HANİ öyle bir şeylerin geleceğini hissedersiniz, kanınız donar, umutsuzca kaçmaya çalışırsınız o korkunç olaydan ama kader ağlarını örmüştür bir kez, ne yapsanız nafiledir ya...
Dün aynen öyle bir durum vardı işte.
Yazımdan sonra o telefonun geleceğini biliyordum, içim ürpererek hissediyordum bunu ama kaderin akışını durdurmak için de bir şeyler yapamıyordum ne yazık ki.
Bir ara intihar etmeyi bile düşündüm ama sonuçta bu sadece onu mutlu etmeye yarayacaktı, ben ise onu mutlu etmek yerine ölmemeyi tercih ediyordum.
Yapılacak bir şey yoktu, korku içinde bekledim uzun süre...
Ve tabii sonunda da telefon çaldı.
Genel yayın yönetmeni aradı.
* * *
Onunla telefonla konuşmak yüz yüze konuşmaya çalışmaktan çok daha korkunç bir olay.
Çünkü yüz yüze konuşurken en azından sizi dinlemediğini görüyorsunuz. Ve bir noktadan sonra konuşma zahmetinden vazgeçebiliyorsunuz.
Telefonda ise sizi dinlemekte olduğu izlenimi edinmeniz çok mümkün.
Ben bu işte artık kaşarlandığım, ona bir şey anlatamamak için yaklaşık 15 yılımı verdiğim, bir ömür tükettiğim için telefonda da işi kestirme tutuyorum.
Ben konuşmuyorum, cümle kurma girişiminde bulunmuyorum, sadece onu dinliyorum.
Dün de öyle oldu, birçok şey söyledi ama bunlar arasında sadece bir cümlesi beynime çakıldı.
‘‘Fazla kalmayacağım yahu genel yayın yönetmenliği kadrosunda, 2030 yılında filan bırakmayı düşünüyorum bu işi’’ dedi.
* * *
Bu tür bir açıklamayı duyduktan sonra benden beklenen tepkileri sessizce verdim bir süre.
Ekstrasistol geçirdim, şiddetli hipertansiyon yaşadım, sonra kısmi felç de oldum, bir ara gözüm kararmış, kısa bir baygınlık da geçirdim galiba, tam hatırlamıyorum.
Kendime geldiğimde o hálá konuşuyordu.
Bu normal tepkilerden sonra mesele üzerinde daha rasyonel düşünmeye başladım.
Ve belki de inanmayacaksınız ama onun bu görevde kalmasının en azından benim ruh sağlığım açısından daha iyi olacağına karar verdim.
Konuyu ona da anlattım, ilk önce bu tepkime şaşırdı, şaka yapıyorum sandı ama hayret bir şeydir ki beni yıllardır ilk kez dinlediği için de ikna oldu dediklerime.
Şöyle anlatayım meseleyi: Benim genel yayın yönetmenleriyle kapatılmamış bir hesabım var.
Öyle medeni, yazı filan yazarak kapanacak bir hesap da değil bu.
Bana bunca yıldır yapılanları ödetmek için bir tanesini iyice bir dövmem gerekiyor.
İlla ki benim genel yayın yönetmenim de olması gerekmez döveceğimin, herhangi bir tanesi de olabilir.
Şu aralar ise bunu yapmamın imkánı yok, çünkü hemen hepsini iyi tanıyorum, geçmişlerini biliyorum, çoğunluğuyla da ahbabım.
Şimdi, eğer Ertuğrul Özkök bu işi bırakırsa benim başıma mutlaka yeni bir insan gelecek.
Bu yeni insan da mutlaka bir gün beni odasına çağırıp müdürlük yapmaya çalışacak. Ve gayet tabii ki ben o gün onu evire çevire pataklayacağım.
Bunun böyle olması ihtimali kesin ve bunu Ertuğrul Özkök de kabul etti. O yüzden görevde kalmasının benim için daha iyi olacağı görüşünde hemfikiriz.
* * *
Fiziksel ömrünü tüketirse 2030'a kadar ne olacak. Gerçi kötüler uzun yaşar ama ne olur ne olmaz her olasılığı düşünmek lazım.
Ona da çözüm buldum, kendisine bunu da detayıyla anlattım. Öldüğü takdirde ‘‘Sapık’’ filmindeki gibi onu mumyalayacağım. Güzel kıyafetlerinden bir tanesini de giydireceğim. Norman Bates'in annesi gibi onu da odasına koyacağım.
Yüzünü de duvara doğru döndürüp öyle oturtacağım. Sonra her şey tıkır tıkır yürüyecek. Müdürler o hálá daha hayatta zannedip bilineni yapacak, ben onunla arada bir sohbet etmeye gideceğim.
O sohbetim bugünkülerden çok daha koyu olur bunu da biliyorum, çünkü bugün hayattayken de zaten bana sanki duvarmışım gibi bakıyor ve ben konuşurken beni yok farz ediyor.
Bari o zaman gerçekten duvara bakarken içim daha da rahat olur, ne düşünüyorsam açıkça söylerim
Arada yazı işlerine inip birkaç kişiyi de doğrarsam her şey filmdekinin aynı olur, bu şu anda aklıma geldi, keyiflendim aniden.