artık.
Kanaryaların öterken söyledikleri melodilere takmış Bay Nottebohm.
Kanarya dışında bütün kuşlar hayatlarında sadece tek bir melodiyi söyleyebilirlermiş.
Bir tane tempo tutturuyorlar ve ölünceye kadar bunu söylüyorlar yani.
(Yazının bu aşamasında şu kişisel notu vermeden edemedim. Kanarya dışındaki kuşlar bile bu konuda Rana'dan öndeler. Çünkü Rana bugüne kadar hayatında hiçbir melodiyi doğru ve tempolu söyleyemedi. Acı ama gerçek bu maalesef. Buna rağmen arada bir yine şarkı söylüyor ve ben o anda şarkı bir an önce bitsin diye gerekirse 11 Eylül saldırısını bile üstlenmeye hazır hale geliyorum. Yani anlayacağınız Rana ile karşılaştırıldığında kanaryaların hepsi birer soprano virtüözü.)
Uzun ve detaylı incelemeden sonra kanaryaların son derece önemli bir işi başardıkları ortaya çıkarılmış.
Kuşların bebekliklerinde çıkardıkları sesler, insan bebeklerin konuşma öncesinde çıkardıkları seslerle aynı özellikleri taşıyormuş.
Ancak kanaryalar 8 aylık olduklarında yetişkin insanlar gibi şarkı söylemeye başlıyorlarmış.
İş bundan sonra bilim açısından ilginçleşiyor.
Bahar boyunca bu melodiyi tekrarlıyorlar ancak yaz geldiğinde bu melodiyi bırakıyorlarmış.
Sonra yine bahar geldiğinde tamamen yeni bir melodiyle ortaya çıkıyorlar ve bunu söylemeye başlıyorlarmış.
*
Anlayacağınız kanaryalar yeni şarkılar öğreniyorlar.
İşte bilim adamları bu noktada heyecandan yerlerinde zıplamaya başlamışlar.
Bu ilk bakışta sıradan insanlara normal gelen ama bilim açısından son derece fantastik, karmaşık olan olgu nasıl ortaya çıkıyor?
Kanarya beyni yeni şarkıları nasıl öğreniyor?
İşte bu soru sevgili okurlar bu yazının başında saymış olduğum o sevimsiz hastalıkların bir gün tamamen çözülmesine, ortadan kaldırılmasına yarayacak süreci başlattı.
Olayı tüm detaylarıyla anlatmama ne buradaki yer ne de benim bilgi seviyem izin verir.
Ancak özet olarak kanarya beyninin ‘‘yeni hücreler’’ yaratıp kendini yenilediği ortaya çıkmış.
Başka bilim adamları başka hayvanlarda da bunu gözlemlemişler.
Bunun nasıl olduğu çözülüyor şimdi.
Ve çözüldüğü anda da insan beyninde yeni hücre üretimini tetikleyecek aşamaya sıra gelecek.
Ve bu yapılınca da hastalıklı hücrelerin yerine yeni hücreler aşılanacak.
Ve birçok insanın yüzü gülecek. Dünya daha da mutlu bir yer olacak. İyi ki kanaryalar var ve iyi ki takıntılı bilim adamları var bu dünyada.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2001
<B>SON </B>zamanlarda okuduğum en tuhaf haberlerden bir tanesi dün medyada yer aldı. Afganistan'a gönderilmesi gereken elit timlerin gidişi erteleniyor ya hiç durmadan, bunun nedeni açıklanmış.
Habere göre Afganistan'da askerleri hálá büyük tehlikeler bekliyormuş. İntihar saldırıları olabilirmiş, kitlesel imha girişimleri ve hatta biyolojik saldırı da ihtimal dahilindeymiş.
Bu yüzden de elit komando birliklerinin şu anda Afganistan'a gitmeleri sakıncalıymış
***
Ben bu haberi duyunca elimde olmadan uzun bir ‘‘Hımmmmmmmmmmm’’ çektim.
Eminim sizler de şimdi öyle yapacaksınız değil mi?
Haydi yapın; ‘‘Hımmmmmmmmmmmm’’.
Ve bu anlamlı ve araştırmacı gazetecilere pek de yakışan sesi çıkardıktan sonra eminim siz de benim gibi derin düşüncelere dalacaksınızdır.
Anladığım kadarıyla elit komando timleri, tehlike olan durumlarda tehlikenin olduğu bölgeye gitmiyorlar.
Olabilir, bu bana tamamen saçma geliyor ama belki bu da böyle gerekmektedir.
Peki ama o zaman biz de şu soruyu sorma hakkına sahibiz herhalde değil mi? Bunlar neyin eliti ki acaba?
Tehlikeye onlar atılmayacak da kim atılacak?
Tehlikeye gitmeyeceklerse o kadar teçhizata ne gerek var ki?
Ve buna benzer bir dizi soru daha sorulabilir, ama umarım mesele nettir de soruları kesebilirim artık
***
Bu son derece meşru soruların cevabı da maalesef sadece bir tane sevgili okurlar.
Yani ben burada mantık kuralları çerçevesinde bir yazı yazmaya çalışıyorum ve hem diyalektik hem de Aristocu mantık tek bir sonucu işaret ediyor. Tehlike geçtikten sonra bölgeye gidecek elitlerin uzman olduğu konular biçki-dikiş ve çocuk bakımı olmalı.
Normal durumlarda görevleri arasında mıntıka temizliği de yer alıyordu, ancak bu kez o da görev tanımından çıkarıldı. Çünkü gidilecek mıntıka mayın kaynıyor ve o da tehlikeli.
Biraz düşünürseniz, bu açıklamanın elit komando timlerinin kıyafetlerini de anlamamıza yardımcı olacağını görürsünüz.
Bizim gazetelerde bu fotoğraflardan yüzlercesi yayımlandı. Üniforma ve silah fetişine sahip olanlarınız varsa aranızda, hayatınızın keyfini yaşamışsınızdır o fotoğraflara bakarak.
Örneğin, timlerin lazerli silahları var. Tehlikeli olmayan yeni görev tanımında bunlar, Afganlı bayanlar için açılacak biçki-dikiş kursunda toptancıdan alınan kumaşların hızla ve düzgün kesilip kadınlara dağıtılmasında kullanılacak.
Sonra özel timcilerin hepsi de gaz maskeleri takıyorlar.
Bunlar da tehlike geçtikten sonra çıkılacak görevde son derece hayati önem taşıyorlar.
Çok sayıda bebek öksüz kaldı Afganistan'da. Özel tim bunlara bakmak zorunda kalacak gayet tabii ki. Bebeğin altını hayatında bir kez bile değiştiren insan bilir ki, oradan çıkan kokunun dünyada eşi benzeri yoktur.
Birçok insan bebeğinin altını değiştirirken hep, ‘‘Yahu bu iyi ki sadece anne sütü emiyor, bir de dün akşam T-bone biftek yeseydi bizim halimiz ne olurdu ki’’ diye düşünmüş, korkuyla ürpermiştir..
İşte özel timin o korkunç gaz maskeleri, normal ve sıradan insanlar için son derece büyük tehlikeler içeren, ama elit komandolar için sadece rutin olan bu zor görevi de zayiatsız atlatmalarını sağlayacaktır.
***
Kimsenin tehlike bölgesine gitmesini istemem. Üstelik Türk askerlerinin o bölgeye gitmelerinin yanlış olacağını da düşünüyorum.
Ancak asker gönderilme kararı alındıysa gitsinler artık.
Ne bekleniyor ki?
Yine tuhaf şeyler oluyor.
Türkiye, Afganistan'daki tarafları İstanbul'da bir araya getireceğim diye ortaya çıktı. Bir sürü gürültü yapıldı
Toplantı şimdi Almanya'da yapılıyor.
Türkiye yine ilk olarak bölgeye asker göndereceğini dünyaya açıkladı.‘‘Müslüman bir ülkenin’’ böyle bir karar almasının önemi hakkında lak lak konuşuldu, yazıldı.
Şimdi gidenler gidiyor, bizimkiler bekletiliyor. Bu gidişle bizimkiler Afganistan'a gittiklerinde, NATO merkezi Brüksel'den Kábil'e taşınmış olacak. Kábil sokakları tiyatrolar, sinemalar, porno dükkánları ve Go-Go revüleriyle dolup taşacak.
Yoksa Afganistan ile ilgili gelişmelerde biz yine kendi kendimizi mi kandırıyoruz nedir?
Ya da bizden asker filan istemiyorlar da biz yine kendi kendimize propaganda mı yapmaktayız acaba?
Hayır diyorsanız buna, haydi gitsin askerler ve karar yanlış da olsa uygulayın artık şunu.
Durmadan müttefik olduğunuzu söylediğiniz dünyanın arkasından koşmayın, biraz öne çıkın.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2001
<B>NE </B>kadar çok çalıştığımı anlasın da beni azıcık takdir etsin diye hemen telefon açtım <B>Rana'</B>ya. ‘‘TEMPO Dergisi, Afganistan'da dönen dolapları yazmamı istedi, hem de 1000 kelime yazacakmışım’’ dedim.
‘‘Allah'a çok şükür, bu son aylarda duymuş olduğum en güzel haberdi’’ dedi.
Bu cevabı bana hayli abartılı geldi. Neden böyle abartılı bir coşkuyla karşıladığını sordum bu haberimi.
‘‘Afganistan, Afganistan, Afganistan... Bıktık, fenalık geldi bize her gün bunu okumaktan. Başka konu mu kalmadı yazacağın?.. İlgilendiğimizi sanıyorsan bu konuyla çok aldanıyorsun... Yaz Tempo'ya; bin kelime mi yazarsın 10 bin mi ben bilemem. Dök içindekileri, bir kerede kurtul bu takıntından olup bitsin. Bir daha da düşünme bu konuyu.’’
Böyle dedi bana.
‘‘Peki siz neyle ilgileniyorsunuz?’’ diye sordum. Madem o bana durmadan ‘‘biz ilgilenmiyoruz’’ diyor, benim de ona ‘‘siz’’ demem daha uygun gibi geliyor bana.
‘‘Afganistan konusu dışında her konuyla ilgiliyiz’’ dedi.
Son derece global ve net bir tavırdı bu.
Ben inanıyorum ki, Bob Woodward'ın karısı, adam Watergate'i durmadan yazarken bu tür bir tavır almamıştı; eğer alsaydı skandal kesinlikle ortaya çıkmazdı.
Bir araştırmacı gazetecinin başına gelebilecek en büyük felaket, araştırmalarının karısı tarafından hiç durmadan, istikarlı ve taviz vermeyen bir şekilde aşağılanmasıdır.
Gerçi aşağılanmaya genel anlamda karşı değilim, bilakis bunun olumlu yanları da mevcut gayet tabii ki. Ancak onun bana karşı tavrının araştırmalarım olmadan da süreceğine inanıyorum ve bu nedenle hayatımda fazla bir değişiklik olmayacağına güvendiğim için de hiç korkmadan Afganistan sorunu üzerine yazı yazmayı bugün itibarıyla kesiyorum.
Konu benim için bitti.
***
Bitti de, İrfan Sapmaz'ın Kábil'den yazmış olduğu ve gazetemizde manşet olan haberine de takmış durumdayım.
Gazetemizin üst düzey yöneticilerini uyarıyorum! İrfan'ı hemen Afganistan dışına çıkartın ve Türkiye'ye sağ salim ulaştırın.
Tamam anladık, adam savaş muhabiri ve büyük tehlikelere alışık.
Ancak o bugüne kadar kendisini hiç böyle riske atmamıştı.
Düşünsenize, 15 evli Afgan kadınını bulmuş.
Bunları bir eve toplamış.
Suratlarını açtırmış.
Hepsine birer parfüm hediye etmiş.
Sonra da onlarla sohbet etmiş.
İrfan kardeşim. Büyük tehlike içindesin. Amerikan bombardımanı, Taliban dehşeti, bunları yaşadın ama bunlar şimdi karşı karşıya bulunduğun tehlike yanında solda sıfır kalır.
Sana şöyle anlatayım meseleyi:
Afgan erkekleri, dünyada çok anlayışlı, ‘‘açık fikirli’’, kadın-erkek ilişkilerinde liberal tavırlı olmalarıyla tanınmazlar. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Örneğin, hiçbir Afgan erkeği, Hugh Grant gibi davranmaz bence. Elizabeth Hurley ondan ayrılıp, başka bir adamdan hamile kalmıştı.
Şimdi ne hikmetse Hugh Grant'a, ‘‘Benimle evlenip, çocuğumun babası olur musun?’’ demiş.
Hugh ise gayet tabii ki, ‘‘Evet, tabii olurum’’ demiş.
‘‘Gayet tabii ki’’ diyorum; çünkü ‘‘Hayır, kiminle yatıp hamile kaldıysan git de onunla evlen’’ demiş olsaydı, zaten bu hikáyeyi size anlatmama gerek kalmazdı baştan.
Şimdi ben Afganistan'ı pek bilmem, ama bir Afgan erkeğinin başına böyle bir iş gelse, ilk önce kadını öldürür, sonra kadını hamile bırakan adamı gebertir, daha sonra da hızını alamayıp hamile kaldıktan sonra başka bir erkeğe evlilik teklif edebilme cesaretini kadınlara veren bir medeniyeti ortadan kaldırmak için Usame bin Ladin'in örgütüne gönüllü intihar komandosu olarak yazılırdı.
Durum böyleyken İrfan Sapmaz'ın bu dağ adamlarının karılarını bir odaya toplayıp, suratlarını açtırıp, onlara birer parfüm hediye etmesi, son iki ayın dünyada yaşanmış en tehlikeli olaylarından bir tanesiydi bence.
Pulitzer cesaret ödülü bu arkadaşımıza verilecek, artık bundan eminim.
***
Son olarak da Afgan erkeklerine bir tavsiyem olacak.
Kaçın kardeşim kaçın. Pakistan'a mı gidersiniz, Özbekistan'a mı kaçarsınız, İran'a mı sığınırsınız, ne yaparsınız bilemem. Ama orada durmayın.
Tehlike büyük ve yaklaşıyor.
Bakın Afgan kadınları, Türk kadınlarını örnek alacaklarmış; bizim kadınlar gibi olmak en büyük emelleriymiş.
Hangi kabileden olursanız olun hiç fark etmez. Afgan erkekleri, işte şimdi hapı yuttunuz. Geleceğinizin nasıl olacağını bilmek istiyorsanız bakın Türk erkeklerinin durumuna. Hepimiz hayattan bezmiş durumdayız.
Afgan kadınları, Türk kadınlarına benzeyince eminim ki o halk ülkeden Taliban'ı kovduğu için pişmanlık duyacak, ama iş işten de geçmiş olacak.
Ve konu gerçekten bitti.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2001
<B>DÜN Bin Ladin'</B>i büyük ihtimalle arkadaşlarından bir tanesinin satıp ihbar edeceğini; çünkü başına 25 milyon dolarlık ödül konulduğunu yazmıştım. Sabah kahvemi aldım, internetten New York Times sitesini açtım.
O da ne? Manşette bir haber: Başlık ‘‘Amerika, Afganlılara Bin Ladin İçin Konulan Ödülü Açıkladı’’.
Spotta diyor ki, ‘‘Amerika Birleşik Devletleri, bir yeni radyo mesajıyla Usame Bin Ladin'in yerini bildiren ve yakalanmasını sağlayanlara 25 milyon dolarlık ödül vaat etti’’.
Bunu okuyunca bazı köşe yazarlarının fotoğraflarında olduğu gibi parmağımı şakağıma dayayıp biraz düşündüm.
Düşünürken nasıl görünüyorum diye aynaya baktım; normal zamanımda nasıl görünüyorsam öyleyim, bir fark yok.
Olmaz ama, düşünen insan farklı görünmeli dedim kendi kendime ve bu kez de başka köşe yazarı fotoğraflarında sıkça rastladığımız bir poz verdim kendime.
Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve hafif, müstehzi bir tebessümle baktım aynaya.
Hah işte oldu, nihayet artık ben de ciddi bir düşünürüm. Bu halimle bir fotoğraf çektireceğim ve televizyon kanallarının yöneticilerine yollayacağım. Belki fotoğrafımı görürlerse bana da bir konuşma şovu filan verirler de azıcık ekstra para kazanırım.
* * *
Yine gittik başka noktalara be babam, ne diyordum?
Evet, yahu ben dünkü yazıyı yazarken Bin Ladin'e konulmuş olan ödül daha açıklanmamıştı.
Nereden bildim acaba Amerika'nın bu ödülü açıklayacağını?
Bir teoriye göre -ki buna bütün, evet bütün aile efradım kesinlikle katılıyor- aptala malum olurmuş, bana da olmuş.
Olabilir tartışmayacağım, izafi bir kavram aptallık. Örneğin, bana göre bugün Türkiye'de yazı yazan köşe yazarlarının yüzde 90'ı da aptal, ama insanlar onları okuyor. Dolayısıyla bu fikirleri tartışmamak gerek.
Ama bence olayın bir başka açıklaması da var.
Şu ellerimizdeki bilgisayarlar var ya, aslında dünyanın en büyük silahları onlar.
Bilgi en büyük güç. Bu küçücük bilgisayarlar bizi en gizli olduğu sanılan, en duyulmamış bilgilere bir tıkla ulaştırıyor.
Ben aslında farkında olduğum bu potansiyel gücün önemini 11 Eylül'den sonra çok daha iyi anladım.
Bilgiye ulaşmayı reddedenler, devletlerin resmi açıklamalarıyla olayları takip etmek zorunda kaldılar.
Böylece en sığ yazıları da onlar yazdılar, yazmayı da sürdürüyorlar.
Resmi açıklamalarla yetinmeyenleri de anında komplocu diye nitelendirdiler.
Komploculuk, çok da bilgiye dayanmaz. Görüntüde bağlantılar üzerine teoriler oluşturulmasıdır komploculuk. Ancak bilgi varsa, bunlar kanıtlanmışsa, bunları görmezlikten gelmenin de bir adı vardır. O da cehalettir.
* * *
İşte somut bir bilgi daha:
21 Ekim 1995 tarihinde Türkmenistan Devlet Başkanı Niyazov, Amerikan petrol şirketi UNOCAL'ın başını çektiği ‘‘Centgas’’ adlı bir konsorsiyumla anlaşma imzaladı
Türkmenistan'dan Pakistan'a, Afganistan üzerinden petrol ve doğal gaz taşınması planlanan boru hatlarına Pakistan, ABD ve Taliban yönetimi destek verdiklerini resmen açıkladılar.
UNOCAL, 25 trilyon feet-küplük Dolatabad'dan Pakistan'ın merkezindeki Multan'a bir boru hattı yapılmasını öneriyordu.
Konsorsiyumdaki hisselerin yüzde 70'ini UNOCAL elinde tuttu. Suudi Arapların Delta şirketi, yüzde 15'le projeye ortak oldu.
Çok daha önemlisi, Rusya'nın devlet mülkiyetindeki doğal gaz şirketi Gazprom'a yüzde 10 pay verildi.
Türkmen şirketi Türkmenrosgaz'a yüzde 5 pay bırakıldı.
Dünyada Afganistan'ı en iyi bilen ve yazdığı kitap da bütün uzmanlarca klasik olarak adlandırılan Ahmed Raşid, bakın başka ne bilgiler veriyor:
‘‘UNOCAL bunlarla kalmayacak, bütün bölgeyi kapsayan, çok iddialı ikinci bir anlaşmayı da imzalayacaktı. UNOCAL'ın Orta Asya Petrol Boru Hattı Projesi (OAPBHP), Türkmenistan'daki Çardju'dan Pakistan kıyısındaki bir petrol terminaline, günde bir milyon varil petrol ihraç ederek, yaklaşık bin yedi yüz (1.700) kilometrelik bir boru hattının yapımını kapsamaktaydı. Sovyet yönetiminden kalan (Rusya'nın Sibirya alanlarındaki Surgut ve Omsk'tan, Kazakistan'da Çimkent'e ve Özbekistan'da Buhara'ya kadar uzanan) petrol boru hatları, OAPBHP'yle birleştirilebilir ve BÖYLECE PETROL ORTA ASYA'NIN BÜTÜN BÖLGELERİNDEN KARAÇİ'YE TAŞINABİLİRDİ.’’ (Taliban: İslamiyet, Petrol ve Orta Asya'da Yeni Büyük Oyun- Everest- Mozaik Yayınları, iki gün sigara içmezseniz kitabı alıp okuyabilirsiniz).
İşte böyle. Böylesine büyük bir olayı anlamadan, incelemeden Afganistan'da olan biteni anlamak da mümkün değildir.
Ha bu arada söylemeden de geçmeyeyim; Niyazov'un UNOCAL ile anlaşma imzaladığı törende Henry Kissinger da vardı. Bu anlaşmadan sonra Kissinger, UNOCAL'ın danışmanı oldu. Ne kadar ilginç değil mi; bu adamlar her yerde insanın karşısına çıkıveriyorlar!
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2001
<B>19 </B>Ekim günü Associated Press ajansı bir haber geçti.<br><br>Bu haber, içinde gözü dönmüş İslami teröristler, güzel kıyafetli Delta komandoları ve her şeyin siyah beyaz olarak algılandığı bir dünya tanımı olmadığı için fazla ilgi çekmedi. Kahire çıkışlıydı bu haber ve diyordu ki: ‘‘Kahire, Suriye ve Kıbrıs'a doğal gaz satmak için görüşme masasına oturdu. Bu görüşmeler Mısır hükümetinin Mısır'ı, Ürdün, Suriye, Lübnan ve büyük ihtimalle de Kıbrıs ve TÜRKİYE'ye bağlayacak bir doğal gaz boru hatları şebekesi kurma çalışmalarının parçasıdır.’’
Evet böyle diyordu haberde.
Bana önemli geldi yani; Ortadoğu'nun dev gücü Mısır'ın, hem Kıbrıs hem de Türkiye'ye yönelik böyle bir girişimde bulunması. Ama tabii bunun bana önemli gelmesinin, haberin objektif olarak da önemli olmasını gerektirecek felsefi bir neden yok ortada. Bunu da itiraf etmek gerek yani!
***
Na nana nana na nana nana na nana nana.
Ne okusam ne okusam.
Bir bakalım şöyle bir...
Ohhhhh ‘‘The Nation’’ Dergisi. Vay canım benim, nasıl da özlemişim bu dinozorları be. Yesinler sizi!..
Bakalım neler varmış hele...
‘‘Saudis and Americans: Friends in Need.’’ İlginç bir başlık. Size bir şey söyleyeyim mi; hayata yeniden gelmek diye bir şey varsa inşallah bir sonraki yaşamımda Suudi prensi olarak doğarım ya!
Karı, kız, para, esrar ne isterseniz var adamlarda be. Üstelik polis korkusu da yok. Tek yapacağın şey, memleketteyken fazla göze batmamak, ülkede 2 ay kalıp 10 ayı Amerika'da, Avrupa'da geçirmek, petrol paralarını da cukka etmek. Harika yaşam, harika! Ense yap dur...
Neyse okuyalım gari haberi...
HAYIR OLAMAAAAZZZZZZZ.
OLMAAAAAAAAZZZZZ.
Yetti ama ya!.. Bu adamlar sonunda beni geberttirecek yemin ediyorum.
Burada hemen şimdi ihbar ediyorum ki, ilerde bir suikasta kurban gidersem suçlusu Dick Cheney'dir. Bilin bunu yani.
Suudi Arabistan'da iş yapmakta olan en önemli Amerikan firması, Vinnell diye bir şirketmiş.
Bu şirket, Suudi Arap National Guard'ını, yani başta petrol boru hatlarını, şebekelerini olmak üzere iç güvenlikle ilgili bütün merkezleri korumakla görevli olan milisleri yetiştirmekle görevliymiş.
Merkezi Virginia'da olan bu şirketin sahibi 1997 yılına kadar Carlyle Group'muş.
Hatırlıyorsunuz değil mi o grubu? Hatırlamıyorsunuz değil mi? Haydi doğru söyleyin lütfen. Allah sizi ne yapmasın emi...
Carlyle Group, Amerika'da halen ve geçmişte önemli devlet görevlerinde bulunmuş insanların yönetimde olduğu bir şirkettir.
Şu anda başında Frank Carlucci var. Eskiden Savunma Bakanı olan Carlucci, şimdiki Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in de üniversite yatılı okulundan oda arkadaşıdır.
Şirkette hisseleri olanlar arasında James Baker, baba Bush, Fred Malek (Başkan Bush'un seçim kampanyası menajeri) ve Dick Cheney de var.
Ya öyle işte...
***
Bugün Afganistan'da olanları sadece teröre karşı bir harekát diye yorumlamakta ısrar ederseniz olan bitenden bir şey anlamanız mümkün olmaz.
Bu yok demiyorum hedefler arasında. Ancak hiçbir devlet, hele de Amerika gibi bir süper güç, bir büyük işe girişirken o işin jeopolitik dengelere neler getirip götüreceğini, gelecekte neler olup biteceğini düşünmeden adım atmaz, atamaz. Atarsa da adama enayi derler, cuk oturturlar arkasının üstüne.
Afganistan stabilize edilmeden Hazar bölgesi, Kafkaslar stabilize edilemez. Ortadoğu stabilize edilemez.
Afganistan'ı kimin stabilize edeceği de pek önemli değildir. Yeter ki bu güç Amerika'ya, Rusya'ya, Çin'e ve Hindistan'a iplerin elinde olduğu güvencesini verebilsin.
Bin Ladin ve El Kaide örgütü, Taliban'ın vermeye hazırlandığı bu güvenceyi yıkarak dünyanın dengesini bozdu.
Afganistan'ın iç dengesi tekrar kurulacak. Ancak bu kurulurken dünyanın dengeleri de yeniden oluşacak. Oluşuyor da zaten şu anda bile.
Neler olacağını anlamamız için petrol, doğal gaz politikalarını, bu konularda dönen hesapları çok iyi bilmeliyiz.
Örneğin, 5 milyar dolarlık bir proje olan Afganistan petrol ve doğal gaz boru hattı devreye sokulursa, bizim şu meşhur Bakü-Ceyhan boru hattı ne olur ki babam sorusunu şimdiden sorup pozisyon almalıyız.
Sorun şu soruyu be!
***
Afgan meselesini Amerika, İngiltere, savaş filan değil para çözecek.
Bu gerçeği ilk keşfeden İngilizlerdi. Kolonyal dönemde kabile reislerine para yağdırarak orayı bir müddet kontrol altında tutabildiler.
Bin Ladin'i de büyük ihtimalle arkadaşlarından bir tanesi satacak; çünkü ihbarı yapana 25 milyon dolar ödül vaat edildi.
Afgan doğal gaz ve petrol boru hattı, büyük paralar anlamına geliyor. Amerika bu parayı kabile reisleri arasında nasıl paylaştıracağı sorununu çözerse Afganistan dünyanın en huzurlu ülkesi haline dönüşüverir.
Bunu da bilin...
Yazının Devamını Oku