NEW York Times Gazetesi'nin pazar kitap ekinde kapak konusu Anthony Blunt'dı.
Anthony Blunt İngiltere tarihinde ‘‘dördüncü casus’’ olarak bilinen kişidir.
Bu ülkede son derece ilginç bir sosyal vaka yaşanmıştır.
Oxford, Cambridge gibi toplumun üst sınıflarından insanları okutan yerlerde eğitimini yapmakta olan, yine üst sınıf ailelerden gelen ve yönetici olması amacıyla yetiştirilen bazı genç insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde Sovyet ajanı olmuşlar ve Batı dünyasına büyük darbeler vuracak bilgileri Sovyetler Birliği'ne aktarmışlardır.
Kim Philby, Guy Burgess, Donald Maclean hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bunlar hakkında filmler de yapıldı.
Dördüncü üst düzey bir casusun var olduğu çok uzun süre tartışılmıştı İngiltere'de.
Onun var olduğu biliniyordu, hatta şüpheler bir ismin üzerinde Anthony Blunt'da toplanıyordu, ancak kesin delil ortaya çıkarılmadığından o normal yaşamını sürdürüyordu.
Sonunda onun dördüncü ajan olduğu ortaya çıktı ve büyük bir skandal koptu.
Çünkü kendisi büyük bir sanat tarihçisi olmakla birlikte Kraliçe'nin sanat danışmanıydı.
Hemen her gün sarayda İngiltere kraliyet ailesiyle birlikteydi ve bu gerçek de kendisinin bir casus olduğunun ortaya çıkmasının yarattığı darbeyi daha da acı hale getirmişti.
* * *
Toplum tarafından dışlandı gayet tabii ki Blunt.
Elinden bütün unvanları alındı.
Ve bir gün onun elinden akademik unvanının alınması için bir başvuru da yapıldı.
Akademik kurul toplandı.
Ve sonunda karar alındı.
Kurul, Blunt'ın bir casus olmasının onun bir sanat tarihçisi olarak değerini ortadan kaldırmayacağını, akademik kariyerinin farklı olduğunu, casus olduğu gerekçesiyle akademik unvanı elinden alındığı takdirde bunun akademik özgürlüğe bir darbe anlamına geleceğini, böyle bir gelişmeye izin vermeyeceklerini açıkladı.
* * *
Sevgili okurlar.
Ben böyle şeyleri her okuyuşumda içimi sonsuz bir hüzün kaplıyor.
Açıkça söyleyeyim, böyle durumlarda da keşke hep o tür bir ülkede doğmuş olsaydım diye düşünüyorum.
Düşünsenize adam ülkesini satmış ve bilim adamları çıkıp ben bunu onun bilim hayatından ayırabiliyorum diyebiliyor.
Ne muhteşem bir olay! Ne muhteşem, ne güzel...
İngilizler Türklerden daha mı az seviyorlar memleketlerini?
Onlarda vatanları için mücadele etme geleneği yok mu, bu sadece Türklerde mi var?
İngilizlerin kanı akmadı mı ülkeleri için, onlar bayraklarını görünce duygulanmıyorlar mı?
Hepsi var gayet tabii ki onlarda ve bilim adamı buna rağmen ülkesini satmış olan bir insanın bilim özgürlüğünü savunabildiği için onlar büyük ve özgür ülke olabildiler.
* * *
Biz 21'inci yüzyılı fena halde ıskaladık.
Bakıyorum da şimdi içinde bulunduğumuz yüzyılı da ıskalamamamız için görünürde pek bir gelişme yok.
Birçok insan bu tespite katılmıyor, ülkemizin hızla geliştiğini iddia ediyor.
Ama farklı yerlere bakıyoruz da ondan farklı düşünüyoruz.
Eğitim sistemimiz çökmüş durumda. Üniversiteler sadece bazı akademisyenlerin hálá daha mücadeleden pes etmemeleri nedeniyle zar zor ayakta duruyor.
Onların arkasından gelecek, yeni yetişen gerçek bilim adamı sayısı olağanüstü az.
Ve sistem zaten az sayıda olan bu insanları da pes ettirmeye, lanet olsun demeye itecek her türlü tedbiri almakta ısrarlı.
Bilim, düşünce üretimi, bilimi arkasına alarak dünyaya meydan okuyacak cesaretin ülkede gelişmesi çok ama çok önemlidir.
Türkiye'nin asıl yumuşak karnı orada. Bunun olması isteniyor nedense bizde.
İşte asıl bu zayıflığımız bizi dünyada üçüncü sınıf ülke haline sokacak, sokuyor.
Ekonomik kriz bile önemli değil bu düşünce düzeyindeki krizin yanında, çünkü dünyada düşünce yardımı yapacak bir IMF yok.
Bilim adamına İngilizler gibi sahip çıkabilecek ve dünyaya sadece düşüncesine, bilgisine güvenerek meydan okuyabilecek bilim adamlarına kucak açacak bir Türkiye'yi çok özlüyorum.
Ve açıkça söylemek gerekirse bu özlemimin giderileceği konusunda da umudum hiç ama hiç kalmadı artık.