Paylaş
Anne baba olmak hepimizin hayalidir ama anne baba olduğunuzu asıl o minik bedeni kucağınıza verdikleri an hissedersiniz. O anın ve o küçük canlının yaşattığı duyguların üzerine binlerce kitap yazılmıştır, hala yazılabilir ve yine de hiçbirisi tam olarak ne hissedildiğini anlatmaya yeterli değildir.
Annelik duygusu bebek annenin karnında büyümeye başladığı anla beraber başlarken babalar bu duruma daha geç katılırlar. Çünkü anne, bebeğinin her hareketini, hatta kalp atışını dahi duyar ve onu hem psikolojik hem de bedensel olarak sahiplenir. Buna da annenin bedeninden salgılanan hormonların ve içgüdüsel olarak anneliğe hazır olmanın yol açtığını belirtiyor uzmanlar.
Bir erkeğin baba olmayı kabullenmesi ise bazı durumlarda bebeğin 18. ayına kadar uzayabiliyor. Aslında haklılar da, çünkü anne bebeğinin gelişimine kendi bedeninde her an tanık olurken baba hep bir 3. kişi konumunda ve izleyici durumunda. Biyolojik olarak hissettiği hiçbir şey yok, psikolojik olarak ise daha görmediği, dokunmadığı bir canlıyı sevmesi ve kabullenmesi gerekiyor. O nedenle bir çocuk sahibi olduğumuzda kendisini 3. adam durumuna düşürmesine rağmen dünyaya gelmeden onu sevebildiği, kabul edip heyecan duyabildiği için en çok babaları takdir etmek gerek.
Çocuk sahibi olmanın en güzel tarafı, bebek büyüdükçe ona olan sevgimizin de büyümesi, boyut değiştirmesi. Elbette büyüyen bebekle beraber beklentilerimiz, planlarımız ve gelecek hayallerimiz de büyüyor. Bunlar ayrı bir yazı konusu. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, çocuklarımıza olan sevgimiz ve bu sevgimizi onlara nasıl ifade etmemiz gerektiği. O kadar çok soru alıyorum ki... Kafalar o kadar karışık ki. O nedenle bu yazımı sadece bu konuya ayırmak istedim.
Aslında bütün mesele, başka ülkelerin çocuk eğitimi ve disiplin uygulamalarının bize uydurulmaya çalışılmasından çıkıyor. Örneğin bize yıllarca çocuklarınızla arkadaş olun diye anlattılar. Bütün anne babalar çocuklarıyla arkadaş olmaya çalıştılar ve bir anda anne baba otoritesi ve figürü ortadan kayboldu. Birkaç kuşağı bu nedenle kaybettik. Oysa çocuklarımızın arkadaşları vardı zaten. Bir mahalle dolusu, bir apartman dolusu ve bir okul dolusu.
Ama bir tane anne baba vardı. Onu da ortadan yok edip ne yapacağına karar veremeyen anne babalar ve çocuklar yarattılar. Anne babalar çocuklarına arkadaş olmakla, ebeveyn olmak arasındaki o çizgiyi bir türlü bulamadılar, çocuklar anne babalarından görmek istedikleri disiplin ve otoriteyi bir türlü göremediler. Halbuki çocuklar sınırların çizilmesine ve bazen net bir şekilde ‘hayır’ denmesine ihtiyaç duyarlar. Kaldı ki çocuklar çocuktur, yetişkinler yetişkindir. Çocuklar bir ebeveyn sorumluluğuna sahip olabilselerdi zaten bizim velayetimiz altında yaşamazlardı.
Bütün bu uygulamaların başka kültürlerin uygulamaları olması ve bize modernlik olarak sunulması işleri tamamen karıştırdı. Çünkü son 20-30 yılın anne babaları genellikle üniversite eğitimli ve modern olmaya çalışan yetişkinlerdi. "Elin Avrupalısı, Amerikalısı böyle yapıyorsa e vardır bir bildikleri" diye hemen benimsedik. Ama unuttuğumuz bir şey vardı; biz birbirine bağlı, hatta bağımlı yaşayan, geleneksel aile yapısına hala çok önem veren, çocuk kavramının en önemli şey olduğu bir kültüre sahipken o Avrupalı, Amerikalı için çocuk hayatını yaşamasına neredeyse bir engel durumunda. Çocuk sahibi olmak önemli bir külfet onlar için, bedenini bozan, zamanını bloke eden, yapmak istediklerini engelleyen ve özgürlüğünü kısıtlayan bir engel...
O kültürde çocuklarla yetişkinlerin birbirlerine yakınlaşmalarını sağlamak için ortaya atılan ‘çocukla arkadaş olma’ kavramı bizim için çok yanlış bir örnek oldu, bize asla uymadı. Hatta bu uygulamayı ortaya çıkaranlara bile uymadı. Çünkü istedikleri aile birliğini ve düzenini böyle sağlayamadılar. Bu defa hep beraber ‘hayır arkadaş olmayın’ söylemine başladılar. Oysa biz zaten bunu biliyorduk ve çocuklarımızla arkadaş değildik. Biz aileydik.
Mart 2014’te yayınlanan 'Stresine Sahip Çık' kitabımda yapılan araştırmalardan çıkan önemli bir bilgiyi paylaştım. Washington Üniversitesi'nden Psikiyatri Profesörü Dr. Thomas Holmes ve ekibi hayatımızdaki değişikliklerin bedensel ve ruhsal sağlığımız üzerinde yarattığı etkileri araştırmış ve bu konuda bir ‘Sosyal Uyum Değerlendirme Ölçeği’ hazırlamıştır. Bu ölçeğe göre stres yaratan olaylar ve durumlar listelenmiş ve her birine bir stres puanı verilmiştir. Listeye göre 100 üzerinden 100 tam puanla en büyük stres faktörü eşlerden birinin ölümü olarak yer almıştır. Bu, sadece bizim ülkemiz için evlat kaybıdır. Yani o Avrupalı, Amerikalı eşinin ölümünde en büyük stresi yaşarken, bizim için en büyük stres evlat kaybıdır. Eşlerin kaybı daha alt sırlarda yer alır. Sadece bu bilgi bile bizim diğer ülkelerden hem kültür, hem duygu, hem değerler açısından ne kadar farklı olduğumuzu ortaya koymaya yeter. Şu an ülke olarak içinde düştüğümüz sıkıntıların ardında da aslında bizi biz yapan, bize ait olan, değerlerimize ve kültürümüze dışarıdan monte edilmeye çalışılan bir takım uygulama ve dayatmalar yatar. Bize ait olana tu kaka yapıp, dışarıdan getirilene modernlik demek ve çocuk eğitimini onlara göre şekillendirmek kendimize ve geleceğimize yapılan en büyük ihanettir. Evet doğru uygulamaları alalım ama kendimizden, geçmişimizden ve kültürümüzden kopmayalım.
Çocuklarımızı sevmenin kuralı yoktur. Bütün yazılarımda vurguladığım gibi, çocuklar fazla sevgiden şımarmazlar, çünkü sevginin fazlası diye bir şey yoktur. Çocuklar dengesiz, tutarsız, kararsız anne baba tutumlarından dolayı şımarırlar. Bir gün evet dediğine, bir başka gün hayır diyen, bir gün kucağından indirmediği çocuğunun ertesi gün suratına bakmayan, bir gün öve öve göklere çıkarıp diğer gün aşağılayan anne baba tutumu çocuğun da dengesini bozar. Önemli bir genetik bozukluk yoksa çocuklar psikolojik olarak sorunlu doğmazlar. Sorunları olan anne babaların eline doğarlar. Çocuklar sizin çocuklarınız, elbette ki size sarılmak isteyecek, dokunmak, kucaklamak isteyecek. Lütfen sevginizi ve sıcaklığınızı yavrularınızdan esirgemeyin. Eliniz hep üstlerinde olsun, onlara dokunun, sevin, öpün, koklayın. Ve korkmayın onu çok sevdiğiniz ve öptüğünüz için hiçbir çocuk kişilik bozukluğu yaşamaz, bağımlı kişilik geliştirmez, güvensiz bir insan olmaz. Aksine kendisine güven duyan, öz saygısı gelişmiş, mutlu ve sağlıklı bir birey olur. Çok sevildiği için dengesi bozulan, asosyal olan, çevresiyle sağlıklı ilişkiler geliştiremeyen tek bir insan bile bulamazsınız.
Anne babaları korkutan bazı noktalar olduğunu biliyorum. Özellikle okula başlayan çocuklarının kendilerinden ayrılmak istemediğini, vedalaşmaların uzun sürdüğünü söyleyen ebeveynler var. Evet çocuklar anne babalarını bırakmıyorsa, sürekli okulun ya da sınıfın kapısında olmasını istiyorsa bazı korkular geliştirmiş olduğunu düşünebiliriz ve bu konuda psikolojik destek alınmasını önerebiliriz. Ancak böyle bir durum yokken, çocuklarınızı okulun kapısında kucaklamanın, öpmenin, ona sevdiğinizi göstermenin ve söylemenin ne sayısı ne sınırı vardır. Bu konuda içinizden, yüreğinizden gelen sese kulak verin. Çocuğunuzun ihtiyaçlarını en iyi siz bilirsiniz ve çocuğunuz da sizden ne isteyeceğini iyi bilir. Çocukluğunun tadını çıkarın. Çünkü yıllar geçip 15- 20 yaşlarına geldiklerinde onları kucağınıza alamayacağınız kadar büyümüş olacaklar, ve siz bugünleri çok özleyeceksiniz.
Lütfen çevrenize bir bakın; annesi babası olmadan işine gidemeyen, üniversiteye devam edemeyen, tek başına uyuyamayan bir yetişkin görüyor musunuz?
Paylaş