Bugün yeni evli İngiliz çiftin Hindistan’daki intiharı, geçtiğimiz hafta ise Türkiye’de iletişim ve internet yazılımları uzmanı Mehmet Pişkin’in sosyal medyada duyurarak intiharı seçmesi dikkatleri bu önemli soruna çevirdi.
İntihar dediğimiz olay, içe dönük saldırganlık olarak bilinir. Yani kişinin kendisine yönelik saldırganlığıdır. Her yaş düzeyinde, her cinsiyette karşılaşılabilen bir durumdur. İntihar eyleminde bireyin genellikle depresif bir duygu durumu yaşadığı, ciddi bazı psikolojik sorunları olduğu düşünülür. İntiharı düşünen kişi genellikle bu eyleme bir anda karar vermez, muhakkak önceden bazı ipuçları verir, ancak maalesef bu ipuçları, yardım çığlıkları gözden kaçar:
Maalesef çocuk yaşlarda da intihar eylemlerine rastlanıyor ve çocuklar karne ve okul sorunları, aile içi çatışmalar ve şiddet ya da taciz, arkadaşlık sorunları, akran zorbalığı gibi sebeplerle intihara yöneliyorlar. Daha büyük yaştaki çocuklar ve ergenlerde ise daha çok kız erkek ilişkileri ve yine aile içi iletişimsizlik, çatışmalar, taciz, şiddet ve okul sorunları en sık görülen intihar sebepleri arasında yer alıyor.
Yetişkinlerde daha çok duygusal ve psikolojik sorunlar ön planda. Ancak hangi yaş grubunda olursa olsun, temelde yatan sebep dışlanmışlık hissi ya da ait olamama duygusu. İntiharın iki yönü var aslında. Bir yönüyle kendi varlığı yok ederek diğer insanları cezalandırma, diğer yönüyle de ait olmadığını düşündüğü bu dünyadan uzaklaşma, kaçma veya terk etme.
Son zamanlarda ve son iki intihar olayında intihar eden kişilerin eğitim düzeylerinin yüksek olması insanların kafalarını karıştırdı. Çünkü genellikle eğitimli insanların sorunlarının çözümünde daha başarılı olacakları ve intihar gibi bize çok korkunç gelen bir eylemi yapmayacakları düşünülür. Elbette ki insanların yaşadıkları sorunların ve içine düştükleri çaresizliklerin neler olduğunu bilmeden yorum yapmak mümkün değil. Ancak genel hatlarıyla hepimizi ilgilendiren bazı noktalara dikkat çekmek söz konusu olabilir.
Son yıllarda ülkemizin de içinde bulunduğu bölgeyi etkileyen son derece olumsuz koşullar, savaş ve terör olayları hepimizi çok mutsuz ve kaygılı bireyler haline getirdi.
Önceleri yurt dışına gitme ve yaşama hayali, daha iyi iş olanakları için düşünülürken günümüzde bölgemizin içinde bulunduğu tehlikeli şartlar nedeniyle artık sadece iş olanakları için değil can güvenliği açısından düşünülmeye başlandı. Beyin göçü diye tabir ettiğimiz yurt dışında yaşama ve çalışma şartları durumu artık canını kurtarma ve hayatını güven altına alma durumu noktasına getirdi hepimizi.
Hiçbirimiz güvende hissetmiyoruz, özellikle medyada yer alan saldırı, karmaşa, çatışma ve savaş görüntüleri hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak çok kaygılı insanlar olmamıza yol açtı.
Anne baba olmak hepimizin hayalidir ama anne baba olduğunuzu asıl o minik bedeni kucağınıza verdikleri an hissedersiniz. O anın ve o küçük canlının yaşattığı duyguların üzerine binlerce kitap yazılmıştır, hala yazılabilir ve yine de hiçbirisi tam olarak ne hissedildiğini anlatmaya yeterli değildir.
Annelik duygusu bebek annenin karnında büyümeye başladığı anla beraber başlarken babalar bu duruma daha geç katılırlar. Çünkü anne, bebeğinin her hareketini, hatta kalp atışını dahi duyar ve onu hem psikolojik hem de bedensel olarak sahiplenir. Buna da annenin bedeninden salgılanan hormonların ve içgüdüsel olarak anneliğe hazır olmanın yol açtığını belirtiyor uzmanlar.
Bir erkeğin baba olmayı kabullenmesi ise bazı durumlarda bebeğin 18. ayına kadar uzayabiliyor. Aslında haklılar da, çünkü anne bebeğinin gelişimine kendi bedeninde her an tanık olurken baba hep bir 3. kişi konumunda ve izleyici durumunda. Biyolojik olarak hissettiği hiçbir şey yok, psikolojik olarak ise daha görmediği, dokunmadığı bir canlıyı sevmesi ve kabullenmesi gerekiyor. O nedenle bir çocuk sahibi olduğumuzda kendisini 3. adam durumuna düşürmesine rağmen dünyaya gelmeden onu sevebildiği, kabul edip heyecan duyabildiği için en çok babaları takdir etmek gerek.
Çocuk sahibi olmanın en güzel tarafı, bebek büyüdükçe ona olan sevgimizin de büyümesi, boyut değiştirmesi. Elbette büyüyen bebekle beraber beklentilerimiz, planlarımız ve gelecek hayallerimiz de büyüyor. Bunlar ayrı bir yazı konusu. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, çocuklarımıza olan sevgimiz ve bu sevgimizi onlara nasıl ifade etmemiz gerektiği. O kadar çok soru alıyorum ki... Kafalar o kadar karışık ki. O nedenle bu yazımı sadece bu konuya ayırmak istedim.
Aslında bütün mesele, başka ülkelerin çocuk eğitimi ve disiplin uygulamalarının bize uydurulmaya çalışılmasından çıkıyor. Örneğin bize yıllarca çocuklarınızla arkadaş olun diye anlattılar. Bütün anne babalar çocuklarıyla arkadaş olmaya çalıştılar ve bir anda anne baba otoritesi ve figürü ortadan kayboldu. Birkaç kuşağı bu nedenle kaybettik. Oysa çocuklarımızın arkadaşları vardı zaten. Bir mahalle dolusu, bir apartman dolusu ve bir okul dolusu.
Ama bir tane anne baba vardı. Onu da ortadan yok edip ne yapacağına karar veremeyen anne babalar ve çocuklar yarattılar. Anne babalar çocuklarına arkadaş olmakla, ebeveyn olmak arasındaki o çizgiyi bir türlü bulamadılar, çocuklar anne babalarından görmek istedikleri disiplin ve otoriteyi bir türlü göremediler. Halbuki çocuklar sınırların çizilmesine ve bazen net bir şekilde ‘hayır’ denmesine ihtiyaç duyarlar. Kaldı ki çocuklar çocuktur, yetişkinler yetişkindir. Çocuklar bir ebeveyn sorumluluğuna sahip olabilselerdi zaten bizim velayetimiz altında yaşamazlardı.
Bütün bu uygulamaların başka kültürlerin uygulamaları olması ve bize modernlik olarak sunulması işleri tamamen karıştırdı. Çünkü son 20-30 yılın anne babaları genellikle üniversite eğitimli ve modern olmaya çalışan yetişkinlerdi. "Elin Avrupalısı, Amerikalısı böyle yapıyorsa e vardır bir bildikleri" diye hemen benimsedik. Ama unuttuğumuz bir şey vardı; biz birbirine bağlı, hatta bağımlı yaşayan, geleneksel aile yapısına hala çok önem veren, çocuk kavramının en önemli şey olduğu bir kültüre sahipken o Avrupalı, Amerikalı için çocuk hayatını yaşamasına neredeyse bir engel durumunda. Çocuk sahibi olmak önemli bir külfet onlar için, bedenini bozan, zamanını bloke eden, yapmak istediklerini engelleyen ve özgürlüğünü kısıtlayan bir engel...
O kültürde çocuklarla yetişkinlerin birbirlerine yakınlaşmalarını sağlamak için ortaya atılan ‘çocukla arkadaş olma’ kavramı bizim için çok yanlış bir örnek oldu, bize asla uymadı. Hatta bu uygulamayı ortaya çıkaranlara bile uymadı. Çünkü istedikleri aile birliğini ve düzenini böyle sağlayamadılar. Bu defa hep beraber ‘hayır arkadaş olmayın’ söylemine başladılar. Oysa biz zaten bunu biliyorduk ve çocuklarımızla arkadaş değildik. Biz aileydik.
Geçtiğimiz günlerde Türk televizyonlarında bir ilke tanık olduk. Canlı yayında Seda Sayan’ın bir katille sohbet ettiğini görmek neredeyse herkesi şok etti.
Daha önce Flash TV’de canlı yayına katılan ve iki eşini öldürdüğünü açık açık itiraf eden adam, canlı yayından kovulmuştu. Oradan kovulan adam, aylar sonra Seda Sayan’ın programına davet edilmiş ve altın tepside sanki çok masumane işler yapmış gibi izleyiciye seyirlik olarak sunulmuş oldu.
Programı yayın sırasında izlemedim, sonrasında izledim ve hakikaten inanamadım. Üstelik Seda Sayan, programına tepki gösteren herkesi suçluyor, küçümsüyor ve eleştiriyor. Lafı dolandırmadan, eğip bükmeden söylemek gerek, rating savaşları uğruna değerler sömürülüyor, duygular ayaklar altına alınıyor ve sevgili Seda Sayan tüm izleyiciden alkış ve takdir bekliyor.
Rating, izlenme oranları anlamına gelir. Her şeyin ticarete döküldüğü ve rekabetin akıl almaz boyutlara ulaştığı dönemde rating için her tür ilgi çekme yöntemi (kabul etmesek de) belki anlayışla karşılanabilirdi. Ama konu insan hayatı olunca kimse kusura bakmasın, göğsümü gere gere ‘sizin ticaretiniz batsın’ demek istiyorum.
Türkiye’nin en büyük iki sorunundan biri terör, biri kadın cinayetleri iken ve hala bu konu en hassas noktamızken, siz yayın yapacaksınız, izlenme rekorları kıracaksınız diye insan hayatı üzerinden kendinizi var etme savaşına insanların çanak tutmasını bekleyemezsiniz.
Olayın iki tarafı var aslında: Seda Sayan’ın ve programın yaptığı, bu tür olumsuz örnek oluşturan kişileri toplum önünde aklamak, normalleştirmek ve doğal karşılamamıza yol açmak. Bize düşense Seda Sayan’ın yayın adı altında yaptığı çirkinliği artık görmezden gelmemek, aksine herkesin görmesini sağlamak.
Çünkü bu program Seda Sayan’ın artık bir şey üretemediğini ve sırf ekranlarda olabilmek adına çirkinliklere ve yanlışlara kucak açtığını yani aslında ışığının sönmek üzere olduğunu gösterir.
Son yıllarda şöyle bir söylem var: Demokrasi var efendim, istemeyen izlemez. Kanalın düğmesine basarsınız kapanır ya da başka kanallarda başka programları izlersiniz.
Eylül ayının gelmesiyle beraber bütün anne babaları yeni eğitim yılının heyecanı sardı.
Okula yeni başlayan çocukların heyecanı ayrı, okula devam edenlerin ayrı, farklı bir eğitim düzeyine geçen çocukların ve ailelerin telaşı ayrı. Okul seçimleri ya da tercihleri artık neredeyse bitti, şimdi alışveriş heyecanı başladı.
Tüm anne babalara önerim okul malzemeleri konusunda eğer okulun zorunlu tuttuğu şeyler yoksa, hepsinin seçimini bütçeyi aşmamak koşuluyla çocuklarına bırakmaları yönünde olacak. Zira o malzemeleri çocuklar kullanacaklar ve hem keyif alabilmesi için hem de severek ders çalışabilmesi için okulda kullanacağı kırtasiye malzemelerinin ve çantasının seçimi çocuğa bırakılmalıdır.
Okul telaşı, heyecanı, okul seçimi, sınavlar, yerleştirmeler aslında yetişkinlerde özellikle de kadınlarda sıklıkla karşılaşılan sonbahar depresyonunun önemli bir nedenidir. Okul ve eğitim sorunları, ders, ödev, sınav telaşı özellikle annelerin en büyük stres sebebi olmuştur. Bizim ülkemizde bir türlü düzenlenemeyen, yapboz tahtası gibi neredeyse her sene değişen eğitim sisteminde herkesin kafası karışık. Çocuklar bile her yıl değişen öğretmenler, sınavlar, değişen okullar hatta okulun eğitim biçimi gibi pek çok sorunla yüz yüze kalıyorlar.
Açık söylemek gerekirse eğitimin çocuğa eğitim ve öğretimi sevdirmek, onu eğitmek gibi bir işlevi neredeyse yok denilecek kadar az. Kural basit aslında; ezberle, sınavı geç yeterli. Öğrenmeyi, öğrendiğini hayata uyarlamayı umursayan kimse yok. Şu an eğitim hayatı gören çocukların birçoğu kendi anadillerinde kendilerini ifade edebilmekten, bir konuda konuşabilmekten uzaklar. Eğitimin geldiği nokta buyken biz o çocuklardan başarılı olmalarını bekliyoruz. Sistemin kendisi çocukların bireysel özelliklerini tanımak ve bu özelliklere göre eğitim vermekten bu kadar uzakken, biz anne babalar çocuklarımızı ne kadar tanıyoruz? Ya da acaba tanıyor muyuz? Mesela çocuğunuzu neyi nasıl öğrendiğini biliyor musunuz? Öğrenemediğinden şikayet ediyorsanız neden öğrenemediğini biliyor musunuz? Muhtemelen birçoğunuz hayır diyecektir. Çünkü bunun için öğrenme stillerini bilmeniz gerekir.
Her çocuğun yeni bir bilgiyi öğrenirken, hafızasına kaydederken kullandığı tamamen kendine özgü, bireysel olarak oluşturduğu yöntemlerin tümü öğrenme stilleri olarak tanımlanır. Her çocuğun öğrenme yöntemi farklıdır. Öğrenme stilleri kişisel özelliklere göre belirlenir ve birçok farklı durumdan olumlu ya da olumsuz olarak etkilenir.
Tüm bunlar öğrencinin derse ve öğrenmeye karşı tutumlarının ve bireysel özelliklerinin toplamıdır.
Birçok anne babanın da bildiği gibi her çocuk farklıdır, farklı şekilde öğrenir. Aynı ailede yetişen kardeşler bile birbirinden farklı kişilik özellikleri geliştirirler. Çocukların derse ve öğrenmeye karşı tutumları da böyledir. Kimi çocuk sessiz bir ortamı tercih ederken, kimi çocuk müzik dinleyerek ders çalışır ve daha iyi öğrenir. Bazı çocuklar masa başında çalışmak isterken, bir başkası yerde oturarak çalışmayı tercih edebilir.
Koku, o kadar etkili bir duyu ki, öğrenmemiz, odaklanmamız, uyku düzenimiz, hatta aşk hayatımız üzerinde bile çok etkili. Öyle ki, yapılan araştırmalar eşimizi seçerken de koku duyusunun çok büyük bir etkisi olduğunu ortaya koyuyor. Bütün sır, bedenimizin salgıladığı ‘feromon’ların karşı cins tarafından algılanmasıyla başlayan yakınlaşmada yatıyor. Peki, ‘feromon’ nedir?
Feromon, organizma tarafından üretilen ve aynı türün üyeleri arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen kimyasal maddedir. Yunanca kökenli olan sözcük ‘hormon taşıyan’ anlamına gelir. Vücudumuzun farklı bölgelerinden salgılanan bir tür ter hormonudur. Bu maddeler bazı insanları itici bulmamıza sebep olurken, bazı insanları ise çok sempatik bulmamızı sağlar. Bu kadar net ayrımlar yapmamıza yardımcı olan feromonların eş seçiminde ne kadar etkili olduğu son yıllarda daha net olarak anlaşılmıştır.
Geçtiğimiz aylarda koku üzerine yazılmış ve bu konuda kaynak niteliğinde olabilecek bir kitap yayınlandı. Biyolog ve Sağlık Haberleri Yazarı olan Esra Öz tarafından yazılan ‘Kokuyla Keşfet’ isimli kitapta kokunun hayatımızdaki önemi üzerine çok ilginç ve önemli bilgiler yer alıyor. Örneğin doğru eş seçimi konusunda kadınlar ve erkeklerin katıldığı bir test yapılmış. Gen yapıları birbirinden farklı kadınlar ve erkekler seçilmiş, erkeklere temiz t-shirtler verilerek iki gece boyunca giymeleri istenmiş. Bu sırada da herhangi bir kokuyla temas etmelerine, sabun veya parfüm kullanmalarına izin verilmemiş. İki günün sonunda kadınlara bu tişörtler koklatılmış ve kendilerine güzel kokan t-shirtleri seçmeleri istenmiş. Ardından test uygulanan kadınlar ve erkekler bir araya getirilerek kendilerine en uygun eş olabilecek kişileri göstermeleri istendiğinde kadınlar, daha önce kokusunu güzel buldukları erkekleri seçmişler. Anlaşılan o ki, eş seçiminde burnumuz diğer bütün organlarımızdan daha fazla etkili. Kadınların büyük çoğunluğu eşlerinin kıyafetlerine sarılmayı seviyor, buna karşı kadın kokusu da erkeklerdeki cinsel isteği artıyor.
Feromonların hem kadınlar hem de erkekler açısından önemi gerçekten çok büyük. Fakat eş seçiminde tek başına yeterli değil, başka bazı hormonlara da ihtiyaç var. İster kokusundan hoşlanmış olsun ister konuşmasından, karşı cinsten etkilenen bir insanın beyni hızla ‘feniletilamin’ üretmeye başlar. Kan basıncı ve kalp atış hızı artar, kişi iyimser ve mutlu olur. Bu hormon insanlarda aşk hormonu olarak bilinir.
Araştırmalar burnumuzun bize doğru eş seçiminde çok önemli ipuçları verdiğini gösteriyor. İçinde yetiştiğimiz kültür ve topluma bağlı olarak eş seçiminde pek çok farklı kriteri dikkate alıyoruz ya da almak zorunda bırakılıyoruz ancak bedenimizi dinlersek, o özellikle feromonların etkisiyle doğru insanı çok büyük olasılıkla buluyor. Tüm bu nedenlerden dolayı eş seçimimizde burnumuza ve bedenimizin diline kulak vermekte fayda var.
Koku, o kadar etkili bir duyu ki, öğrenmemiz, odaklanmamız, uyku düzenimiz, hatta aşk hayatımız üzerinde bile çok etkili. Öyle ki, yapılan araştırmalar eşimizi seçerken de koku duyusunun çok büyük bir etkisi olduğunu ortaya koyuyor. Bütün sır, bedenimizin salgıladığı ‘feromon’ların karşı cins tarafından algılanmasıyla başlayan yakınlaşmada yatıyor. Peki, ‘feromon’ nedir?
Feromon, organizma tarafından üretilen ve aynı türün üyeleri arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen kimyasal maddedir. Yunanca kökenli olan sözcük ‘hormon taşıyan’ anlamına gelir. Vücudumuzun farklı bölgelerinden salgılanan bir tür ter hormonudur. Bu maddeler bazı insanları itici bulmamıza sebep olurken, bazı insanları ise çok sempatik bulmamızı sağlar. Bu kadar net ayrımlar yapmamıza yardımcı olan feromonların eş seçiminde ne kadar etkili olduğu son yıllarda daha net olarak anlaşılmıştır.
Geçtiğimiz aylarda koku üzerine yazılmış ve bu konuda kaynak niteliğinde olabilecek bir kitap yayınlandı. Biyolog ve Sağlık Haberleri Yazarı olan Esra Öz tarafından yazılan ‘Kokuyla Keşfet’ isimli kitapta kokunun hayatımızdaki önemi üzerine çok ilginç ve önemli bilgiler yer alıyor. Örneğin doğru eş seçimi konusunda kadınlar ve erkeklerin katıldığı bir test yapılmış. Gen yapıları birbirinden farklı kadınlar ve erkekler seçilmiş, erkeklere temiz t-shirtler verilerek iki gece boyunca giymeleri istenmiş. Bu sırada da herhangi bir kokuyla temas etmelerine, sabun veya parfüm kullanmalarına izin verilmemiş. İki günün sonunda kadınlara bu tişörtler koklatılmış ve kendilerine güzel kokan t-shirtleri seçmeleri istenmiş. Ardından test uygulanan kadınlar ve erkekler bir araya getirilerek kendilerine en uygun eş olabilecek kişileri göstermeleri istendiğinde kadınlar, daha önce kokusunu güzel buldukları erkekleri seçmişler. Anlaşılan o ki, eş seçiminde burnumuz diğer bütün organlarımızdan daha fazla etkili. Kadınların büyük çoğunluğu eşlerinin kıyafetlerine sarılmayı seviyor, buna karşı kadın kokusu da erkeklerdeki cinsel isteği artıyor.
Feromonların hem kadınlar hem de erkekler açısından önemi gerçekten çok büyük. Fakat eş seçiminde tek başına yeterli değil, başka bazı hormonlara da ihtiyaç var. İster kokusundan hoşlanmış olsun ister konuşmasından, karşı cinsten etkilenen bir insanın beyni hızla ‘feniletilamin’ üretmeye başlar. Kan basıncı ve kalp atış hızı artar, kişi iyimser ve mutlu olur. Bu hormon insanlarda aşk hormonu olarak bilinir.
Araştırmalar burnumuzun bize doğru eş seçiminde çok önemli ipuçları verdiğini gösteriyor. İçinde yetiştiğimiz kültür ve topluma bağlı olarak eş seçiminde pek çok farklı kriteri dikkate alıyoruz ya da almak zorunda bırakılıyoruz ancak bedenimizi dinlersek, o özellikle feromonların etkisiyle doğru insanı çok büyük olasılıkla buluyor. Tüm bu nedenlerden dolayı eş seçimimizde burnumuza ve bedenimizin diline kulak vermekte fayda var.
Birçok anne babanın sorunudur çocuğunun utangaç olması. Toplum içinde rahat davranabilmesi, çevresindeki insanlara marifetlerini rahatça sergileyebilmesi, konuşkan ve "bilmiş" bir çocuk olması için ellerinden geleni yapar anne babalar.
Hangi tutumlar çocuğunuzu utangaç yapar?
Çocuğa baskı yapmak: En tipik anne baba davranışıdır. Utanan çocuğu "Niye konuşmuyorsun?", "Selam versene!", "Cevap versene!" şeklinde zorlamak ve konuşturmaya çalışmak çocuğa bir nevi baskı uygulamaktır.
Çocuğa kızmak: Çocuğun utangaç olmasından bazı anne babalar çok rahatsız olurlar ve bu rahatsızlığı da kızıp bağırarak ortaya koyarlar. "Yeter artık, bıktım senin bu durumundan, seninle bir daha bir yere gitmeyeceğim" demek, aslında çocuğun bu davranışından en fazla onların utandığının göstergesidir.
Suçlayıcı ebeveyn olmak: Yine en sık rastlanan anne baba davranışıdır. Çocuğu sürekli suçlayarak eleştirmek ve "Her zaman böyle yapıyorsun", "Sen hiç konuşmuyorsun", "Bak herkes sana bakıyor", "Ne kadar ayıp!" şeklinde sözler sarf etmek aslında durumu çözümlemekten son derece uzak, yanlış davranışlardandır.
Alaycı davranmak: Çocuğun yaşadığı duygu ve kaygı durumuyla alay etmek ve onu özellikle başkalarının yanında hafife almak, "Benim utangaç kızıma bakın, yine mi utangaçlığın tuttu?" gibi söylemlerde bulunmak çocuğun durumunu daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Çocuğu ayıplamak ve utandırmak: Çocuğun utangaçlığını farklı ortamlarda gündeme getirerek onu utandırmak, başkalarının yanında ayıplamak da bilinen hatalı davranışlardandır. "Bu kadar utangaç bir çocuk gördünüz mü? Bakın ağzını bile açıp konuşamıyor", "Herhalde konuşmayı bilmiyor, dilini mi yuttun?" gibi konuşmalar hem ciddi kırıcı hem de olumsuz durumu pekiştirici yanlış konuşmalardır.
Çocuğu yargılamak: "Bir tek sen böylesin, başkasının çocuğu bak nasıl konuşuyor" gibi yargılayıcı ve olumsuz içerikli konuşmalar da çocuktaki bu davranışı kalıcı hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Anne babalar, çocuklarına nasıl davranmalı?
• Çocuğunuzun yeni ortamlara alışması için ona zaman tanıyın ve zorlayıcı olmayın. Çocuğun girdiği ortamın onun da hoşlanacağı bir ortam olmasına dikkat edin.
• Sosyal becerilerini geliştirmesi için ortam hazırlayın. Spor faaliyetlerine, dans ya da müzik kurslarına, tiyatro çalışmalarına yönlendirin. Özellikle ekip olarak yapacağı çalışmalar onun utangaçlığını yenmesi için bulunmaz fırsatlar sunar.
• Öz güvenini geliştirmeye yönelik pekiştirici davranışlarınızı öne çıkarın. Utangaç çocuklar kendileriyle ilgili olumsuz yargılara sahiptir. Bunu yenmenin yolu sosyal becerilerini geliştirmesine yardımcı olmak, bu yolla öz güvenini sağlamlaştırmaktır.
• Çocuğunuzun özelliklerini dikkate alarak onu bir birey olarak her yönüyle kabul edin. Bir bütün olarak değer verdiğinizi hissettirin.
• Çocuğunuzun içine kapandığını, kendisini mutsuz hissettiğini fark ettiğinizde yardım almaktan çekinmeyin. Bazı sıkıntılar çok erken müdahale edildiğinde sorun halini almadan çözümlenebilirler.
• Anne baba olarak çok üstüne düşmeyin ve olabildiğince rahat davranmaya çalışın. Durumu çok fazla önemsediğinizde çocuğunuz da kendisinde ciddi bir sorun olduğunu düşünecek ve utangaçlığı daha da pekişecektir.
Birçok anne babanın sorunudur çocuğunun utangaç olması. Toplum içinde rahat davranabilmesi, çevresindeki insanlara marifetlerini rahatça sergileyebilmesi, konuşkan ve "bilmiş" bir çocuk olması için ellerinden geleni yapar anne babalar.
Hangi tutumlar çocuğunuzu utangaç yapar?
Çocuğa baskı yapmak: En tipik anne baba davranışıdır. Utanan çocuğu "Niye konuşmuyorsun?", "Selam versene!", "Cevap versene!" şeklinde zorlamak ve konuşturmaya çalışmak çocuğa bir nevi baskı uygulamaktır.
Çocuğa kızmak: Çocuğun utangaç olmasından bazı anne babalar çok rahatsız olurlar ve bu rahatsızlığı da kızıp bağırarak ortaya koyarlar. "Yeter artık, bıktım senin bu durumundan, seninle bir daha bir yere gitmeyeceğim" demek, aslında çocuğun bu davranışından en fazla onların utandığının göstergesidir.
Suçlayıcı ebeveyn olmak: Yine en sık rastlanan anne baba davranışıdır. Çocuğu sürekli suçlayarak eleştirmek ve "Her zaman böyle yapıyorsun", "Sen hiç konuşmuyorsun", "Bak herkes sana bakıyor", "Ne kadar ayıp!" şeklinde sözler sarf etmek aslında durumu çözümlemekten son derece uzak, yanlış davranışlardandır.
Alaycı davranmak: Çocuğun yaşadığı duygu ve kaygı durumuyla alay etmek ve onu özellikle başkalarının yanında hafife almak, "Benim utangaç kızıma bakın, yine mi utangaçlığın tuttu?" gibi söylemlerde bulunmak çocuğun durumunu daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Ülke olarak içinde bulunduğumuz coğrafya savaş, kan ve vahşet görüntüleriyle dolu. Kadim zamanlardan bu yana, Orta Doğu Bölgesi, bütün savaşların çatışmaların merkezinde yer almış. Bununla beraber de neredeyse tüm uygarlıklar ilk olarak bu bölgede filizlenmiş. Bütün dinlerin varlık gösterdiği ilk bölgeler hep Orta Doğu merkezli olmuş. Orta Doğu, jeopolitik yapısı nedeniyle, bütün ülkeler için çok önemli bir alana sahip. Zira bu bölgede gücü elinde bulunduran tüm enerji merkezlerine de, diğer ülkeler üzerindeki güce de sahip olacak.
Son birkaç yıldır; Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta, Yemen’de ve cümle İslam ülkelerinde ortalık karmakarışıkken, son aylarda da İsrail-Filistin merkezli bir savaşa, çatışmaya, insan kıyımına tanık oluyoruz. Elbette görünenlerin arkasında çok farklı bir takım olaylar var. Hem siyasi hem de ekonomik olarak bölge yeniden şekillendiriliyor. Bazı ülkeler yok olurken, başka ülkeler siyaset sahnesine giriyor. Ve işin gerçeği insanın aklına da takılıyor: Neden Müslüman ülkeler yüzyıllardır birbiriyle savaşıyor? Ya da savaştırılıyor? Ama niye bunu fark etmiyor? Fark ediyorsa neden durduramıyor?
Benim üzerinde durmak istediğim konu siyaset değil. Zira hem alanım değil hem de uluslararası siyaseti bilmeden yorum yapmak doğru değil. Dünya siyaset sahnesinde ortalık bu kadar karışıkken ülkemizde de bütün dikkatler önümüzdeki hafta sonu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanmış durumda. Herkesin oyunu kullanacağını umuyorum. Çünkü ülkenin en önemli kurumuna başkan seçiyoruz. Hafife alınacak bir mesele değildir bu. Cumhur’un başkanını seçme konusunda hepimizin görevi ve sorumluluğu var. O nedenle lütfen hep birlikte sandık başında olalım.
Seçimler demişken de vurgulamak istediğim konu şu: Sınırlarımızın ötesi karışık ama ülke içinde insanlarımız da karışık. Biz niye ayrışıyor, niye bölünüyoruz? Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan insanlar olarak, öncelik kendi insanımıza saygı duymak, anlayış ve sevgi göstermek olmalı. Ama bugün geldiğimiz noktada maalesef birbirimizin can düşmanı gibiyiz. İnsan şüpheye düşüyor. "Savaş bizim ülkemizde mi? Düşman biz miyiz?" diye.
Oysa asıl böyle zamanlarda birbirimize daha çok bağlanmak, daha sıkı tutunmak gerekmez mi? Sizden farklı düşünen insanlara, sırf düşünceleri nedeniyle hoşgörüsüz davranmak, kin beslemek taraf tutmak değil ama insanlıktan çıkmak değil mi?
Bu ülke pek çok politikacı gördü. Siyaset sahnesinden pek çok aktör geldi geçti. Ne yazık ki hepsi değil, pek azı iz bırakabilmiştir. Ve açıkçası hiçbiri, eğer insanlarımız birbirine düşman olacaksa siyasetçi olmayı hak etmemiştir. Çünkü siyaset ayrıştıran değil birleştiren olmalıdır. Değilse bir ülkeyi yönetmeye nasıl talip olabilirler? Nasıl bizi refaha kavuşturacaklarını iddia edebilirler? Hangi düşünceyi ve inancı benimsemiş olursak olalım, çıkış noktamız insan. İnsana saygı, topluma saygı, ülkeye saygı değilse yok olup gitmeye mahkumuz.
Siyaset, daha doğrusu temiz siyaset farklılıklara değil, benzerliklere odaklanan siyasettir. Farklılıklar bizim kültürümüzde, tarihimizde var. Farklılıklar bizim rengimiz, güzel yanımız, tek düzelikten uzaklaştığımız diğer yarımız. Yeter ki birbirimizi ötekileştirmeyelim. Biz birlikte güzeliz, iyiyiz, mutluyuz. Yüzyıllardır da böyleydik. Lütfen böyle olması için hepimiz biraz daha kucaklayıcı, hoş görülü olmaya çalışalım. Sınırlarımızın bir santimetre ötesi cehenneme dönmüşken başka cehennemler yaratmayalım.
Gün geçmiyor ki çocuklara yönelik taciz olayları medyada yer almasın. Neredeyse kanıksadık, çocukların uğradığı tacizi. Oysa en tehlikeli şey bu; ahlaksız olanı, yanlış olanı, tepki göstermemiz gerekeni sıradan adli olay olarak görmeye başlamak.
Psikolojide bu durumun adı “normalleştirme”. Zaman zaman farklı kurumlar bazı durumlarda psikolojik algı yönetimi yapıyor ve normalde tepki göstereceğimiz olayları yavaş yavaş kabullenmemizi sağlamak için, tepki hızımızı ve dozunu düşürmek için bu normalleştirmeye başvuruyorlar.
Özellikle liderlerin seçim çalışmalarında algı yönetimi yapılıyor ve olumsuz yönler geri plana çekilirken, olsa da olmasa da olumlu özellikler vurgulanmaya çalışılıyor. Topluma verilmek istenen mesaj ise “bu adam doğru adamdır” mesajı oluyor. Aynı algı yönetimi, bir ürün için ya da bir olay için de yapılıyor. O ürünü almamızı, hatta bir olayı tehdit olarak algılayıp algılamamamızı bile yönlendirebiliyorlar. Ticari olarak bu çalışmalar kabul edilebilir ama şiddet ve hele hele çocuklarımız üzerinden yapılan normalleştirme çalışmaları asla kabul etmememiz gereken bir durum. Çünkü bu “normal” değildir. Çünkü “doğru” değildir. Çünkü “kabul edilebilir” değildir.
Örneğin; şiddet görüntülerini, şiddet içeren oyunları ve filmleri göre göre büyüyen bir hatta birkaç kuşak var. Bu çocuklar ve gençler için bir canlıya zarar verilmiş olması, sokak ortasındaki; kavga, vurmak, yaralamak, öldürmek ve ölmek bir oyun gibi. Çünkü yıllar boyunca hep oyunlarla, dizilerle, filmlerle bu öğretildi. Bu öğretilenlerden sonra şimdi empati duygusu gelişmemiş çocuklarla karşı karşıyayız. Sınıf arkadaşlarının kavgası artık ölümle bitiyor, öğrenci öğretmenini öldürüyor. Gelinen nokta, ortadaki tablo sizce normal mi? Doğal ve normal karşılayabilir misiniz bu olanları?
Şimdi asıl korunmamız ve çocuklarımızı korumamız gereken olay artık her gün farklı haberlerini okuduğumuz “taciz”. Her gün okuduğumuz için “normal” gelmesin bize. Sıradan bir adli olay olarak görülmesin. Çünkü bir çocuğun uğradığı şiddet ve cinsel taciz ömür boyu etkileyecek izler bırakır. Cinsel olarak yaralanmış bir çocuğun psikolojik olarak yaralanmadığını iddia etmesin kimse. Bu ağır bir travmadır ve sadece çocuğu değil, tüm aileyi etkiler.
Bir taciz ve tecavüz olayından sonra çocuğun psikolojisinin bozulmadığını iddia etmek taciz kadar ağır bir başka psikolojik şiddettir. Bu cümleden; “çocuklar tacize uğrasa da, tecavüz edilse de etkilenmeyebilir, ruh sağlığı bozulmayabilir” gibi bir anlam çıkar ki, en az taciz kadar tehlikeli bir durumdur.
Tecavüz psikolojik olarak etkilenilmeyecek bir olaysa, evli eşler arasında bile erkeğin eşini cinsel ilişkiye zorlaması neden tecavüz kapsamına giriyor ve boşanma sebebi olarak görülüyor diye sormak gerek. Yetişkin ve hatta evli bireyler arasında dahi rıza olmadan yaşanabilecek bir ilişkiye onay vermeyen yasalar çocuğun uğradığı tacize ve şiddete de onay veremez. Bu ahlaksızlığa yol açanlar cezasız kalamaz. Kalmaması için de en büyük görev anne babalara, anne baba olsak da olmasak da bizlere düşüyor. Tepki göstermek zorundayız.
Taciz ve tecavüze sessiz kalmamak bir yana bir de çocuklarımızı korumak için yapmamız gerekenler var. Bunlardan en önemlisi; çocuğa kendisini korumayı öğretmektir. Biz istediğimiz kadar çocuğumuzu koruyalım, çocuklara kendisini korumayı ve korunmayı öğretemezsek her tür önlem kısır kalır, eksik kalır.