Çok konuşulmayan ama birçok bireyi ve dolaylı olarak aileyi etkileyen en önemli sorunlardan birisidir kumar oynamak. Peki kumar oynamanın altında yatan sebepler nelerdir, ne zaman bağımlılığa dönüşür ve aileyi nasıl etkiler? İşte tüm bunların cevabını Psikolog Serap Duygulu veriyor.
Kumar oynamak para ya da maddi bir takım bedeller karşılığında daha büyük kazançlar elde etme umudu ve beklentisinin diğer bir adıdır. Ancak burada durum bir alışkanlık haline gelmiştir ve bu şekliyle de bağımlılıktır. Genel olarak bir dürtü kontrol sorunu olarak tanımlanır. Maalesef diğer ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemiz için de psikolojik, sosyolojik ve ekonomik bir sorundur.
Kumar oynamanın altında yatan sebepler
Kumar oynamanın altında kişinin bir takım yetersizlik duyguları, özgüven sorunları, kaygı bozuklukları, depresyon, çaresizlik ve yoğun suçluluk duyguları gibi bozukluklar ve psikolojik sorunlar yatar. Kişi kumar oynayarak hayatında elde edemediği birçok kazanımı ya da konforu elde edebileceğine dair bir inanç geliştirmiştir ve bu şekilde kumar oynamakla bir tür haz yani tatmin duygusuna ulaşır. Kumar oynayarak hiç kimsenin refaha ulaştığı ya da maddi kazançlar elde ettiği görülmemiştir çünkü kişi kazansa dahi kazandığından daha fazlasını kazanmak için elinde bulunan her şeyi koyarak tekrar kumar oynamaya devam eder. Bu bir tür kısır döngüdür ve kumar oynayan kişi içine düştüğü durumu asla bir sorun olarak görmez. Aileyi de sarsan önemli sorunlarla karşılaşıldığında yine aile bireylerinin yönlendirmesiyle kumar alışkanlığından kurtulmak amacıyla yardım almaya başlayabilir. Ancak kişinin kendi kararı ve isteği olmadan yapılacak her tür destek ve yardım yüzeysel kalabilir.
Kumar bağımlılığa ne zaman dönüşür?
• Kişi kumar oynama düşüncesini kafasından atamıyor ve sadece oynayacağı oyun üzerine düşünüyorsa,
• Paraya ihtiyaç duyduğu halde kumara para yatırmaya başlamışsa,
• Bu alışkanlıktan kurtulmak için zaman zaman oynamayı bırakma denemeleri yapıyorsa, bu süreçte sıkıntı, suçluluk ve öfke duyguları artıyorsa,
1 yaşını bitiren minik yaramaz yürümenin ve her yere ulaşabilmenin keyfini çıkarmaya başlamıştır. Artık yerinde duramamakta her şeyi karıştırmaktadır. Onun için çok keyifli olmakla beraber yakın çevresi ve özellikle anne ve babası için zor günler başlamıştır. Tehlikelerin farkında değildir, tam bir ortalık karıştırıcıdır. Daha açık bir ifadeyle pimi çekilmiş bir el bombası gibi dolaşmaktadır. Bebeklik çağının en hareketli dönemleri de bu bir ile iki yaş arasındaki süredir. Artık birey olduğunun, başkalarından farklı olduğunun bilincine varmaya başlamıştır.
1 yaşına kadar hep başkalarına ama özellikle annesine bağımlı yaşayan bebek bağımsızlığını kazanmaya başladığı bu yaştan sonra isteklerinde de bağımsız davranmaya başlar. Artık sadece annesi hazırladığında yemeğini yiyen, annesi uyuttuğunda uyuyan bebek değildir. Ciddi tepkiler vermeye, isteklerini ya da istemediklerini çok açıkça ifade etmeye başlamıştır. Bazı tipik davranış biçimleri geliştirir.1,5 yaş civarı başlayan inatlaşmalar yine bu döneme özgü davranışlar olarak dikkat çeker.
Bu yaş dönemleri her şeyi çok net anlatamadığını çocuğun anlamayacağını düşünen ebeveynler açısından gerçekten zor dönemlerdir. Yine bu dönemlerde tipik heyecanlar da ortaya çıkar. Korku ve öfke gibi. Çocuk korkar çünkü keşfetmeye başladığı dış dünya onun için yabancıdır ve bilinmezliklerle doludur. Aslında korku her insanın doğasında vardır ve organizmanın görünen ya da görünmeyen tehlikelere karşı ortaya koyduğu savunma refleksidir.
Korkular bebeklikte daha yoğunken çocuk büyüdükçe azalır ancak korkuların türü daha hayali uyaranlara doğru kayar. Karanlıktan korkma, bilinmeyen ve görülemeyenden korkma gibi.
Ancak öfke biraz daha farklıdır. Özellikle çocuklukta çok sık yaşanan bir heyecan türüdür. Korkudan farkı ise çocuk büyüdükçe öfkeyi öğrenir ve bu duyguyu kullanarak neler yapabileceğini de fark eder. Öfkelendiğinde tüm dikkatleri üzerine çekebildiğini ve isteklerinin hemen yerine getirildiğini keşfeder.1-2 yaş çocuğunda görülen öfkenin en bilinen nedeni yaptığı işin durdurulması veya izin verilmemesidir. Israrla çekmeceleri boşaltan bir çocuğu engelleyen annenin karşılaştığı ilk tepki öfkedir. Çocukların 1- 2 yaş civarı en sık yaşadıkları ve gösterdikleri duygudur ve aslında çok doğaldır. Öfkesini kullandıkça ve etkilerini gördükçe bu duyguyu kullanmaya devam eder.
Yapılan araştırmalarla 1,5 ile 3 yaş arasındaki çocuklar incelenmiş ve onları en çok nelerin öfkelendirdiği saptanmaya çalışılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre çocuklar;
* Bir yerde oturmaya zorlandıklarında
* Oynadıkları oyuncak ellerinden alındığında
Son yıllarda adını sıklıkla duyduğumuz “Alışveriş Hastalığı” aslında ciddi bir davranış bozukluğudur. Alkol ve madde bağımlılığı gibi tedavi edilmesi gereken ve tam anlamıyla bağımlılıklar sınıfında yer alan bir hastalıktır.
Hastalık ilk kez 1915 yılında tanımlanmıştır. İsmi Latince Onyomanya’dan, (onyos; satılık/satın alma- manya; saplantı) geliyor.
Kadınların bu bağımlılığa daha yatkın oldukları biliniyor ancak kesin sayısal veriler yok. Bağımlılığın 17-30 yaşlar arası ortaya çıktığı biliniyor. Kadınlarda daha sık görülmekle beraber erkekler arasında da ciddi sayıda alışveriş bağımlısı bulunuyor. Erkekler genellikle cep telefonu, bilgisayar gibi elektronik eşyaları tercih ederken, kadınlar giysi, kozmetik, mücevher, ayakkabı ve çanta gibi genellikle dış giyim ürünlerine yöneliyorlar.
İngiltere’de Hertfordshire Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre alışveriş alışkanlıklarımız öğrenilen bir davranış ve bunu annemizden öğreniyoruz. Çocukların kıyafetlerinin çoğunu alan anne olduğu için de, onları model alan kız çocukları anneleriyle birlikte alışverişe çıkmayı seviyorlar ve alışverişe daha yatkın oluyorlar. Araştırmayı yapan uzmanlara göre, toplum kadınların dış görünüşlerine o kadar çok önem veriyor ki kız çocuklarına erkeklere alınandan daha fazla kıyafet alınıyor. Babalar oğullarını futbol maçlarına götürürken, anneler kızlarıyla alışverişe çıkıyorlar, kız çocuklarının hayatları boyunca moda ve alışverişe duyduğu ilgi de böylelikle başlıyor.
Çocuklarının isteklerine göre davranan ailelerde çocuklar hem mutlu değillerdir hem de istekleri bir türlü bitmez. Önce anne-babalar çocukları mutlu olsun düşüncesiyle bütün hayat ritimlerini onlara göre ayarlarken bir süre sonra bu durum gerçekten sıkıntı yaratır ve aileler bu aşamadan sonra nasıl geri adım atacaklarını bilemezler. Üstelik pek çok sorun yaşadıkları da bir gerçektir.
• Çocuklar her şeyden önce empati kurmayı yani başka insanların isteklerine ve duygularına anlayış göstermeyi öğrenemezler.
• Anne babalarına isteklerini yaptırmayı başaran çocuk aynı şeyi diğer insanlardan da bekler ve bu istekleri karşılık bulmadığında saldırganlaşabilir, çatışmacı bir tavır geliştirebilir.
• Evdeki merkez figür olması çocukları benmerkezci bir kişiliğe yöneltebilir. Dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşünen, uyumsuz, sosyal ortamlara yabancı bir birey olarak yetişir.
Zaman zaman hepimiz şans oyunlarına para yatırmış, zengin olma hayallerine kapılmışızdır. Özellikle yılbaşı gibi büyük ikramiyelerin vaat edildiği dönemlerde aklın almayacağı ölçülerde para kazanmanın büyüsü toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alıyor.
Zengin olmak, rahat bir hayat yaşamak, gelecekte ekonomik sıkıntılara düşmemek pek çoğumuzun hayali. Ancak geçmişte şans oyunlarından büyük paralar kazanmış insanların beklentilere uygun olarak rahat ve ihtişam içinde hayatlar yaşamadıklarını da biliyoruz. Beklentilerle, ulaşılan nokta arasındaki bu büyük uçurum gerçekten düşündürücü.
Göz ardı edilen şey aslında ikramiyenin çok büyük miktarlarda olmasına karşılık kazanabilecek insan sayısının çok sınırlı olması. İkramiyenin büyüklüğüyle orantılı olarak hayaller de büyük oluyor. Şu anki durumun tam tersi yönde muazzam bir hayat ve ihtişam düşünülüyor. Kurulan hayallere bir süre sonra gerçek olacak inancı da eklenince kişinin mantık zinciri zayıflıyor ve bugün yaşadığı sorunları birkaç hafta içinde kazanacağına inandığı parayla aşabileceğine inanarak görmezden geliyor. İçinde bulunulan durumla ve sıkıntıyla mücadele etmek yerine kaçış olarak, “Nasılsa kazanacağım” bahanesinin ardına sığınıyor.
Bu inanç bir süre sonra o kadar fazla gerçekmiş duygusuna yol açıyor ki kişi büyük ikramiyeyi kazandığı şeklinde haberci olduğuna inandığı rüyalar görmeye başlıyor. Dolayısıyla gerçek olanla hayal olan, var olanla umulan arasında denge kayboluyor. Zaman içinde geçmişte büyük ikramiyeleri kazanmış insanların bugün nasıl bir hayat sürdürdüklerine dair basın yayın organlarında haberler yer alıyor. Birçoğunun paralarını çok lüks ve anlık şeylere harcadıkları ve kısa süre sonra neredeyse eskisinden beter duruma düştüklerini okuyoruz. Asıl gerçek olan bunlardır. Parayı yönetmeyi bilmediğimiz sürece doğru yatırım yapmanın ve kazanılan parayı elde tutmanın, artırmanın yolu yoktur.
Günümüzde anne-baba olmak, geçmiş yıllara göre oldukça farklı bir zorluk taşıyor. Bizler bu anlamda ara kuşak olarak kabul edilmeliyiz aslında. Bir ayağımız geleneksel, bir ayağımız modern yaşamın içindeyken çocuklarımıza zamanında bizim sahip olamadığımız ne varsa ya da verebileceklerimizin en iyisi neyse vermeye çalışıyoruz. Ebeveyn olmanın en sıkıntılı tarafı burası. Neyi ne kadar ve ne zaman vereceğimizi bilemiyoruz, bazen sınırları şaşırıyoruz. Ne kendimize ne de çocuklarımızın isteklerine sınır koyabiliyoruz. Neredeyse tüm yaşam biçimimizi çocuklarımızın okul, ders, ödev ve ihtiyaçlarına göre düzenlemeye başladık ve artık insan olarak, bir sosyal birey olarak tükenmeye başladığımızı hissediyoruz. Bu nedenle son yılların belki de en önemli sonuçlarından biriyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz: Hepimiz çocuk merkezli ya da diğer deyişle çocuk egemen aileler olduk.
Ailede görev dağılımı, çocuklara sorumluluk vermek
Çocuk merkezli aile olduğumuzun en belirgin kanıtı, evde bütün işlerin anne-baba tarafından yapılıyor olması ve evle ilgili olarak çocukların en küçük bir sorumluluk dahi taşımamasıdır. Bu konuda çocuklarda kusur aramak yanlış olur. Önce anne-baba olarak çok küçük yaşlardan itibaren çocuklara yaşlarına uygun görevleri ve özellikle kendileriyle ilgili sorumlulukları öğreterek vermek bizim görevimizdi. Zamanında yapamadığımız işler için çocukları suçlamak yerine şu andan itibaren eksik bıraktığımız sorumluluk paylaştırma işine başlayabiliriz. Çocuklar aile içinde bir çok konuda alınan kararlarda merkez olduklarını biliyorlarsa, maalesef anne-baba olarak bizim çok fazla söz sahibi olmadığımızı ve istediklerini yaptırabileceklerini de biliyorlar demektir. Oysa çocuk sonuç olarak çocuktur ve asıl kararlar her zaman anne babaya ait olmalıdır. Bunun yolu da duruma göre değişmeyen, kesin ve net çizilmiş sınırlar ile aile kurallarının olmasından geçer.
Evdeki düzeni ve tatil programlarını çocuğa göre ayarlamak
Son yıllarda pek çok aileden aynı sözleri duyuyoruz: Tatile çıkacağız ama çocuğun sınavlarını bekliyoruz ya da çocuğun yaz okulu bitince tatil programımızı yapacağız. Elbette ki çocukların okulları, dersleri, sınavları önemli. Ancak durumu biraz abarttığımız da bir gerçek. Hafta sonu gezmeleri, akraba, eş-dost ziyaretleri, gidilecek yerler gibi konularda zaman zaman neredeyse tek söz sahibi çocuk oluyor. Eğer çocuklar istemezlerse o hafta sonu aile büyükleri ziyaret edilmiyor ya da ailece ne zamandır gitmek istedikleri sinemaya çocuklar gelmek istemiyor. Ve her zaman çocukların sundukları alternatifler programa alınıyor. Sırf çocuklar mutlu olsunlar düşüncesiyle anne-baba bütün planlarından vazgeçmek zorunda kalabiliyorlar. Sonuç olarak, istekleri yapılan ama yine de mutlu olmayan çocuklar ve çocukları için her şeyi yapan ama mutlu olmadıklarını görünce bir kat daha üzülüp mutsuz olan aileler. Demek ki konu, çocukların her istediğini yapmak, bütün planları onların isteklerine göre düzenlemekten çok başka bir şeyle ilgili. Konu, evdeki otoritenin, yetkinin ve son söz hakkının kendilerine ait olduğunu bilen ebeveyn tutumlarıyla ilgili.
Evde kimin sözü geçiyor?
Çocuklu ailelerde zaman zaman güç gösterileri, üstünlük kurma çatışmaları yaşanması son derece normal. Çocukların farklı kişilikleri olduğunu, büyümeleri sırasında şekil alan kişiliklerine ve yapılarına uygun olarak isteklerinde ve beğenilerinde de farklılaşmaların olacağını biliyoruz. Bazen ebeveynleri zorlayıcı ve inatçı yapılarıyla baş etmek gerçekten sıkıntı verici olabiliyor. Ancak yine de çocuklarla olan ilişkimizde sınırları olduğunu hissettirmek gerekiyor. Anne baba olarak çocuklarımızı sınırsız seveceğiz elbette, ancak davranışlarında ve isteklerinde sınırları olması gerektiğini çok küçük yaşlarda hissettirmek çok büyük önem taşıyor.
9 yaşındaki bir Japon çocuğun en büyük hayali günün birinde çok iyi bir judocu olmaktır. Fakat talihsiz bir trafik kazası sonucu sol kolunu tamamıyla kaybeder.
Hem çocuk hem de ailesi yıkılır. Ailesi sırf çocuk oyalansın diye, Japonların en ünlü hocalarından birini tutarlar.
Hoca kolları sıvar, çocuğa tek kolla yapabileceği yegane fırlatma hareketini öğretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalışırlar. Bir müddet sonra çocuk hareketi gayet iyi ve hızlı bir şekilde yapmaya başlar, fakat hocası çocuğa her gün saatler boyunca aynı hareketi adeta ezberletir.
Çocuk bu hareketten bıkar ve yeni hareketler öğrenmek istedikçe hocası "Bu hareketi dünyada en hızlı sen yapana dek çalışmalısın" der ve başka hareket öğretmeyeceğini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yıldırım hızıyla yapmaya alışır.
Bunun üzerine hoca çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söyler. Olacak şey değildir. Tek kollu bir judocu tek hareketle turnuvaya katılacak... Çocuk itiraz ettikçe hocası "Evlat, sen öğrendiğin hareketi yap, gerisini merak etme" diye öğütte bulunur.
1. tur 2. tur derken çocuk turları gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocuğun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocası yine sakindir, "Evlat, sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter" der.
Çocuk rakibine kendi hareketini şimsek hızıyla uygular, rakip kalktıkça aynı hareketi yineler. İnanılır gibi değildir, çocuk tek kolla tek hareket sayesinde şampiyon olmuştur.
Çocuk dayanamaz ve hocasına sorar "Hocam inanamıyorum, ben nasıl şampiyon oldum?" der.
İkiz bebek bekleyen aileler çocuklarına benzer isim vermek ve her şeylerinin benzer olmasını isterler, bu ilerde çocukların psikolojisini ne yönde etkiler?
İkiz olmak, hepimize son derece ilginç gelen ve birçoğumuzun merakla anlamaya çalıştığı hem güzel hem de sıkıntılı bir kardeşlik durumudur. İlginçtir çünkü biz tekil bireyler çoğul kardeşlikleri anlamakta zorlanırız. Aynı anda doğmuş olmak, aynı süreçlerden aynı anda geçmek gerçekten bizim için anlaşılmaz ve şaşırtıcı bir konudur.
İkiz kardeşler için de muhtemelen bizim gibi tekil olmak anlaşılmazdır. Onlar dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren yanı başlarında bir başka kardeşin varlığını görmeye alıştıkları için onlar açısından tuhaf bir durum yoktur.
Bu muhteşem kardeşlik ilişkisi en çok anne babaları ve zaman zaman kardeşleri çok zorlayabilir. Özellikle ebeveynler açısından ikiz çocuklar arasında dengeyi kurmak zordur ve ikiz anne babası olmak tahminlerden daha çok fedakarlık isteyen, emek isteyen, son derece yorucu bir iştir.
İkiz çocuklara verilen isimler
İkiz çocuklar açısından durum bize dışarıdan göründüğü kadar hoş olmayabilir. Çocuklar tek yumurta ikizi de olsalar, farklı kişilikler olarak kabul edilmek, kendi isimleriyle çağrılmak ve bireysel olarak kendilerine ait kişilik özellikleriyle tanınmak isterler. Bu farklı olmak çabası ikiz anne babaları için sıkıntılı anlara neden olabilir. Çünkü aynı durum ikiz anne babaları için de geçerlidir. Örneğin ikiz ya da üçüz ebeveynleri iki ayrı çocuğun anne babası olarak değil, ’ikizlerin annesi, ikizlerin babası’ olarak çağrılırlar ve bu tanımlama çocukları olduğu kadar ebeveynleri de sıkıntıya sokar.
İkiz çocukların özellikle isimleri konusunda son derece hassas olabilecekleri unutulmamalıdır.
Anne babaların her çocuğun kendi ismiyle çağrılması konusunda titiz olmaları, bu konuda okuldaki öğretmenlerini de uyarmaları önemlidir. Genel bir tanımla çağrılan çocuklar bireysel anlamda önemsenmedikleri duygusuna kapılabilirler.