YAKLAŞIK on iki saat sürecek bir gece yolculuğunda, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir?
Ön koltukta oturan iki insanın sürekli konuşmalarıdır gayet tabii ki.
Benim başıma da bu geldi.
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘‘E ne var yani, sadece bu mesele üzerine bir yazı inşa edilir mi ki?’’
Ve haklısınız da böyle konuşmakta.
Ancak benim başıma gelen olayı, son derece fantastik, absürd ve tahammül edilmez hale getiren başka bir yön de vardı.
Birçoğunuzu şimdi vereceğim detay belki önemsiz, hayatın diğer sorunları yanında değersiz ve küçümsenecek bir bilgi olarak gelecek.
Siz de benim çektiklerimi çekseydiniz böyle düşünmeyeceğiniz kesindi, ama olsun, ben haklı görünmemeyi göze alarak yine de bu detay bilgiyi size vereceğim.
Ön koltukta oturan ve sürekli konuşan iki insan Alman'dı.
*
Heidegger, Schopenhauer, Nietzsche, Kant, Hegel, Wagner, Beethoven ve niceleri.
Bu tür insanları kendi topraklarından çıkarabilmiş, böylesine bir geçmişe sahip ülkenin evlatlarının müzik dinlemek için kulaklık taktıklarında, konuşma seslerini bağırmaya çevirmelerine gerek olmadığını düşünmelerini bekliyor insan.
Bu, en basit bir felsefenin bile ele almaya değer görmeyeceği basitlikte bir mesele aslında.
Ama ne yazık ki 20'inci yüzyılın tamamı, daha önceki yüzyıllarda insanoğlunun yarattığı fikirleri tahrip etmekle geçtiğinden, o felsefi gelenekten insanların nasibini alamamaları da doğal.
Tüm bu dinamikler ve tarihsel süreçler sonucunda, ben bütün gece boyunca birbirlerine bağırarak konuşan iki Alman'la birlikte seyahat etmek zorunda kaldım.
*
Gecenin derinliklerinde, biraz olsun uyuklamaya çalışırken, etrafta Almanların bağırıp çağırmaları, elinde olmadan insanın psikolojik yapısını zedeliyor.
Hele benim gibi psikolojik yapısı daha önce zedelenmiş şekilde otobüse binmiş bir insansanız, o zaman delirebilirsiniz de öylesine bir durumda.
Bir ara uyukladığımda rüya gördüm.
Rüyamda Himmler ile Gobbels, esir kamptaki tutsakları en iyi öldürme yolunu tartışıyorlardı.
Tutsakların hepsi Türklerdi. Himmler ‘‘yakalım onları’’ dedi, Gobbels de bunu biraz tartıştıktan sonra kabul etti .
Olaya ben müdahale ettim. Orada tutsak olarak değil, işbirlikçi ve hain Türk olarak bulunuyordum.
Müdahale ettim ve dedim ki, ‘‘Bırakın yakmayın onları. Bakın hallerine, onlar zaten yanmış bitmişler, bırakın gitsinler zavallıcıklar’’.
Bu önerimi tam ciddiye alıyorlardı ki uyanmışım. Öndekiler hálá daha bağırıyorlardı birbirlerine.
*
İki Alman'ın bu kadar uzun süreyle birbirlerine söyleyeceği ne olabilir, bunu anlamam mümkün değil.
Hayır bağıranlar Türk olsalar anlayacağım onları. Bizde dert çok, derman da yok; sülalesine sövülecek insan sayısı bini bulur basit bir hesapla bile.
Almanların ne derdi var bunu anlamıyorum yani?
Önde durmakta olan kafalarına iki tane çekip, kulaklıklarını gırtlaklarına soksam, herkes haklı bulur beni ama gelecek yıl da Alman turist gelmez, döviz kuru yükselir, olanlar yine bana olur.
Ayrıca bir şey daha tespit ettim. Bu Almanlar çok az uyuyorlar ve sabah da yorgun olduklarını göstermiyorlar, sürekli konuşurken de müzik dinliyorlar.
Bütün bunlar yani gece çektiklerim yetmiyormuş gibi, ertesi gün de 8 saat süreyle bizim Doğan Haber Ajansı Genel Müdürü ve uçak uzmanı Uğur Cebeci ile karşı karşıya oturdum.
Böylesine manasız bir şeyi neden yaptığımı sormayın bana; çünkü gerekçelerim de manasız.
Onunla birlikteliğimizin daha 15'inci dakikasında gece bağırıp çağıran o iki Alman'ın bulunduğu ortamı özlemeye başladım.
Bunun nedenleri ise çok daha detaylı başka bir yazıda belki gündeme gelir; artık bilemiyorum havam olur mu onları yazmak için.
Ancak sadece şimdilik şunu bilin ki, Uğur Cebeci de tamamen delirmiş durumda.