İLK önce Hasan Cemal konuyu açtı. İki yıl önce yaşanmış bir anısını köşesine taşıdı.
Başbakan Ecevit ile aynı uçakta memlekete dönerken, Can Dündar'ın kitap imzalatmak için Ecevit'in yanına gittiğini, Başbakan'ın birkaç kez sanki elinde kalem varmış gibi boş elini sallayarak kitabı imzalamaya çalıştığını, sonra eline kalem tutuşturulmasıyla imzayı ancak atabildiğini açıkladı. Ben de bunu bir fırsat bilerek gazetecilerin çok uzun zamandır bildikleri bir meseleyi, ülkeyi yönetme iddiasında olan bir insanın sağlık durumunu neden gizli tutmaya çalıştıkları konusunu gündeme getirdim.
Kimseyi suçlamıyordum bu konuda, ben de bu işin içindeyim, gerçi ben bir yıl önce Ecevit'in sağlığının artık kişisel değil bir ulusal güvenlik sorunu haline geldiğini yazarak suskunluğumu bozmuştum ama ben de meslektaşlarım kadar oynanan oyunun bir parçasıydım.
Dolayısıyla meselenin gündeme gelmesi en azından bizlerin yaptıklarımızı gözden geçirmemize yol açabilirdi diye düşündüğümden söz konusu yazıyı yazdım.
* * *
Can Dündar geçen cumartesi günü ‘‘Niye yazmadık?’’ başlıklı yazıda Başbakan Ecevit'in sağlık sorunlarını gazetecilerin neden gizlediği meselesini şu şekilde açıkladı:
‘‘Önceki gün Hürriyet'te Serdar Turgut, özeleştiri içeren bir yazıda bunu soruyordu. Olan biteni bildiğimiz halde niye yazmamış, gerektiği kadar sesimizi yükseltmemiştik. Bu soruya benim basit bir cevabım var: Çünkü insanız.
Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de, o ‘her şey' içine habere konu olanların mahremiyetini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız.
‘Konu' Başbakan olsa bile.’’
* * *
Sevgili okurlar.
Can Dündar yazısında belki isteyerek belki de istemeden beni bir insanın özel yaşamının mahremiyetini düşünemeyecek kadar ‘‘insanlık dışı’’ bir konuma itmiş durumda.
Bu önemli değil, burada kişisel düzeyde algılanabilecek meselelerle alakalı değilim. Ancak yanlış anlamalarla oyalanmayalım, bu ülkeyi yönetme iddiasında olan, bir imzasıyla bir sözüyle bizlerin hayatlarıyla oynama gücü bulunan, çocukları savaşa gönderme yetkisi olan, Türkiye'yi batırabilecek de çıkaracak da güç eline verilmiş olan bir insanın sağlık meseleleri artık özel değildir.
O insanın karar verme gücünün tam çalıştığından emin olmak bizim hakkımızdır. Vatandaşların gazetecilerden beklediği ise bu konuda kendilerine net bilgi vermeleri ve neyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarılmalarıdır. Bunu yapmadığımız takdirde yanlış yapmış oluruz ve bu yanlışımızın faturasını da ülke çeker. Çekmiştir de zaten...
* * *
Bu ülke Başbakan Ecevit'in kavgalı MGK toplantısından sonra yaptığı tek bir açıklama ile Cumhuriyet tarihinin en büyük krizine girdi. Hatırlayın bunu. Bu ülkenin başbakanı belki de onlarca defa başında bulunduğu hükümetin icraatları konusunda ‘‘İçime sindiremiyorum’’ diye konuştu. Kendi icraatları hakkında içime sindiremiyorum derken acaba Başbakan yapmış olduğu icraatın anlamını sonradan mı kavramıştı ki?
2 yıl önce bile kitap imzaladığını sanırken boş elini sallayan Başbakan hangi kararlarını bilinçli aldı? Hangi imzası geçerli, o MGK toplantısından sonra konuşurken sağlığı tam yerinde miydi, bundan sonra hangi kararları ne durumda alacak, risk altında mıyız? Acaba açıklamalar o şekilde olmasaydı milyonlarca insanın yaşamını riske atmadan geçirebilir miydik o krizi? İçine sindiremediğini açıkladığı kararların alınmasına neden izin verdi, o kararlar alınırken sağlık durumu nasıldı?
Bunları sormak gerekmiyor mu? Gerekmiyor muydu? Bırakalım bu şiirsel görünümlü lafları. ‘‘İnsanlık’’la filan alakası yok bu işin. Düpedüz biz gazetecilerin işimizi tam yapmamış olmamız durumu var ortada.
Bu ülkede Başbakan'ın iş göremeyecek halde olmasına rağmen ayakta tutularak görev başında bekletilmesinin nedenleri çok farklıdır.
‘‘İnsanlık’’ bu nedenler arasında katiyen yoktur, hatta meseleyi zorlarsanız bence Başbakan'a yüklenen ağır görev insanlık dışıdır bile.
Gerçekler başka, bizler bunu biliyoruz ama tartışmıyoruz. Bunu ‘‘insanlık’’ uğruna yaptığına inananlar da vardır gayet tabii ki gazeteciler arasında ama şunu bilin ki bizim bu ‘‘insanlık’’ oyunumuzun faturasını Türkiye ödüyor. Ödeyecek de.
Bir gün geçtiğimiz dönemin altındaki gerçek dinamikleri dürüstçe tartışmaya hazır olursak, benim de bu konuda edeceğim bazı laflar olacaktır. O güne kadar susacağım bu konuda, tartışmanın olabileceği sinyallerini başkalarının vermesi gerekiyor ama lütfen en azından o ‘‘an’’a kadar‘‘insanlık gereği’’ filan gibi palavralar atarak meseleyi daha da vıcık vıcık hale getirmeyelim.
Çünkü yaşadığımız dönemin gerçek dinamiklerinden haberdar olan bizlere kendi almış olduğumuz tavırların ‘‘insanlık’’ gereği olduğunun anlatılması tüm meslektaşların zekásına bir hakaret anlamına geliyor.