Son 5- 10 yıldır hayatımızda ciddi bir yer edinen "Sosyal Medya" artık kendi kurallarıyla farklı bir dünyanın kapılarını açtı hepimize.
Neredeyse hepimizin en az bir sosyal paylaşım sitesinde yine en az bir hesabı var. Hatta sosyal medya denilen mecra da kendi içinde uzmanlaştı. Sadece fotoğraf paylaşılanı var, mekan tavsiyesi yapabildiğiniz ya da nerede olduğunuzu hayran kitlenize(!) duyurduğunuz sosyal paylaşım siteleri var. Bunun da ötesinde sosyal paylaşım sitelerinde ve özellikle Facebook’ta hastane odasında, acil servisten kolunuzda serum takılıyken bile paylaşım yapabiliyorsunuz.
Ne mutlu ki anlık paylaşımlar yapmak bile artık imkan dahilinde. Bu sitelerin birbirine entegre edilmesi gibi ayrıca bir kolaylık da var. Mübarekler hepsi anlaşmış ve birinde paylaştığınız bir durum bilgisi ya da yer bildirimi veya fotoğrafınız anında diğer hesaplarınızda da görülebiliyor. Sevenlerinizi kendinizden mahrum etmemeniz adına çok önemli bir kolaylık tabii ki :)
Sosyal medya denilen mecra o kadar büyük bir derya ki, eskiden ulaşılamaz diye düşündüğümüz herkes bir tık ötenizde. Sanatçılar, devlet başkanları, kurumlar, yetkili ilgili kim varsa anında ulaşabiliyorsunuz. Düşünsenize Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’ya evinizde otururken, hatta üzerinizde pijamalarınız varken bir mesaj yazabilirsiniz. Kiminle iletişime geçmek istiyorsanız başka hiçbir resmi işleme gerek kalmadan o an, o saniye ve canınızın istediği şekilde iletişim kurabilirsiniz. Hatta ağzınıza geleni söylemek için bir tuşa basmanız kafi. O gün çok mu gerginsiniz, sabah tersinizden mi kalktınız, öfkenizi birilerinden mi çıkarmanız gerekiyor? E ne duruyorsunuz hadi sosyal medya hesaplarınızdan birinin başına geçin, gözünüze kestirdiğiniz birisi de varsa ne ala, değilse ‘ooo portakalı soydum, başucuma koydum’ hesabı yapıp arkadaş listenizden ilk denk gelen kişiyle başlayabilirsiniz mesela. O an içinizden geçenleri en ufak bir sansüre uğratmadan karşınızdaki kişiye (daha doğrusu karşınızda olduğunu varsaydığınız kişiye) yazabilirsiniz. Facebook’ta paylaştığı bir duruma ya da İnstagram’da paylaştığı bir fotoğrafa en çiğ yorumunuzu yazabilir, seviyeyi olabilecek en alt düzeye indirebilirsiniz. Ya da örneğin Twitter’da kendi zaman tünelinde yazmış olduğu bir yoruma anında çemkirebilirsiniz. Bir anda herkesin dikkati sizin üzerinize toplanır, hatta takipçileriniz bile artabilir. Bundan daha iyi ilgi çekemezsiniz eğer aradığınız bu tip bir ilgi ise. Ve iletişim denilen karşılıklı etkileşimden anladığınız bu ise.
İşin şakayla karışık yazdığım tarafı böyle ama inanın bütün bunlar gerçekten olan şeyler ve biz maalesef sosyal medya paylaşım sitelerinden büyük oranda bunu anlıyoruz. Böyle davranıyoruz. "Sosyal Medya Davranış Kültürü başlığıyla" bir tez konusu olsa kesinlikle ana malzeme budur. Olayın başka bir tarafında durum daha vahim bir hal almış vaziyette. Facebook’ta sizi arkadaş olarak ekleyen kişiyi, profiline bakarak, hele arada bir de tanıdığınız birisi varsa arkadaş olarak listenize kabul ettiğinizde çok enterasan tepkiler alabilirsiniz. Ben de beni eklemiş kişileri, eğer profilinde çok uçlarda paylaşımlar yoksa ya yazılarımı okumuştur ya da bir seminerimde bulunmuştur düşüncesiyle kabul ediyorum. Buraya kadar her şey normal ama sonrasında bazı insanların tavırları değişiyor. Hatta asıl zihniyetin ne olduğunu özel mesajda yansıtıyorlar. Mesela şöyle bir yazışma eminim pek çoğunuza tanıdık gelecek:
- Mrb.
Bütün bildiklerinize ters bir cümle kurduğumun farkındayım. Anne babalar olarak hepimizin beynine kazınan klasik anlayışa ters düştüğümün de farkındayım.
Hepimiz çocuklarımızın odalarını toplayan, düzenli, titiz çocuklar olmalarını bekliyoruz. Bu beklenti konusunda inanılmaz hayalperestiz. Birçok anne baba yılmadan, bıkmadan usanmadan çocuklarından böyle bir disiplin bekler ve genellikle de beklediğine ters bir tutumla karşılaşır. Çocuklar asla odalarını toplamaz, bir düzen oluşturmaz. Aksine birçok çocuk son derece dağınıktır. Bu ters düşmenin sonucunda ortaya çıkan ise bir türlü uzlaşamayan anne baba ve çocuk ilişkisidir.
Oysa gözden kaçırdığımız önemli bir nokta var: Çocuklar bir yetişkinden beklediğimiz düzen ve disiplin anlayışına sahip olsalardı, zaten çocuk değil bir yetişkin olurlardı. Çocukların odasını toplaması dediğimiz tutum, klasik bir anne takıntısı, diğer deyişle bir anne mükemmeliyetçiliğidir. Kaldı ki ‘oda toplamak’ kavramından ne anladığımız ya da neyi kastettiğimiz de ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Odasını toplamasını istemek başka şey bu konuda baskı ve ceza uygulamak başka şey. Çocuğu kendi görevleri ve sorumlulukları konusunda bilinçli yetiştirmek başka şey, çocuktan bir yetişkin disiplinine sahip olmasını beklemek başka şey. Anne babaların kafalarını karıştıran konu da tam olarak burası.
Çocuğunu büyütürken ona en ufak bir sorumluluk vermeyen, kendi başına yemek yemesini ‘döküp saçar, etraf kirlenir’ düşüncesiyle engelleyen anne, bir zaman sonra aynı çocuktan odasını pırıl pırıl temiz tutmasını, yatağını bir askeri disiplin içinde toplamasını, derslerini zamanında yapmasını, ödevlerini aksatmamasını bekleyen anneye dönüşüyor. Yemek masasına bir tabak dahi koymamış, kendi kıyafetlerini seçmesine ve giymesine izin verilmemiş o çocuk, neden odasını toplasın? Bunu yapması için gerekli sorumluluklar zamanında verilmemiş ki!
Ayrıca çocuktan oda toplamasını istemek ve bu konuda baskı kurmak yerine eğer oda iyice içinden çıkılmaz hale gelmişse belki birlikte bir düzene koymak için yardım teklif edebilirsiniz ama onu zorlayamazsınız. Odası çocuğun özel alanıdır ve orayı nasıl kullanacağı onun isteğine bağlıdır. Çocuğuna odası üzerinden baskı kuran annelere hatırlatmak isterim. Bu durum tıpkı, komşunuzun sizin evinize gelip, ‘Neden bulaşıkları yıkamadın, neden evi süpürmedin, yemeği pişirmekte de geç kalmışsın, evi daha temizlememişsin, buraları tertemiz görmek istiyorum’ demesiyle aynı şeydir. Böyle bir müdahale size ne hissettirirse, çocuğunuza da öyle hissettirir. Çocuğuna oda toplaması konusunda baskı yapan ve bu durumu çatışmaya götüren her anne ‘nükemmeliyetçi’ bir anne davranışı içindedir. Çocuklar hiçbir şey yapmayacak mı? diye soran anne babalara belirtmek isterim ki, çocuklar pek çok şey yapacaklar, özellikle evde onların da çok önemli sorumlulukları olmalıdır. Örneğin çocuklar ortak yaşam alanı olarak bilinen salon, mutfak ve diğer odalardaki eşyalarını toplamakla yükümlüdürler. Zira ortak yaşam alanları ailedeki her bireye aittir ve herkesin eşyasını ortalıkta bırakması kaosa yol açar, evdeki düzen bozulur, ancak odasını istediği gibi kullanabilir ve dağıtabilir. Ayrıca çocuklar sadece kendileri ile ilgili olarak değil, ev işleriyle ve diğer bireylerle ilgili olarak da sorumluluk almalılar. Kardeşi varsa ona kitap okumak, giyinmesine yardım etmek, yemeğini yedirmek gibi. Ek olarak evdeki çiçeklerin sulanması, çöpün çıkarılması, yemek masasının hazırlanıp kaldırılması gibi eve ait işler de çocukların yapabilecekleri işlerdir.
Ama bir çocuk başka hiçbir işle ilgilenmediği halde odasının çok düzgün olmasını istiyorsa, çok titizse bir takıntısı olup olmadığını değerlendirmekte fayda var. Aynı şekilde bir anne ısrarla çocuğundan odasını toplamasını bekliyor ve istiyorsa, bu konuyu sorun yapıyor ve sürekli olarak söyleniyorsa o zaman annenin takıntılı olduğunu düşünmek gerekir.
Anne babaların çocuklarına hayatı zehir ettikleri iki önemli konudan birisi odasını toplamasıdır, diğeri dersini çalışmasıdır. Maalesef her ikisi de her zaman sorun olmuştur. Çünkü anneler çocuğun çocuk olduğunu unutup ondan bir yetişkin gibi davranmasını bekler. Üstelik hiçbir sorumluluk vermediği halde…
Çocuğunuzdan bu konularda şikayetçiyseniz, onun sizden ne konuda şikayetçi olabileceğini düşünmenizi öneririm.
Babalarımızın meslekleri bir anlamda öğrenim hayatlarımızı da belirliyor. Babam assubaydı ve ben ilkokula Edirne’de başladım. İlkokul 1. ve 2. sınıfı Edirne Necatibey İlköğretim Okulu’nda okudum, sonraları okulumuzun yandığını öğrendim ki hala bir üzüntüdür benim için. 3. ve 4. Sınıfları Erzurum, Kandilli’de ve en son 5. Sınıfı İstanbul’da bitirdim. Bütün öğretmenlerimi bugün gibi hatırlıyorum. Ama özellikle bazıları hayatımda inanılmaz izler bıraktığı için onları hiç unutmadım. Unutmayacağım.
İlkokul 1. Sınıftaki öğretmenimin ismi Mustafa Bayram’dı. Hatırladıkça burnumun direği sızlar. Büyüdükçe anladım ki ne muazzam bir öğretmenmiş, ne büyük bir eğitmenmiş. Resim dersinde matematik defterini çıkaran, matematik dersinde resim defterini çıkarıp resim çizen bu haşarı, konuşkan ve meraklı öğrencisine hiç kızmayan, bağırıp çağırmayan, aksine onun ilgisine ve merakına uygun eğitim vermeye çalışan muhteşem bir öğretmendi Mustafa Bayram.
Bir Türkçe dersi sırasında sınıfa giren ve sonraları aslında müfettiş olduğunu tahmin ettiğim kravatlı, takım elbiseli ve ciddi adamlar gelip benim sıramın başında dikildiler. Ellerini arkasında kavuşturmuş olan ve yüzü hiç gülmeyen bir adam dönüp öğretmenime, ‘hocam bu öğrenciniz dersinizi dinlemiyor anlaşılan, şu an defterinin üzerine resim çiziyor’ dediğinde; ‘emin olun o dersi dinliyordur, siz sorun, o anlatır’ diyerek beni tahtaya kaldırışını bugün gibi hatırlıyorum. Ben de öğretmenimden aldığım o özgüvenle, derste bir arkadaşımızın okuduğu hikayeyi, hikayenin kahramanı atı ve atın alnındaki beyaz lekeye kadar anlattığımı hiç unutmuyorum. Günü, hikayenin adını, arkadaşlarımın adını, sınıfa gelenleri, herkesi ve her şeyi unuttum ama öğretmenimin adını, bana olan güvenini ve bana hissettirdiği değerli olma duygusunu hiç unutmadım. Ne yazık ki, bir daha da o kadar şanslı olmadım.
Sonra Küçükçekmece Ortaokulunda okurken bir müzik öğretmeni, dersi biraz ihmal ettiğim için ‘anlaşıldı, sen notaları asla öğrenemeyeceksin’ dediği için müziğe karşı mesafeli durduğumu da unutmadım. Ve yine bu kez Küçükçekmece Lisesi’nde Fen bölümünde okurken ‘senin kafan fen derslerini almıyor, niye fen bölümünü seçtin’ diyen o kadın öğretmeni de unutmadım. Bana verdikleri bu güvensizlik duygusuyla bir gün dahi üniversite hazırlık kursuna gitmemişken, bir kez dahi ders almamışken, bana kimse ders anlatmamışken ve yılsonunda tam 5 dersten bütünlemeye kalmışken Hacettepe Üniversitesini birincilikle kazandığımı da unutmadım. Okulumun öğretmenlerinin yaşadığı şoku, beni nasıl çalıştırıp geçirecekleri konusundaki paniği de unutmadım.
Bugün mühendis olmak üzere olan ve tam 15 yıl boyunca piyano eğitimi alan oğlumdan sonra 11 yaşındaki kızıma da piyano eğitimi aldırmaya başlamışken, ‘ben de öğrenebilir miyim’ diye başladığım piyano eğitiminde notaların porte üzerindeki dizilişini öğrenmem tam 8 ayımı aldıysa bana notaları öğrenemeyeceğimi söyleyen ve asla hayırla yadetmediğim öğretmenim sayesindedir.
Bugün aynı anda farklı işlerle ilgilenip, farklı konulara odaklanabiliyor ve hepsinin altından kalkabiliyorsam, bana yapabileceğim duygusunu veren ilkokuldaki çok değerli öğretmenim Mustafa Bayram sayesindedir. Sonraları öğrendim ki vefat etmiş. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Bugün tıp fakültesini seçmediysem ve doktor olamadıysam bana ‘senin fen bölümünde ne işin var?’ diyen ve fen bölümünde yapamayacağıma beni inandıran o kadın öğretmenim sayesindedir.
Bazı öğretmenler malesef adı öğretmenlik olan mesleği yapan sıradan insanlar, bazıları ise; öğreten, eğiten, hayata hazırlayan, hayatımızı, kimliğimizi, kişiliğimizi etkileyen eli öpülesi muhteşem insanlar. Bu ikisi arasındaki fark, çocuğunuzun, sizin, hatta çevrenizde gördüğünüz herkesin hayatını belirleyen farktır.
Depresyon günümüzde neredeyse herkesin içine düştüğü bir duygu durum bozukluğu. Farklı türleri var. Mevsime göre ya da kişisel duruma göre değişiyor, zaman zaman yoğunluğu artıyor, azalıyor hatta yön değiştiriyor.
Depresyonla ilgili olarak bugüne kadar neredeyse her şey yazıldı, konuşuldu, anlatıldı. Depresyona girsek de girmesek de ne olduğunu, kimleri nasıl etkilediğini artık hepimiz biliyoruz. En azından yakınımızdaki insanlardan görüyor, tanıyoruz. Günümüzün en bilinen, en sık rastlanan iki problemi var: Biri depresyon, diğeri stres.
Ancak son zamanlarda depresyonla ilgili farklı gelişmeler ve tanımlamalar yapılmaya başlandı hatta farklı araştırmalara konu oldu.
Sonuçta da ilginç bulgulara ulaşılmış durumda.
İngiliz Gazetesi The Guardian’da geçtiğimiz haftalarda yayımlanan haberde farklı üniversitelerde yapılan araştırmalara yer veriliyor ve bu araştırmaların sonuçlarına göre depresyon hakkında bilinenlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.
Californiya Üniversitesi'nde depresyon konusunda çalışmalar yapan Klinik Psikolog George Slavich: "Depresyon artık sadece psikolojik bir durum değil. Psikolojiyle ilişkili ama aynı derecede biyolojik ve fiziksel sağlıkla da ilişkili." diyor ve depresyonu diğer fiziksel hastalıklarla birlikte değerlendirmek gerektiğini ifade ediyor.
Slavich’e göre; ‘Nasıl ki insan hastalanınca kendisini kötü hisseder, bitkin düşer ve yataktan çıkmak istemezse, aynı şekilde insan depresyona girdiğinde de kendisini kötü hisseder, bitkin ve halsiz düşer. Bu aslında vücudun hastalıklarla savaşma dürtüsüdür.
Dolayısıyla bedensel hastalıklarla depresyonun insana yaşattığı sıkıntılar neredeyse birebir aynı. Bu durumda ikisi arasında ortak noktalar olmalıdır’ diyor ve birçok başka uzmanla beraber bu ortak noktayı ‘İltihaplanma’ olarak açıklıyorlar.
Yazmayayım dedim. Acıyı çoğaltmaktan korktum ama olmadı.
20 yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan'ın vahşice öldürülmüş olmasına tepkimi yazıya dökmeden yapamadım.
Özgecan’ın başına gelen olayın sıradan bir günde, sıradan bir minibüste evine, işine ya da okuluna giden her kadının başına gelebileceğini bir kez daha korkunç bir şekilde öğrendik. Toplum olarak bu kadar büyük bir tepki konulmasının sebebi de işte budur: Özgecan’ı vahşice katleden kişiler gibi onlarcasıyla yan yana yürüyoruz, belki her gün selamlaşıyoruz, belki çok yakınımızdalar. Zira Özgecan Aslan cinayetindeki zanlıların ifadelerini okuduğumuzda, aile resimlerine baktığımızda şok oluyoruz. Cinayete karıştığı iddia edilen iki kişinin birbiriyle baba oğul akrabalığı var. Birinin ise iki kızı var. İki KIZ ÇOCUĞU. Tıpkı tecavüz ettiği, bıçakladığı ve yakarak öldürdüğü Özgecan gibi.
Biz Özgecan Aslan’ın cinayetiyle sarsılmışken, çok dikkat çekmedi ama çok önemli bir davanın kararı açıklandı. Geçtiğimiz yıl 27 Nisan'da, ablasıyla evlenmesine izin vermeyen ailesinden intikam almak için amcasının 6 yaşındaki kızı Gizem Akdeniz'i öldürdüğü ileri sürülen Süleyman Akdeniz hakkında, 'hürriyetinden yoksun kılma, cinsel istismar, cinayet' suçundan ağırlaştırılmış ömür boyu hapis istemiyle açılan davada 12 yıl hapis cezası çıktı. Yani bir hayatı söndüren kişi 12 yıl sonra aramızda olacak. Ya kaybedilen can? Ya o canın, canından can giden ailesi? Onlara ne olacak?
Hiçbirimiz bu sorulara yanıt veremiyoruz. İçimizden geçenler başka, yaşananlar başka...
Peki neden bunlar oluyor, neden bu acılar yaşanıyor ve neden kadınlar bu kadar çok şiddete uğruyor sorularının yanıtlarını verebiliriz.
Vermek zorundayız.
Aslında kadının uğradığı şiddetin sebebi aynı kadının doğurup büyüttüğü erkek çocuklar ve o erkek çocukların eline teslim edilmiş haklar, hayatlar, kararlar. Kadının vazgeçtiği her hak, kendisine şiddet olarak dönüyor. Bunu anlamak zorundayız artık. Kadının kadına şiddeti bitmeden, erkeğin kadına şiddeti de bitmeyecek. Kendi gelinine eziyet eden, kendi kızını aşağılayan, komşusunun, akrabasının kızının dedikodusunu yapıp adını çıkaran, en hafif tabiriyle ‘elin kızı’ etiketini yapıştıran her kadın kendi şiddetini hazırlamaktadır aslında.
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti...
Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi önemli bir üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı.
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.
Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle. "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner." "Hayır, hayır!" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil. Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz.’’ Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.
Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Bu üniversite Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birisi olan Stanford ‘tu.
Ekonomik krizler öncelikle aile içi dinamikleri, huzuru ve güven duygusunu sarsar. Kişilerin normal yaşam düzenini ciddi anlamda bozar. Üstelik bir de çocuk yetiştirmeye çabalayan anne ve babalardan bahsediyorsak bu etkilerin daha olumsuz olacağını göz ardı edemeyiz.
Bebek bekleyen ya da çocukları olan ve sadece çocuklarının iyi yetişmesi, iyi eğitim alması için pek çok konuda fedakarlık yaparak, hayata olumlu ve umutlu bakmayı isteyen ebeveynler, yaşanan bir krizde panik ve endişe duyguları yaşayabilir. Bu endişelere baktığımızda;
Yaşanan her tür duyguyu ciddiye almak ve çözüme kavuşturmak çok önemlidir. Bu tip kriz dönemleri gerçekten de kritik süreçlerdir. Bu dönemde ebeveynlerin psikolojik olarak etki altında kalacağı her faktörün doğrudan evliliği sarsabileceği unutulmamalıdır.
Ekonomik krizin evliliği etkileyeceği de kesindir. Ancak bu etki sonucunda krizden nasıl çıkılacağı önemlidir:
Krizler aileler için bu anlamda dönüm noktalarıdır. İçine düşülen sıkıntı, doğrudan doğruya gelecekteki geçim şartlarıyla ilgili olduğundan aile bütünlüğünü de sarsıcı nitelikte olabilir. Özellikle,
Krizden bu şartlarda en fazla etkilenenler ise çocuklar olacaktır. Üstelik krizler, kişilerin hayatlarında depresyondan, kaygı ve duygu durum bozukluklarına kadar pek çok psikolojik sorunun ortaya çıktığı dönemlerdir. Gerekirse bir destek almak, konuyu diğer aile büyükleriyle paylaşmak yararlı olacaktır. Eğer kriz konusunda başa çıkmakta sıkıntı yaşayan bir aile bireyi varsa durum acil olarak değerlendirilmeli ve konunun uzmanı kişilerden yardım alınmalıdır.
Ülke ekonomilerindeki çalkantılar evlilikte de sarsıntılara yol açabilir. Oysa bunu önlemenin yolları vardır. Öncelikle anlayış ve sevginin hakim olduğu bir ilişki ve yardımlaşmaya açık aileler bu türde sıkıntılı dönemleri başarıyla atlatabilirler.
Bu dönemler de atlatılacaktır. Krizler sadece sizin ailenizi etkiler gibi görünse de aslında birçok ailenin sorundur. Siz nasıl etkileniyorsanız emin olun diğer pek çok aile de aynı şekilde, hatta belki de daha fazla etkilenmektedir.
Dün basında yer alan bir haber dikkatimi çekti. Özel Tüketim ve Motorlu Taşıtlar Vergileri’nin çok yüksek olduğu güzel ülkemizde lüks araç satışında resmen patlama yaşanmış. Ülkemizin neredeyse üçte ikisinin asgari ücretle geçindiği göz önüne alınınca hakikaten önemli bir haber. Zira rakamlara bakarsak satışlar bir yıl öncesine göre yüzde 20 civarında artmış durumda.
Haber başlıkları da güzel: Türklerin lüks otomobil tutkusu
Çok doğru bir başlık olduğunu haberi okuduğunuzda anlıyorsunuz, ismini vermeyeyim ama pek çok insanın ulaşamayacağı kadar yüksek bedelli bir lüks otomobilin satışları geçen yıla göre yüzde 107 oranında artmış.
Ülkenin yarıdan fazlası neredeyse açlık sınırında geziyor ama lüks araç alımı geçmiş yıllara göre artıyor. O zaman ya asgari ücretle geçinmenin inanılmaz bir yolunu bulduk ya da asgari ücretle öyle iyi yatırımlar yapıyoruz ve öyle iyi gelirler elde ediyoruz ki bırakın sıradan bir arabayı, lüks araç alabiliyoruz.
Hemen her gün ekranlarda gördüğümüz çöpten ekmek arayanlar da, bedeli milyon dolarları bulan araçları alanlar da aynı toprağın insanı. Akıl alır gibi değil bu kadar büyük uçurumları ama durum böyle.
En alt gelire sahip olanla (hadi bunu asgari ücretle sabitleyelim, daha altını söylemeye, açlık sınırı demeye dilim varmıyor), en üst gelir arasındaki uçurum büyüdükçe birbirimizden kopuşumuz da büyüyor psikolojik olarak biliyor musunuz? Ortak noktalarımız kalmıyor, aynı şeylere gülemiyor, aynı acıda buluşamıyoruz. Birinin bir ayakkabıya verdiği bedelle, bir aile bir ay geçiniyor mesela.
Servet avcılığı yapmayalım ama bir de olayın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına bakalım. Günümüzde her gün TV ekranlarında ne kadar çok kazandığına, ne kadar zengin olduğuna şahit olduğumuz ünlüler ya da birtakım başka insanlar vasıtasıyla her şeyin bedelini öğreniyoruz. Bazı programlar da bizleri olabildiğince lükse ve tüketmeye özendiriyor. Bu kadar cezbedici ve çeldirici etken olunca da etkilenmemek neredeyse imkansız.
Lüks dediğimiz kavram bile her gün değişiyor. Bundan 40 yıl önce buzdolabı bir lükstü, bugün vazgeçilmez bir eşya haline geldi. 20 yıl önce cep telefonları ortaya çıktığında lükstü, bugün telefonumuz olmadan neredeyse yolumuzu bulamayacağız, elimiz ayağımız olmuş durumda.