3 Şubat 2002
<B>BU </B>köşede kimi zaman ailem hakkında ifşaatlarda bulunduğum malumunuzdur. Bunu özel hayatları afişe etmekten keyif aldığım için yapmıyorum elbette.
Ailemdeki insanlar hakkında öğrendiklerim bazen öyle şaşırtıcı oluyor ve onların tuhaflıkları kaşarlanmış beni bile bazen öyle şaşırtıyordu ki bunları sizlerle paylaşmasam daha da kafayı yemiş olurdum şu anda büyük ihtimalle.
Yani sırf kendimi koruyayım diye bu köşede size dedelerimin deli olduklarını, babamın sokakta beğenmediği insanlara elinde taşımasına gerek olmadığı bastonuyla vurduğunu, bir bastonunun içinde kılıç olduğunu, dedemin bahçesine girmekte ısrar eden tavuğun kafasını elleriyle kopartıp onu yan bahçeye attıktan sonra tavuğun kafasız bir şekilde bir süre daha yaşamayı sürdürdüğünü, amcamın tek bir el açık pokerde bir restoranını kaybetmesine rağmen sabah neşeyle kalktığını, dört yıl önce düzenlenen bir aile toplantısında yaşlı-genç, kadın-erkek herkesin daha yemeğe geçilmeden körkütük sarhoş olduklarını, dedemin sadece üç leblebiyle bir büyük rakı içerken hiç konuşmayıp sadece duvara baktığını ve ailenin onun aslında delirmiş olduğunu çok geç anladığını çünkü onu anlaması gerekenlerin de aslında normal olmadıklarını yazmıştım.
*
Artık anlatacağım yeni bir olay olmadığını tam düşünürken 28 Ocak Pazartesi akşamı Ankara'da bir meyhanede babam hakkına yepyeni bir anıyı dinledim.
Anlatan onun liseden beri arkadaşı ve arkadaşlıkları bugüne kadar sürdüğüne göre onun da normal olduğunu söyleyebilmek çok zor olmalı.
Güner amca o akşam rakısından bir yudum aldıktan sonra dedi ki bana: ‘‘Biliyor musun biz üniversitedeyken bir sabah baban eli sarılı bir şekilde okula geldi.’’
‘‘Neden? İntihar girişimi mi olmuştu?’’ diye sordum ama bu kadar rutin bir açıklaması yokmuş meselenin, bana anlatılanı aynen aktarmalıyım size.
*
O günün bir akşam öncesinde Hamit Turgut, Kaplan amca ile birlikte 25 kuruşa afyonlu şarap verilen meyhaneye gitmişler.
İçmeye başlamışlar.
Babam bir sigara yakmış.
İçiyor sigarayı keyifle, bu arada garsonlardan bir tanesi küllüğü alıp gitmiş.
O da tam o noktada sigarasının sonuna gelmiş.
Bastırıp söndürecek, bakmış küllük yok ortada.
O da her centilmenin yapması gerekeni yapmış ve sol avucunu açarak, sigarasını avucunun içine bastırmış.
Kaplan amca da iyi arkadaş olduğundan yavaş bastır ve hemen çekme ki iyi sönsün demiş, o da bu tavsiyeye uymuş.
*
Gayet tabii sonra hastaneye gidilmesi gerekmiş, avuçta açılan büyük deliğe müdahale edilmiş, falan filan.
Onlar teferruat.
Burada önemli olan iki nokta var:
1- Babam bu olayı gerçekleştirirken henüz daha sarhoş değilmiş.
2- Her şey olup biterken sesi de çıkmamış.
Şimdi ben bu tür bir insanın aradan 50 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen hálá daha son derece tehlikeli olduğunu ve büyük bir ihtimalle de 60 yıldır filan tamamen delirmiş olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla onu ya tutuklayın ya da aile fertlerine ayrılmış olan ve bir süredir nedense boş kalmış olan 29 numaralı tımarhane koğuşuna koyun onu.
Bu hikáyeyi duyduktan sonra ben yanından kaçtım, onu etkisiz hale getirip tecrit ettikten sonra bana haber verirseniz sevinirim.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2002
<B>ERTUĞRUL Özkök,</B> 29 Ocak tarihli yazısında Amerikan medyasında yoğun olarak tartışılan bir meseleyi köşesine taşıdı. ‘‘Medya Mafyası İhaneti Affeder mi?’’ başlıklı yazıda Amerikan medyasına hákim olan ‘‘liberal’’ görüşün haberleri ve olayları nasıl manipüle etme gücü olduğu anlatılıyordu.
Gerçekten de bu olay sadece son olarak piyasada görülen ve Özkök'ün yazısının çıkış noktasını oluşturan ‘‘Bias’’ kitabında değil, çok uzun yıllardır özellikle muhafazakár kesimlerce dile getirilen bir konudur.
Amerika'daki üç temel televizyon kanalının haber bölümlerine ‘‘liberal önyargı’’ gerçekten hákimdir ve bunları yöneten insanlar toplumdaki sayısal güçlerinin çok ama çok üstünde bir güce sahip olarak bu ‘‘önyargıları’’ doğrultusunda haber seçer ve sunarlar.
***
Bu mesele, Amerika'nın önemli bir sorunuydu. Ama artık değil bence.
Muhafazakár çevreler bunu hálá daha gerçekten bir sorunmuş gibi göstererek siyaset yapıyorlar ama gerçekler farklı.
Bir kere bu mafya artık tamamen çökme sürecine girmiş durumda.
CBS, NBC ve ABC, yani ‘‘liberal önyargılı’’ mafyanın ele geçirmiş olduğu medya inişte hep, buna karşılık zaman zaman radikal bir muhafazakárlık yapabilen Rupert Murdoch'un ‘‘Fox’’ kanalı yükselişte.
11 Eylül'den sonra bu kanalın yükseliş süreci daha da hızlandı; çünkü gayet tabii ki savaş çığırtkanlığı ve basit milliyetçi propaganda yaptı.
Fiilen savaşması için Afganistan'a ünlü bir televizyon habercisini (Geraldo Reviera) bile gönderdi.
‘‘Liberal önyargılı’’ medya da gerçi savaş destekçiliğinde geri kalmadı ama arada bir kendini sorguladı ve yine puan kaybetti.
Burada şu doğru, bu tavır yanlış demiyorum, sadece olan biteni anlatıyorum. Olan ise şudur: Bugün gelinen noktada artık Amerika'da medyada bir ‘‘mafya’’nın olduğu zor söylenebilir.
‘‘Liberal önyargı’’nın gazetelerdeki en büyük kalesi olan The New York Times da yıkılmamıştır ama sarsılmaktadır son yıllarda.
The Wall Street Journal gerek haberleri veriş şekli gerekse editoryal sayfalarındaki radikal muhafazakár çizgisiyle mafyayı her gün sarsmaktadır.
***
Aslına bakarsanız ‘‘liberal önyargılı’’ mafyanın çöküş sürecine girmesi Clinton dönemiyle birliktedir.
Clinton çok iyi bir siyasetçiydi, ‘‘liberal önyargılı’’ siyasetçinin prototipiydi, çok bilgiliydi ama ahlaksızdı.
Onun ahlaksızlığı ve kaypaklığı muhafazakárlara liberal önyargıya müthiş darbeler indirme imkánını verdi.
Amerikan medyasında bu bir devrimdi aslında ve bu da radyoda yaşandı.
Gün boyu süren konuşma şovlarında kanalların yıldızları bir anda Rush Limbaugh gibi isimler olmaya başladı.
Bunlar liberal siyasi söylemi ve liberal önyargılı medyayı topa tuttular.
Bunlardan destek alan dergiler eleştiri çıtalarını yükselttiler.
Wall Street Journal'in Robert Bartley yönetimindeki editoryal sayfası bu dönemde ve radyolardaki seslerin yarattığı ortamdan cesaret alarak adeta çıldırdı. (Bartley ekim ayında bu görevi bıraktı ve yerine Paul Gigot geçti.)
Ve New York Times'ın editörleri bile zaman zaman yazı üsluplarını sertleştirerek ellerinden kaçmakta olan kamuoyunu yakalamak ihtiyacını hissettiler.
Gelinen noktada, bütün o dönemin sonunda bugün Amerika'da ‘‘liberal önyargılı medya mafyasının’’ var olup olmadığı artık şüphe götürür.
New York'talar onun temsilcileri ve hálá daha işlerinin başındalar ama Manhattan'ın yukarı Batı kesimindeki lokantalarda ne söylenirse söylensin, neye inanılırsa inanılsın artık güç onların elinde değil.
Eğer illa da bir mafya benzetmesi yapılacaksa ben onları John Gotti'ye benzetirim biraz.
John Gotti de hálá daha ailesini yönettiği iddiasında ama hapiste ve oradan da ancak cesedi çıkacak.
Medya babaları artık olmayan güçleriyle birlikte eski günlerin hayaliyle New York'ta yaşıyorlar ve babaymış gibi davranıyorlar, Gotti de hücresinde hálá daha babaymış gibi davranmaya çalışıyor.
Onların altındaki zemin ise çoktan kaydı gitti ve starlar emekli olunca da gerçek çok daha çarpıcı olarak ortaya çıkacak.
Zaten bazı ‘‘liberal önyargılı medya babalarının’’ artık yaşlanmış olmalarına rağmen işi bırakamamalarının temelinde de bu korku yatmaktadır.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2002
<B>AMERİKALI </B>bilim adamı ve sürekli muhalif <B>Noam Chomsky, </B>Türkiye'de insan hakları meselesini test etmek için buralara gelecekmiş. Keşke hiç zahmet etmeseydi, çünkü bunu test etmek için fazla seyahat etmesi gerekmeyen bizler ona test sonuçlarını kısa yoldan verebilirdik.
Durum pek iç açıcı değil burada Bay Chomsky, yakında daha da kötü olacak ve buna ne sizin ne de bizim yapabileceğimiz bir şey yok.
Türkiye'de hükümetler ve onları seçen kitleler demokrasiymiş, insan haklarıymış, özgürlüklermiş öyle sıradan şeylerle pek ilgilenmiyorlar.
Bu gerçeği kimse değiştiremedi ve değiştiremeyecek de, o şeylere önem verenler hep çok azınlıkta kalacak bu ülkede.
Ve siz buraya geldiğinizde de sizi alkışlayanlar sadece bu azınlık olacağından Türkiye'de tek bir şey bile değişmeyecek.
* * *
Şimdi diyecekler ki olsun onun dediklerinin etkisi Amerika'da duyulur, onun için gelsin.
Hayır efendim duyulmaz, çünkü o son yıllarda prestijini büyük ölçüde yitirmiş bir kişidir artık.
Bunu sadece 11 Eylül olayının hemen ertesi günü, ülkesinde acı yaşanırken, daha olayın üzerinden 24 saat bile geçmemişken ‘‘Bu olayın içerik olarak ABD'nin Sudan'a füze yollamasından farkı yoktur’’ demesinin, olayla ilgili göstermelik de olsa bir üzüntü göstermeyi başaramamasının memleketinde yarattığı tepkiye bakarak söylemiyorum.
Chomsky ülkesinden o kadar fazla nefret ediyor ki neredeyse bütün rasyonel düşünme yeteneğini kaybetmiş durumda.
Bir örnek vereyim. 1989 yılında Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel Washington'u ziyaret etti ve önem verilen bir devlet adamı olduğu için de ABD Kongresi'ne hitap etti.
Noam Chomsky sadece bu nedenle Vaclav Havel'i ‘‘savaş suçlusu Amerika'nın işbirlikçisi’’ olmakla suçladı çünkü bu ziyaretten kısa bir süre önce El Salvador'da ABD'nin desteklediği gerillalar bazı din adamlarını öldürmüşlerdi ve bu olay nedeniyle Chomsky hem bütün Amerikan Kongresi'ni hem de Vaclav Havel'i bir savaş suçlusu olarak görmeye başlamıştı.
Bunun son derece tuhaf ve çarpık bir bakış açısı olduğunu, iki olay arasında neden-sonuç bağlantısı olmadığını ona kimse anlatamadı.
Bunu anlamadığı gibi o konuşması nedeniyle Havel'in Stalinist eğilimler taşıdığını da etrafta söylemeye başladı.
Ona göre dünyada Amerika ne yaparsa kötüydü, bu nedenle de son olarak Bosna'da Miloseviç'e haksızlık yapıldığını anlatmaya başladı insanlara.
Neredeyse tüm dünyanın kasap, faşist olarak tanımladığı bu Türk ve Müslüman düşmanı ona göre yanlış anlaşılıyordu, çünkü ABD ordusu orada insanları ona karşı korumuştu ya sadece bu bile onun haklı olabileceğine kanıt olabilirdi, ABD'nin doğru bir iş yapması mümkün değildi.
* * *
Anlayacağınız Noam Chomsky'i kendi ülkesinde de kimse fazla ciddiye almıyor son zamanlarda.
Ülkesini seven bir muhalefet insanından, ülkesinden nefret eden bir sinirli saldırgana dönüştü ve bu nedenle de tavırları rasyonel olmaktan çıktıkça, onu dinlemeye hazır olan insan sayısı da hızla azaldı.
İnsanın kendi ülkesine muhalef olmasının, hele bu ülke ABD olduğu takdirde, o insana bir süre önemli prestij sağlayacağı kesin.
Ancak sürekli muhalifler bir süre sonra sadece kendi söyledikleriyle mutlu olmakla yetinip muazzam bir kısırdöngüye de giriyorlar
Gerçeklikten tamamen kopuyorlar ve kendi kısırdöngüleri içinde ha babam dönerlerken etraflarında kendilerine destek veren insan sayısının hızla azalmakta olduğunu da geç fark ediyorlar.
Bunu fark ettiklerinde de muhaliflikten, sinirli saldırganlığa geçiş yapmaları gerekiyor çünkü sadece bu şekilde bir süre daha sözlerine müşteri bulabileceklerini sanıyorlar.
Bir zamanların büyük mücadele adamı Chomsky artık trajik bir figür ve buraya gelip istediği kadar kalmasında da bir sakınca yok, çünkü artık onun hiçbir önemi yok.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2002
<B>ROMANDA </B>anlatılanlar gerçeğe benzer ve bir de güncel olduğunda romancının her zaman muhatap olduğu soruların yoğunluğu da artar. Anlatılanlar ne kadar gerçek ki?
Sen romancı, bu anlatılan olaylarda hangi konumdasın, hangi taraftansın?
Kitaptaki karakterler, gerçek yaşamda hangi insanlarla çakışıyor?
Bunlar son derece standart sorulardır aslında ve her büyük roman olayından sonra yoğun olarak da tartışılır toplumlarda.
***
Orhan Pamuk'un ‘‘Kar’’ adlı son romanını henüz okuma sürecindeyim.
Ancak bunun ‘‘büyük roman’’ kategorisine gireceği, en azından benim için daha kitabı bitirmeden belli oldu.
Bazen bir eserin daha ilk sayfasını okurken olağanın dışında bir şeyle karşı karşıya olduğunuzu hissedersiniz.
İlk cümlelerle çeker sizi kitap içine; Pamuk'un bu çalışması benim üzerimde böyle bir etki yaptı.
Bir yanda kitabı okurken, diğer yanda da onun konuşmalarını, çıkan tartışmaları, sorulan soruları da izlemeye çalışıyorum elimden geldiğince.
Gördüğüm kadarıyla ‘‘roman gerçekliği’’ meselesini Türkiye'de daha detaylı ve derinliğine tartışmamız gerekiyor.
‘‘Gerçekçi roman’’ adı verilen akım kafaları karıştırmış Türkiye'de bana göre. Romana ‘‘gerçekçi’’ tanımlaması getirildiğinde onun illa da birebir gerçek olayları aynen aktaracağı ve içinde yer alan roman kahramanlarının da gerçek yaşamda aynen benzerlerinin bulunması gerektiği düşünülüyor.
‘‘Roman gerçekliği’’ ise gerçek yaşamdan, gerçek yaşamdaki olay ve kişilerden esinlenirse de onlarla birebir çakışma göstermez hiçbir zaman.
Yazar, belki de 10 ayrı insanda tespit ettiği farklı huyları, tavırları ve ideolojinin yansımalarını tek bir kişide toplar ve bu açıdan da evet gerçek yaşamdaki kişilerden etkilenmiştir ama romandaki yaşamlar, yaşamdaki tek bir kişiye katiyen indirgenemez, indirgenmemeli.
Bu nedenle romana daha şimdiden gelmeye başlayan ‘‘ama biz öyle değiliz’’, ‘‘şehrimiz aslında böyle değil’’ gibisinden tepkilerin haklı olma olasılığı yok; çünkü roman gerçekliği bu tepkileri gösterenlerin tamamen dışında, onların dünyasından çok farklı bir kavram.
***
Her romancı ‘‘roman gerçekliği’’ kavramına sığınır.
Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, bu sığınma olayı olmasa roman yazılamaz zaten.
Ve evet, bu kavram romancının eline büyük de bir koz verir.
Yazar son derece güncel ve Türkiye düşünüldüğünde de son derece hayati konularda derin gözlemler yaparken, tavırları eleştirirken ve gayet tabii ki kendisi de belirli bir tavır alırken son aşamada durup ‘‘Ben tavır almıyorum, ben gözlemliyorum, tavır gibi algılanan şey ise sadece romanın gerçekliğidir, benim gerçek tavrımı birebir yansıtmaz’’ diyebilir.
Bu büyük bir güçtür ve romancı elindeki bu kozun farkında olduğu takdirde -ki Orhan Pamuk gayet tabii ki farkındadır bunun- toplumsal söylem içinde fikirlerini en rahat ifade edebilen insan haline de geliverir bir anda.
Bu Türkiye'de fazla alışık olduğumuz bir şey değildir, ama gelecek açısından da iyi bir şeydir.
Orhan Pamuk şu anda toplumda var olan farklı söylemleri, laikliği, siyasal İslam'ı aynı anda ve eşit uzaklıkta durarak sorgulama şansına sahip.
Sorgulamalarında yanlış yaptığı takdirde, hatalı adım atsa da bunlar onun üzerinde bir yük olamaz; çünkü sonuçta ‘‘roman gerçekliği’’ içinde yapıyor sorgulamalarını.
Bu lükse sahip olamayan bizlerin, onun eserlerini dikkatli okuyup anlamamız ve belki de hangi adımları atmamız gerektiğini de ondan öğrenmemiz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2002
<B>YAZININ </B>başlığına bakıp istifa edeceğimi düşünmeyin. Aslında geçineceğim para elimde olsaydı, geleceğimi güvence altına almış olsaydım bugünlerde masamı toplamaya başlamıştım çoktan.
Ve şu Ceza Kanunu 312 ve 159'daki yeni değişikliklerin olduğu gün de istifayı basıp giderdim.
Ama ne yazık ki bugün bunu yapacak gücüm yok ve faşist düşünce karşısında bir kez daha yenik düşmeye hazırladım kendimi.
***
Ceza Kanunu değiştiği anda bunun sadece kendi dışındaki uyumsuz insanları ilgilendireceğini sanıyor insanlar.
Örneğin benim gibi zararlı yazarların yola sokulacağını düşünüyorlar.
Çok da haklılar.
Mutlu olabilirler, çünkü bundan böyle rahatsız edici yazı okumayacaklar.
Ne kokar ne bulaşır yazarlar vardır ya bundan böyle ben de dahil olmak üzere herkes öyle olacak, onlar gibi yazacak.
Böyle olmak zorunda çünkü hükümet bunu böyle istiyor.
Açıkça söyleyeyim bizim meslektaşlar da büyük hayal kırıklığı yaratıyor bende.
‘‘Böyük’’ yazarlarımızın bu konuya el atmayıp sessiz durmaları, yaklaşan büyük tehlikenin kendilerini ilgilendirmediğini düşünmelerinden kaynaklanıyor olmalı.
Ne kokar ne bulaşır yazıları etkilenmeyecek ya yeni düzenlemeden, sessizce oturmuşlar bu memlekette insanların artık tek ses duyurma yeri olarak kalmış olan şu gazete káğıdının üzerine vurulacak son darbeyi de umursamadan bekliyorlar.
Eminim gizlice sevinenler de vardır içlerinde.
Son zamanlarda bir ádet çıktı memlekette, her konuşmaya başlayan bizim mesleğe vurmadan edemiyor.
Dedikleri her şey haksız değil ama unuttukları bir şey de var.
Bugün gelinen noktada bazı meseleler gündemde tutulabildiyse, bazı şeyleri hálá daha kaybetmediysek bu, şu elinizde tuttuğunuz gazete káğıdı sayesindedir.
Bu gazete káğıdının üzerinde kendimiz adına değil bazı ilkeler adına cesur olabildiğimiz kurtarılmış bölgeler vardı, yakında bunlar da elden gidiyor ve şunu bilin ki bu bize şahsi bir darbe, evet tamam ama siz okuyuculara vurulan asıl büyük darbeyi anladığınızda, kavradığınızda, medyadaki bu günleri özlemeye başladığınızda, o günler geri gelsin biz ona razıyız dediğinizde iş işten çoktan geçmiş olacak.
***
Bu köşenin geçici kiracısı olarak şunu bilmenizi isterim. Bunca yıldır yazıyorum, memlekette uçuk kaçık yazılar yazan insan olarak, söylenemeyenleri dile getiren olarak bilinirim ama bugüne kadar hakkımda tek bir tazminat davası açılmadı.
Tek kuruş bile ceza almadım.
Çünkü ben zaman zaman hakkında yazdığım insandan, partilerden, hükümetlerden tiksinebilirim ama yazıya karşı saygım sonsuzdur.
O saygıyı hiçbir kanun, hükümet elimden alamaz.
Yazıya saygım olduğu için de dikkatli yazmışımdır hep onu mahkeme kapılarında süründürmemek için.
Ve bu saygım nedeniyle de yapılması planlanan Ceza Kanunu değişiklikleri yapıldığı gün aslında bu köşe kapanıyor, haberiniz olsun.
Aç kalmamak için yazmayı sürdüreceğim ama siz dikkatli okuyucular köşenin aslında kapanmış olduğunu, başka bir sayfanın zorunlu olarak açıldığını hissedeceksiniz, bunu biliyorum.
Bu kişisel bir darbedir.
Ama bu darbenin sadece kişisel kalacağını zannediyorsanız öyle bir yanılıyorsunuz ki .
Bekleyin göreceksiniz...
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2002
<B>HAFTA </B>içinde son derece fantastik bir olay yaşandı. İlk önce polis neye benzediklerini bilmedikleri satanistleri aramaya başladı.
Neye benzediklerini bilmedikleri halde onları buldu.
Sorgulamaya götürdü.
Sonra serbest bıraktı ama polisimiz çok başarılıydı.
Çocuklardan itiraflar alınmış ve gerçek suçlular bulunmuştu bile.
Bunu net olarak biliyoruz çünkü polisin kafası bu kez çok daha netti, neyi aradığını iyi biliyordu, aranan satanistbaşı sonunda bulunmuştu.
Ve bütün bu sistematik çalışmalar sonucunda son derece planlı bir baskın düzenleyerek müzik dükkánındaki Pink Floyd CD'lerini tutukladılar.
*
Henüz daha bu suç kanıtları basına gösterilmedi.
Şu anda İstanbul'da bazı polislerin Pink Floyd dinleyerek, şarkılarda suç kanıtı bulmaya çalıştıklarını düşünmek bile insana sonsuz mutluluk veren bir olay.
Bunu bir hayal edin lütfen, bakın görün siz de içinizde büyük bir sevinç duyacaksınız ister istemez.
Polis olayı çözdükten sonra bu suç kanıtlarını da mutlaka medyaya gösterecektir.
Hani basın mensupları odaya alınır da bir masanın üzerine kanıtlar sıralanır ya, hani suç kanıtı olarak daktilolar, kitaplar filan gösterilir ya, bu kez de masada Pink Floyd CD'leri bulunacak.
Grubun elamanları hakkında kırmızı bülten çıkartırlarsa da şaşırmayın.
*
Anladığım kadarıyla gözaltına alınan gençlerden bir tanesi ‘‘Sen satanist misin, itiraf et’’ dediklerinde polise bakıp, ‘‘Siz kafayı mı yediniz ne satanisti be, ben Pink Floyd'cuyum’’ demiş olmalı ki böyle şeyler oldu daha sonra.
Bu olaylara bakınca ben Türkiye'nin hiçbir problemini mantıki olarak çözmesine imkán olmadığını tekrar görüyorum.
Ben umudumu tamamen kaybettim ve artık sosyal sorunlarla uğraşmak yerine müzik dinlemeye vereceğim kendimi.
Ve beni öyle Pink Floyd filan da kesmez bu aşamada artık.
Megadeth filan istiyorum ve bu da kendi kendimi ihbar olarak kabul edilirse çok mutlu olacağım.
Polis bir de suç kanıtı diye Megadeth dinlerse artık ondan sonra olacakları siz düşünün.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2002
<B>ALLAH </B>onları başımızdan eksik etmesin, sosyal demokratlar yepyeni bir buluşla ortaya çıktılar. Dün okumuşsunuzdur, bu buluş ‘‘liderlikte boş koltuk’’ formülü olarak gazetelere yansımıştı.
Konu hakkında yazan arkadaşlar, sosyal demokratlarla alay etmişler.
Buna bir itirazım gayet tabii ki yok; yani bu memlekette alay edilmeyi hak eden insan ve kurumlar ‘‘Top 10’’ listesi düzenlenseydi, bunda sosyal demokratlar istikrarlı olarak hep bir numarada olurlardı.
Ancak ‘‘boş koltuk’’ önerisi, onların bugüne kadar ortaya atmış oldukları en radikal fikirdi bence.
Toplum düzenini sarsıcı, yıkıcı ve aşırı bir fikirdi ve gayet tabii ki onlar bunu istemeden yaptılar ama yaptılar işte.
Bence bununla alay etmek yerine, bu öneriye sahip çıkmamız ve olayı daha da derinleştirmemiz gerekiyor.
***
Bugün bir seçim olsa, liderlik koltuğunu boş bırakarak seçime girecek parti kesinlikle en yüksek oyu alır.
Seçim meydanlarında boş koltuğun platforma çıktığı meydanda en fazla halk toplanır.
Düşünsenize olayı. Komşu ilde Mesut Yılmaz konuşurken meydanda taş çatlasa 100 kişi var, boş koltuğun öylece durduğu seçim meydanına ise 10 binler toplanmış.
Ne kadar radikal, yıkıcı bir güzellik olurdu bu, değil mi ama?
Bizim halk kafa bulmak için o boş koltuğu daha çok alkışlar, ona tezahüratlar yapar, isimler bulur, meydanlarda ona sevgi gösterilerinde bulunur, türküler çığırır.
Lideri boş koltuk olan parti seçim öncesinde kongre yapsa, delegeler boş koltuk salona getirildiğinde onu omuzlara alır, salon içinde dolaştırır.
Böyle şeyler Türkiye'de bir kez yaşansa, bu ülkede başımıza çökmüş olan siyaset anlayışı tamamen silinir gider ve yepyeni gelişmeler de olur, buna inanın.
***
Ve şuna da kesin inanın ki, lideri boş koltuk olan parti, seçim olması durumunda iktidara mutlaka gelir.
Bizim halk bu ortamda bunu mutlaka yapar, oylarını o partiye verir.
Bir de boş koltuğun, memleketi bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün başbakanlardan çok daha iyi idare etmeye başladığı görülünce de...
İşte o zaman Türkiye 21'inci yüzyılı yakalama şansını ele geçirir.
İçleri tamamen boş olan siyasetçiler silinir gider, memleket onlardan kurtulur.
Boş koltuk sayesinde ortalık temizlenir ve biz de belki o zaman geleceğimizi kurtarma yolunda gerçek adımları atmaya başlayabiliriz.
***
Sosyal demokratlar bilmeden, istemeden, memlekete hayırlı olacak bir fikir ortaya attılar.
Bilerek, isteyerek bunu yapmaları mümkün değildi gayet tabii ki; çünkü akşam yemeğinde ne yenileceği gibi konularda bile düşünmeye başlar başlamaz birbirleriyle kavgaya tutuşup düşünmelerinin sonunu bir türlü getiremiyorlar.
Düşünmeden iyilik yaptılar bize ve bu nedenle, kendimi zorlayarak da olsa bugün onlara bir teşekkür etmek boynumun borcu.
Lütfen ilerde bunu aleyhime kullanıp, sen bir zamanlar sosyal demokratlara teşekkür etmiştin diye hatırlatmaya filan kalkmayın.
Aleyhime kullanmayın bugünkü yazımı.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2002
<B>GENÇ </B>insanların intihar etmeleri konusu, magazin dünyasına ait olması ve orada kalması gereken düşünce yapılarıyla anlaşılamaz. Meselenin gayet tabii ki bireysel bunalım yönü var, ancak bu gençleri bunalıma iten, onun daha temelinde yatmakta olan toplumsal bunalım var.
Türkiye'de eğitim kurumu tamamen çökmüş durumda.
Okullar, genç insanları kurup hayata otomatik oyuncaklar olarak sürmekten başka bir işe yaramıyorlar. Kurgular da çabuk boşalıyor.
Yaşamın dramlarını, acılarını, zorluklarını karşılayıp, bunlara dayanabilecek zihinsel gücü eğitim sürecinde alamıyor gençler.
Anne babalar bir yandan bu acılara, zorluklara, dramlara kendileri zor bela dayanmaya çalışırlarken, bir yandan da çocuklarını korumaya, onları hayata karşı zırhlandırmaya çabalıyorlar.
Yazık onlara, kimsenin gücü yetmez ki böyle bir işte tek başına kalmaya.
Başka ülkelerde kurumlar işte bu nedenle var; insanlara yardımcı olmak, onlara çocuklara yardım etme sürecinde el vermek için var okullar medeni dünyada.
Türkiye'de ise eğitimdeki çöküntü nedeniyle çocuklar, hayata karşı artık zırhsız. Bilgi küpü olmaları yetmiyor hayata dayanabilmeleri için ve kişisel bunalımların da işe karıştığı durumlarda olay bir yeni acı intihar vakası olarak gelip vuruyor bizleri.
***
Hayatın temelde trajik olan akışına karşı bireye en iyi zırhı iki şey sağlayabilir.
Bunlardan ilki felsefedir.
Diğeri de dini inançtır.
Türkiye'de ikinci zırhın insanlar tarafından giyilmesi önünde önemli engeller var.
Bunlar sadece resmi tavrın yasakları açısından oluşan engeller de değil.
Modern dünyada gayet de hoş olabilecek, insana dayanma gücünü verebilecek, hayatı bireye güzel yapabilecek bu dini inanç zırhına Türkiye'de öyle anlamlar yüklediler ki, birçok insan bu zırhı üzerinden atmak zorunda kaldı.
Koruma yapması gereken zırh, bazı insanları yükü altında daha da ezdi.
Bireye hayata dayanma gücü verebilecek diğer zırh ise felsefedir.
Felsefeyi öğrenmek, okumak öylesine önemlidir ki inanamazsınız.
Biliyorum biraz abartılı bulacaksınız bu lafımı ama ben, çocuklarımıza ortaokuldan itibaren felsefe okutmayı başarabilseydik eğer, bugün o kızlar, oğlanlar hayatta olabileceklerdi diye düşünüyorum. Buna inanıyorum.
***
Şimdi duruma bakalım.
Dini zırh, toplumun en problemli konusu haline gelmiş.
Felsefi zırh ise eğitim sistemi tamamen çöktüğü için verilemiyor.
Bütün kollama, koruma görevi anne ve babaların omzuna kalmış.
O omuzlar da yıllardır yük üstüne yük almış.
Artık ne yapacağını şaşırmış büyük bölümü.
Toplumda büyük, anormal bir kara delik oluşmuş.
İçine gireni yutup duruyor ve biz bunun farkına, illa da yeni bir genç daha gidince varmakta ısrarlıyız.
Ne acı, ne acı bu memleketin durumu.
Yazının Devamını Oku