Su içmek için tam 46 ayrı nedenimiz olduğunu duyunca siz de şaşıracaksınız. Çok bilinen bir reklamdaki gibi: Su Hayattır!
"Hasta Değil Susuzsunuz" kitabında vücudumuzun tam 46 nedenle suya ihtiyaç duyduğunu anlatan Dr. Batmanghelidj bu nedenleri şöyle sıralıyor:
1- Hiçbir şey susuz yaşayamaz.
2- Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını önce bastırır, sonra öldürür.
3- Su temel enerji kaynağıdır, vücudun "nakit akımıdır."
Hayat bazen insanları kötü olaylarla sınıyor. Son zamanlarda ne çok sıkıntı yaşıyoruz. Her sıkıntılı ve üzücü olay için ‘bu son olsun inşallah’ diyoruz ama olmuyor. O acıyı tazeleyecek hatta neredeyse unutturacak yeni acılar geliyor üst üste.
Ülkemizin birincil toplusal sorunu trafikti, sonra birden bire şiddet ilk madde oluverdi. Trafik terörü hala devam ediyor, yollarda yüzlerce can kaybediyoruz. Neler yapılacak, ne tür önlemler var bilemiyorum çünkü kaybımızda bir azalma olmadığı ortada. Ancak biz son zamanlarda özellikle kadına ve çocuklara yönelik şiddeti konuştuk aylarca, hala da konuşuyoruz. Henüz çözümlenen bir şey yok ama konuşuyoruz. Umarım gerçekten şiddete çözüm buluruz toplumca.
Bir toplumun her bireyi, yaşanan sorunu sorun olarak görmedikçe sorun ne olursa olsun çözüme ulaşmak mümkün değil. Özellikle konu şiddet olunca sesler çok fazla yükselmiyor. Zira insanımıza gelişim sürecinin neredeyse her aşamasında şiddet uygulayan ve bunu doğal sayan bir toplumun üyeleriyiz. Bir çocuk önce evde anne babasından ve kardeşlerinden, okulda öğretmenlerden ve sokakta arkadaşlarından şiddet görerek büyüyüp, kadınsa evliliğinde eşinden şiddet gören, erkekse eşine ve çocuklarına şiddet uygulayan bir birey olarak aramıza karışıyor. Normal karşılıyoruz çocuklara dayak atmayı, hatta bunu o kadar normal görüyoruz ki, ‘dayak cennetten çıkmadır’ diye bir sözümüz bile var. Önceki yıllarda karı koca arasında kavga olduğunda ya da kadın eşinden şiddet gördüğünde ‘aman karı koca arasına girilmez,döver de sever de’ gibi bir anlayışımız vardı. Ne zaman ki uygulanan şiddet can almaya başladı, o zaman anladık ki bu normal bir durum değil. Üstelik araştırmalar şiddet uygulayanların çok da eğitimsiz, cahil olmadıklarını gösteriyor. Eşine ve çocuklarına şiddet uygulayanlar arasında üniversitede öğretim görevlisi olan hocalar, toplumun her kademesinden üst düzey yöneticiler, eğitimciler, iş adamları var. Demek ki eğitim tek başına şiddeti önlemede yeterli değil. Sosyolojik başka değişkenler var.
Konuyla ilgili gazetelerde her gün haberler yer alıyor, o kadar ki artık duyarsızlaştık. Bu haberleri okumaktan sıkılan ‘aman gene mi şiddet haberi’ diyen insanlar var. Oysa bu toplumsal bir yaradır ve bir an önce kalıcı, önleyici çözümler aranmalıdır.
Derken fark ettik ki bizim en önemli sorunumuz aslında terör. Geleceğimizi, gencecik çocuklarımızı terör belasından yitiriyoruz. İnsanların kökenlerini vurgulamaya dayalı bir garip kavganın, en masum kurbanları 20’li yaşlarında yok olan çocuklarımız. Tek suçları asker olmaları, polis olmaları, öğretmen olmaları, bu toprağın insanları olmaları. O bombanın patladığı, o silahın ateşlendiği yerde olmalarından başka hiçbir etkinlikleri olmayan delikanlılarımız annelerini-babalarını ve tüm sevenlerini yakarak can veriyorlar. Biz toplum olarak hem vicdani, hem de insani olarak büyük yaralar alıyoruz. Asıl yarayı alanlar da yok olan canların, şehitlerimizin yakınları, çocukları. Onlar babasız bir hayatın yükünü küçücük omuzlarında taşımak zorunda kalan masum çocuklar. Ne zaman bu kan duracak, ne zaman gençlerimiz terör nedeniyle ölmeyecek bilmiyoruz. Son hafta verdiğimiz şehitlerin ardından topluca bir yasa bürünmüşken, Pazar günü doğudaki illerimizden Van’dan gelen haber hepimizi yeniden yasa boğdu. Neredeyse 12 yıldır unutmaya çalıştığımız deprem kara yüzünü Van’da gösterdi. Yüzlerce ev yıkıldı, yüzlerce insan enkaz altında kaldı. Kaybettiğimiz can sayısının da ben bu yazıyı yazarken bini bulacağı yorumları yapılıyordu haber kanallarında. Hepimiz sarsıldık yeniden. Nasıl yardımcı oluruz diye arayışlara girdik. Devletin tüm yetkilileri çok hızlı olarak organize oldu ama eldeki makineler, yardımcı olacak uzman sayısı ve ulaşım şartları sınırlı olduğundan kayıpların yaşanması engellenemiyor maalesef. Deprem bir doğal afet elbette, ama biz deprem oldu diye yaşamıyoruz bu kayıpları. El yordamıyla yapılan binalar, sağlıksız koşullarda oturulan evler Azrail'imiz oluyor. Üstelik görülen o ki, eski yaşananlardan da ders almamışız. Depremden can kaybı olması da bir yere kadar normal karşılanabilir belki ama bu kadar çok can kaybı insan ihmalinin göstergesidir. Bir yerlerde yanlış var, acilen düzeltilmesi gereken şeyler var. Bunlar düzeltilmezse, gereken önlemler alınmazsa biz daha çok canlar kaybedeceğiz. Görünen köy kılavuz istemiyor işte, durum ortada...
Bir acının yasını tutamadan başka acılar yaşıyoruz. Başka acılar olmasın dilerim. Başka canlarımız gitmesin. Ne trafikten, ne terörden, ne doğal afetlerden ölmeyelim artık uzay çağında… Modern çağ dediğimiz bu süreçte, gerçekten modern bir trafik anlayışımız olsun, insanca konuşmasını, anlaşma yollarını bulacak iletişimi öğrenelim. Modern binalarda sağlıklı koşullarda yaşayalım.
Zor zamanlar yaşıyoruz, evet. Zor zamanlar bittiğinde umarım insanca yaşamanın değerini öğrenmiş bireyler olarak, insana ve insan hayatına gereken önemi verebilelim.
İnsan yok etmemeli, insan yapmalı, üretmeli, paylaşmalı, değer vermeli, değer görmeli, değer katmalı. Bunları yapmadığımızda ortaya çıkan durum kaostur.
Yaşlanmak, yıllarla birlikte ileriye doğru gitmek demek değildir her zaman. Yaşlanmak en çok geriye gitmektir aslında.
Anılarınız ne kadar çoğalmışsa, ne kadar çok çocukluğunuza özlem duyuyorsanız ve ne kadar çok geçmişe dönük anı biriktirmişseniz, o kadar uzaklaşmışsınız demektir geçmiş yıllardan. Bugüne olan mesafeniz artmıştır artık özlem duyduğunuz yıllardan. O kadar yaş almışsınızdır bir anlamda da. Yani yaşlanmışsınızdır.
Yaşlanmak Ustalıktır
Yaşlanmak kaç yıl yaşadığınızla ilgili bir şey değildir ya da hayattan ne kadar bezmiş olduğunuzla. Yaşlanmak yaşamaktan zevk alanların, her anı yaşayarak yaşlananların işidir. İşin ustası onlardır.
Bu konuda bazı araştırmalar yapılmaktadır ve çocuğun oynadığı oyuncak ve oyunların gelecekte seçeceği meslek hakkında ipuçları verdiğine dair bazı görüşler ileri sürülmektedir.
Bu görüşlere göre çocuk ilgi alanlarına yönelik oyuncaklarla oynamakta ve yetişkinliğe eriştiğinde başarılı olacağı mesleği bu yolla gösterebilmektedir.
Örnek olarak; bir müzik aletiyle oynayan bir çocuğun duygusal özellikler taşıdığı, bedensel, mantıksal, matematiksel zeka ile müzik zekasının daha fazla geliştiği, bu nedenle meslek olarak müzisyenlik, yazarlık ya da matematik bilimleri alanlarında çalışacağı yönünde düşünceler vardır.
Aynı şekilde, küp bloklar ve oyun hamuruyla oynamaktan hoşlanan bir çocuğun; görsel, mantıksal, matematiksel ve bedensel zeka gelişimi açısından ileride seçeceği meslek dalları mimarlık, ressam, heykeltıraş gibi sanatsal ve çizimsel kabiliyete dayanan iş bölümleri olabilir.
Buna göre; topla oynayan bir çocuk için de bedensel, sosyal-iletişim ve görsel zekasının gelişmiş olduğunu, hareketle ilgili mesleklerde başarılı olabileceğini ve sporun değişik dalları, organizasyon ya da mimarlık gibi mesleklere yönelebiceğinden söz edilmektedir.
Bu bilgiler ışığında ortaya çıkan durum şudur: "Çocuğun ilgi gösterdiği oyuncak türü ne olursa olsun çocuk oyun ve oyuncakla kendini ifade yolu bulmaktadır. Bu nedenden dolayı da mutlaka çocuğun hem kişilik yapısı, hem zeka ve fiziksel düzeyi, hem de ilgi alanları doğru saptanmalıdır."
Oyuncaklar Çocuğun Gelişimini Olumsuz Etkiler mi?
Oyuncakların çocuğun gelişimini olumlu yönde etkilediği ve mutlaka oynaması gerektiği düşünülür ve bu doğru bir düşüncedir. Yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun her çocuk oyunla ve oyuncakla büyümelidir. Ancak doğru oyuncak seçimi ciddi bir önem taşır. Bu açıdan gelişimini destekleyecek oyuncaklar seçtiğini zannederek yanlış seçimlerde bulunan aileler olduğu da bir gerçektir. Malesef birçok ebeveyn bu yanlışa düşmektedir.
Greather Idobo Falls Bilim Fuarında bir lise öğrencisi, yöre halkını hazırladığı bir projeyi imzalamaya davet etti. Delikanlı dihydrogenmonokside adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını, buna olanak bulunmaması durumunda ise maddenin çok sıkı bir şekilde denetlenmesini istiyordu.
Söz konusu maddenin zararlarını, duvarlara astığı afişte açıklıyordu.
1- Yoğun kusmalara ve terlemelere neden olabilir.
2- Doğaya büyük zararlar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.
3- Gaz biçimine dönüşmüş durumuyla, çok ciddi yanıklara neden olabilir.
Güneş ve rüzgar kimin daha güçlü olduğunu tartışıyorlarmış.
Rüzgar: “Ben daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım. Şu karşıdaki paltolu yaşlı adamı görüyor musun? Paltosunu senden daha hızlı çıkaracağıma bahse girerim demiş.”
Güneş bir bulutun arkasına çekilmiş ve rüzgar kasırga şiddetinde esmeye başlamış. O kuvvetle estikçe ihtiyar adam paltosuna daha sıkı sarılıyormuş. Sonunda rüzgar pes edip durmuş. Güneş bulutların arkasından çıkıp yaşlı adama nazikçe gülümsemiş. Çok geçmeden adam alnındaki teri silip paltosunu çıkarmış.
Sonra, rüzgara dönmüş güneş, nazik ve dostça davranışın, şiddet ve güç gösterisinden daha etkili olduğunu söylemiş.
Bu mini hikayenin yazarı İmparator Krezüs’ün sarayında yaşayan ve aslında Yunan’lı bir köle olan Ezop’tur. İ.Ö 600 yıllarında her birinden ayrı dersler çıkarılabilen küçük öyküler yazmasıyla tanındı.
Günümüzde de benzer öyküler hep aynı şeyi anlatır. Devirler ve yazanlar değişse de, yaşananlar demek ki aynı. İnsan olmanın erdeminden uzaklaştığımız, kendimizi ve çevremizi zorladığımız zamanlarda bu tip küçük hikayeler, yanlış giden yönleri hatırlatıyor bize.
Kendimizi ve sevdiklerimizi hatta hiç tanımadığımız bir çok insanı gereksiz yere, haksız yere üzdüğümüzü unutuyoruz. Sesimizi yükselttikçe, gücümüzü de yükselttiğimizi düşünüyoruz. Kırıp dökmeden, bağırıp çağırmadan var olabilmek, belki de günümüzde çok zor. O kadar küçüldü ki soluk aldığımız alanlar. Birbirimizle o kadar bitişik yaşıyoruz ki. Betonlar arasında gökyüzünü bile göremeden geçirdiğimiz her günün akşamı, bütün enerjimiz bitmiş halde geldiğimiz evlerimizde bu defa ekranların bombardımanına tutuluyoruz. Her birimiz bir ekran karşısında dünyayla ilişki içinde olmaya çalışıyoruz.
Ama acaba hiç düşündük mü, gerçek olan hangisi, gerçek dışı olan ne?
Okullar açıldı ve çok şükür biz anneler ve çocuklar hep beraber daha düzenli bir hayata geçiş yaptık. Erken yatıp erken kalkmak konusunda zaman zaman sıkıntılar yaşasak da sonuç olarak uyulması gereken bazı düzenlemelerden sonra çok fazla sorun yaşanmıyor. Okul fobisi yaşayan ya da daha ilk günlerin heyecanıyla anne-babasından ayrılmak istemeyen çocukların bir çoğu da artık okula alıştı ve ailelerin okul önlerinde perişan olma dönemleri de bitti.
Okulların açılmasına haftalar kala Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği ve İl Sağlık Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamalar bir anne olarak beni çok mutlu etti. Okul kantinlerinin sıkı denetim altında tutulacağı, şekerli gıdaların satılmasına izin verilmeyeceği, gazlı içeceklerin kantine sokulmayacağı, hamburger,cips ve benzeri yiyeceklerin zararları nedeniyle satışına müsaade edilmeyeceği yönündeki açıklamalardan sonra, epeyce içim rahatlamıştı. Zira geçen sene birinci sınıfa başlayan ve bir devlet okuluna giden kızımı arkadaşları farklı şekil, desen ve tatta üretilen şekerlerden yerken, onun neden yememesi gerektiği konusunda ikna etmekte epeyce zorlanmıştım. Sonuç olarak 7 yaşında bir çocuktu ve canı gördüğü rengarenk şekerlerden istiyordu. Geçtiğimiz yılı zor zahmet atlattık. Okulun bahçesinin hemen bitişiğinde yer alan büfeden alışveriş yapmak için bahçe demirlerine tırmanan, birbirini ezen çocukları görünce okul yönetimiyle görüşüp bahçe duvarı ile büfe arasına epeyce bir mesafe bırakarak yeni bir düzenleme yaptırdık ve çocukların okul dışı alışverişinin önünü kestik. Gayet mutluyduk. Ancak okulun bahçesindeki kantinde her tür şekerlemenin, içeceğin, hamburgerin, sosisli sandviçin, birçok gereksiz oyuncağın satıldığını görünce inanamamıştım. Üye olduğum ve aktif görev yaptığım bir takım derneklerin vasıtasıyla bu kantinlerle ilgili bir takım çalışmalar yapmak için ilgili kurumların kapısını çalalım derken bu yıl o ilgili kurumlardan gelen açıklamayı duyunca nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Sonuç olarak önce anneyiz, yavrularımızı korumak istiyoruz, sağlıklı beslensinler istiyoruz. Bütün bu süreçlerden sonra bu yıl okullar açıldığında bir de ne görelim; kantinde satılanlarda hiçbir değişiklik yok. Aynı sağlıksız gıdalar, bulunduğumuz bölgenin en iyi devlet okullarından biri olarak bilinen okulumuzun kantininde satılmaya devam ediyor. Siz çocuğunuza sağlıklı beslenme bilinci aşılamaya çalışırken, sınıfta öğretmeni sebze, meyve yemenin onların gelişimi için ne kadar önemli olduğunu anlatırken, aynı okulun bahçesinde bulunan kantinde envai çeşit cazip ama gereksiz madde satılmakta. Bu konuyla ilgili neler yapılabilir diye düşünürken geçtiğimiz hafta çok üzücü bir olay yaşanınca durumun önemini ve ciddiyetini sizlerle paylaşmak istedim.
Okulumuzda, diğer birçok okulda olduğu gibi diyabet hastası çocuklar da var. Bu çocukların bir kısmı günde birkaç kez insülin iğnesi olmak zorundalar. Bu çocuklar ve aileleri açısından durum bizden bin kat daha zor. Çocukların şeker düzeyleri bir anda çok yükselebiliyor ya da çok düşebiliyor. Şeker komasına girebiliyorlar. Kızım bu sene ikinci sınıfta ve hemen yan sınıfta böyle diyabet hastası, dünya tatlısı bir arkadaşı var. Annesi mümkün olduğunca yanında bulunmaya çalışıyor, teneffüslerde takip etmeye çalışıyor. Kaldı ki anne de çalışan bir kadın ve geçimini sağlamak zorunda. Buna rağmen okula gelip kızının insülin düzeylerini takip etmek, iğnesini yapmak ve yavrusunun psikolojisini düzeltmek zorunda. İşte sorun da burada başlıyor. Okulun da kendi kuralları var ve hiçbir anne-babayı, okul binasına almıyorlar. Karar doğru mudur derseniz, evet doğrudur ancak bu tip sağlık sorunu yaşayan çocuklar için kurallar bu kadar katı olmamalı. Geçtiğimiz hafta şeker düzeyi epeyce bir düşen kızımız şeker komasına giriyor ve ne sınıfta ne okulun kendi bünyesinde durumu düzeltmeye yardımcı olacak bir kesme şeker dahi bulunamıyor. Hatta yavrucağın şeker komasına girdiğini fark eden yok. Annesi gelmese, duruma müdahale etmese yaşanan olumsuzluğun sorumlusu kim olacak?
Diyabet hastası kızımız okulun bahçesine çıktığında elinde çeşit çeşit şeker yiyen arkadaşlarında görüp onun da canı şeker canı istediğinde hep birlikte ne diyeceğiz? Biz yetişkinlerin alamadığı sorumluluğu küçücük bir çocuktan nasıl bekleyebiliriz ki? Onun büyük bir olgunluk göstererek, kendi nefsine hakim olmasını bekleyeceğiz ama biz küçücük çocuklar üzerinden kazanılan ticari ranta dur diyemeyeceğiz. Bu çocuklar, benim, sizin, hepimizin çocukları… Sağlığı bozulan her çocuk önce ailesi için üzüntü kaynağı, sonra bütün toplum için sorun olacak. Bir şeyi bozulmadan, önlemini almak daha kolay değil mi?
Olayın en üzücü tarafına gelince; çocuğuyla ilgili sıkıntılarını okulun müdürüne anlatmaya çalışan anneye, “Ben diyabet filan anlamam kardeşim, okula girmek yasak” diyen bir müdür görmeydim keşke, okulun temizlik görevlilerinin dahi annenin varlığından rahatsız olduklarını duymasaydım keşke, keşke bu tartışmalara ağlayarak tanık olan diyabet hastası yavruyu görmeseydim… Keşke her sınıfta bu tip rahatsızlıklarda ilk yardım için bazı düzenlemeler yapılabilseydi, keşke okulun bütün personeli diyabet konusunda yeterli bilgiye sahip olsalardı ve bu çocuklara yardımcı olmak amacıyla bizleri de bilgilendirebilecek seminerleri verebilselerdi. Aramızda pek çok doktor velimiz olduğunu biliyorum, en azından onların gönüllü desteğini alabilirdik. Ben kendi adıma hem okulumuzda hem de bölgedeki neredeyse bütün okullarda eğitim ve kişisel gelişim seminerleri vermiş bir anne ve uzman olarak böyle bir seminerin çok önemli ve yararlı olduğunu biliyorum. Keşke okullar, yönetimler de bu konularda doğru yönlendirmeleri yapabilseler ve sağlık sorunu yaşayan çocuklarımızın da sağlıklı bir eğitim almalarına yardımcı olabilseler.
Muhtemelen sizlerin de ya yakınları, ya çocukları benzer sorunlar yaşıyordur. Ne tür sıkıcı ve üzücü olaylar yaşandığını biliyorsunuzdur. Lütfen hem kantinlerdeki sağlıksız gıdalar için hem de sağlık sorunu yaşayan çocuklarımız için daha duyarlı olalım. Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim.
Sağlıklı,duyarlı bir toplum olabilmek dileğiyle iyi bir hafta diliyorum..
Son yıllarda özellikle kadınların rağbet ettiği estetik ameliyatlar, fiziğinde beğenmediği kısımları değiştirmek isteyenlerin ilk tercihleri arasında yer alıyor. Psikolog Serap Duygulu, estetik ameliyat olanların psikolojileri ve kadınları en çok mutlu eden operasyonu anlattı.
Bir takım araştırmalar ve sonuçları ilginç bazı sonuçlar koyuyor ortaya. Örneğin; estetik operasyon yaptıranların yüzde 85-90’ını kadınlar oluşturuyor. Eskiden çok önemli eksiklikleri gidermek ya da biçim bozukluklarını düzeltmek amacıyla yapılan ameliyatlar ilk sıradayken, günümüzde görünümü değiştirmek, hatta başkalaşmak amacıyla yapılan ameliyatlar daha çok gündemde.
Estetik Tercihlerini Neler Belirliyor?
En çok tercih edilen ameliyatlara baktığımızda ise bu aslında hem mevsime hem tercihlere ve inanılmaz gibi görünse de o dönemde ünlü olan kimliklere göre değişebiliyor. Örneğin ünlü kadın şarkıcıların dudağını, kalçasını, gülüşünü kendi bedeninde görmek isteyen kadınlar aşındırıyor estetik cerrahların kapısını. Genç yaştaki bireyler daha çok burun ve göğüs ameliyatı olmak isterken, ilerleyen yaşlarda özellikle doğum sonrası deformasyonu ve yaşlılık izlerinin yok edilmesi, toparlanma için ameliyat olmak istiyorlar. Aynı şekilde yaz aylarında en sık yapılan operasyonların başında kadınlar için Liposuction -yağ aldırma operasyonları geliyor. Bunun ardından meme operasyonları ve karın germe ameliyatları yer alıyor.