Geçtiğimiz hafta sanatçı Serdar Ortaç’ın MS hastalığına yakalandığının duyulması üzerine yeniden gündeme gelen ama hala pek çok bilinmezleri olan MS yani Multipl Skleroz insanların psikolojilerini de etkileyen bir hastalık.
MS hastalığı tıp açısından bile hala belirsizliklerle doluyken MS hastalarının psikolojisini de iyi değerlendirmek gerekir. Her hasta hem hastalığının durumuyla hem de kişisel tutumlarıyla doğru orantılı olarak farklı tepkiler veriyor, farklı şekilde etkileniyor.
Hastalar, öncelikle hastalığı reddetme, isyan ve öfke tepkileri veriyorlar. Bunu hastaların davranışlarında da gözlemlemek mümkün. Ardından kabullenme ve kaygılanma durumu ortaya çıkıyor. "Şimdi ne olacak, başıma neler gelecek, yakınlarım, eşim dostum duyarsa ne olur, hastalığım ilerlerse bana nasıl davranırlar, yalnız kalır mıyım" gibi pek çok soru oluşuyor ve bu soruların yanıtları da genellikle olumsuz oluyor. Hastaların birçoğu hastalığını öğrendikten sonra çok belirgin tepkiler veriyorlar. Bunları belli bazı evrelerde toplayabiliyoruz:
1. Şok evresi: MS hastalığını duyduğunda hem hastalığa ait bilgisizlik hem de belirsizlik nedeniyle yaşanılan şok durumu.
2. İnkar evresi: Hastalığı kabul etmeme, yanlış teşhis konmuştur beklentisinin ortaya çıktığı evre.
3. Öfke evresi: Neden ben, bu hastalık neden beni buldu şeklinde sorgulamaların yapıldığı ve başına gelenlere dair öfke duyulduğu dönem.
4. Pazarlık evresi: Doktorlara gidip, kontrollerimi yaptırırsam, ilaçlarımı düzenli kullanırsam muhakkak iyileşirim, bir daha hasta olmam. Olmamalıyım. Bu benim başıma geldiyse muhakkak bir kurtuluş yolu da vardır düşünceleriyle hastalıkla ve çevredekilerle pazarlık yapılan evre.
“Hayatım bir film gibi…” cümlesini zaman zaman hepimiz kullanırız. O kadar tanıdık bir cümledir ki... Aslında hayatlarımız bir film gibidir gerçekten; ana karakterleri belli olan, senaryosu zaman zaman güncellenen bir film gibi. Yaşıyoruz, yaşadıkça bir sonraki günün senaryosunu da belirliyoruz yaptıklarımızla ve hayata kattıklarımızla.
Beynimizin sahip olduğu güç konusunda hala pek çok bilinmeyen var. Her gün farklı bilgiler okuyoruz. Beynin gizemi konusunda çözülemeyen pek çok şeye rağmen, şu an bildiklerimiz ve öğrendiklerimiz bile bizi şaşırtmaya devam ediyor.
Liderlik konusunda dünyanın en tanınmış otoritelerinden biri kabul edilen Warren Bennis; ‘’Liderlik, vizyonu gerçeğe dönüştürme becerisidir’’ diyor. Bu vizyonun nasıl gerçeğe dönüştürüleceği konusu ise gerçekten çok ilginç: Beynimizi etkin kullanmak, yani beynimizi programlamak. “Peki, bu nasıl olacak?” derseniz… İşte cevabı:
Yapılan son araştırmalar gösteriyor ki bir eylemi, bir şeyi hayal ettiğimizde beynimiz bu konuyla ilgili bir bölümü de harekete geçiriyor. Bu nedenle hayal etme kısmı çok önemli, zira bu yöntem özellikle felçli hastaların fizik tedavi uygulamalarında, sporcuların yarışma öncesi hazırlıklarında olumlu sonuç almak amacıyla kullanılan bir teknik. Özellikle olimpiyatlarda altın madalya alan Mikaela Shriffin’in kendisini altın madalyaya götüren süreci hayalinde canlandırarak, çalışmalarında bunu hayal etme kısmına ciddi zaman ayırması en son örnek olması bakımından önemli.
Beynin ve zihnin programlama haritası üzerine çalışan uzmanlara göre, öncelikle amaçlarınızı yazmalı ve bu amaçlara ulaşabileceğiniz bütün yolları ve ihtimalleri belirlemelisiniz. Daha sonra sessiz ve sakin bir ortamda gözleriniz kapalı bir durumda, hayallerinize giden bu olasılıkları adım adım zihninizde canlandırmalı ve gerçekleştiğini düşünmelisiniz. Bu şekilde bir hayal etme çalışması, beynin eyleme odaklı bölgelerinde ısınmaya yol açarak harekete geçiren bir tür enerji kablosu işlevi görür. Hatta önerilen şu ki özellikle kendinizi yorgun, isteksiz ve hevesi kaçmış hissettiğinizde bu çalışmayı yapmalısınız. O zaman enerji dolduğunuzu ve toparlandığınızı hissedeceksiniz. Üstelik beynimizin hayalle gerçeği ayırt edemediğini ve her şeyi gerçekmiş gibi algıladığını biliyoruz. Hayallerinizin gerçek olması da sizin onları gerçekmiş gibi düşünüp planlamanız ve odaklanmanızla doğru orantılıdır.
Birçoğunuzun “Hayalimde böyle bir kurgu yapamam” dediğinizi biliyorum. Haklısınız, bu kolay bir şey değil. Bir anlamda bir tür meditasyondur ve ince ayrıntılarına kadar bir konuya odaklanmak kolay değildir. Üstelik o kurgunun sonunda başarılı olduğunuzu görmek bilinçaltınıza korkutucu gibi gelebilir. Zira birçoğumuzun başarılı olacağına dair yeterli güveni ve inancı yoktur. Bu güvensizliğe de genellikle daha önce ulaşılamamış hedefler ve kazanılmamış başarılar, daha doğrusu önceki başarısız deneyimler yol açar. Ancak uzmanların bu konudaki endişelere de verilecek bir yanıtı var. Yine araştırmalar göstermiş ki, hayal etmek endişeyi azaltıyor ve kişinin rahatlamasını sağlıyor. Üstelik hayaller sadece sizinle beyniniz arasında, onları kimse görmüyor, kimse bilmiyor. Hayallerinizi korkmadan serbest bırakabilirsiniz.
Kendinize güveni geliştirmek için ‘Motivasyon ve Genel Ustalık’ adı verilen bir hayal etme, gözünde canlandırma tekniği vardır. Bu tekniğe göre gözünüzü hedefinizden ayırmadan, sürekli hayalinizde canlandırarak hedefinize doğru yürüdüğünüzü hayal etmenin yanında, bu hayale ulaşmak için somut olarak bazı eylemleri planlıyor, kağıda döküyorsunuz. Her adımda ara hedefler belirlemeniz, bu hedeflere ulaşırken kimlerle iletişime geçeceğiniz ve almayı beklediğiniz cevapları, tüm olası çözüm yollarını da oluşturmanız gerekiyor. Bu çalışma aslında son derece profesyonel bir yol haritası oluşturmanızı da sağlıyor. Hayalinde canlandırmanın pek çok farklı yolu var ve bu tamamen kişisel çabalarla belirleniyor. Her birey kendisine uygun yolu ve yöntemi bulmak durumunda. Zira hayal de ulaşılacak hedef de ve elbette ulaşmak amacıyla gerekli motivasyon da kişiye özel bir tutum.
Hayal etmek ve canlandırmak beynimizdeki dikkatle ilgili bölgeyi uyarıyor ve biz fark etmeden amaca giden yolun haritasını çıkarıyor. Bizim neyi nasıl yapacağımıza karar vermemizden daha çok beynimizin ve hayallerimizin gerçek olabileceğine inanması gerekiyor, beynimiz bize yolu çiziyor. Tıpkı bir navigasyon cihazı gibi düşünün. Nasıl ki biz gidilecek hedefi veriyorsak ve navigasyon cihazı en kısa, en az trafikli, en ekonomik seçeneklerinden bizim için en uygun olan yoldan hedefe ulaşıyorsa beynimizin çalışma sistemi de aynı. Dolayısıyla beynimize hedefi verip hayalimizde canlandırdığımızda beyin, hedefi ve ulaşılacak yolları kendisi planlayıp yolu buluyor ve hedefe ulaşıyor.
Bilindiği gibi bir çocuk sahibi olduğumuz anda toplumsal rolümüz, eş durumundan bir anda anne-baba konumuna geçer ve bu konumun hakkını nasıl vereceğimiz konusunda genellikle de eğitim alacağımız herhangi bir kurum yoktur. Çocuk sahibi olduktan sonra biraz el yordamıyla, biraz doğal içgüdülerimizle, biraz da çevremizden duyduklarımızla ve öğrendiklerimizle yolumuzu bulmaya çalışırız.
Bu arada elbette hatalar da yaparız. İstemediğimiz bazı durumlara yol açarak, çocuklarımıza olumsuz bazı mesajlar da verebiliriz. Bütün her şeyin telafisi olabilir belki ama iş çocuk eğitimi olunca durum tam anlamıyla bir ‘İnsan Mühendisliği’dir ve bazen telafisi zor sıkıntılar yaşanabilir.
O nedenle bilmemiz gereken en önemli şey; anne-baba olmanın da öğrenilebilir bir kavram olduğu ve çocuk yetiştirmenin her aşamasında bizim de eğitim aldığımız, her an yeni şeyler öğreniyor olduğumuzdur.
Çocuğun ihtiyaçlarının farkında olarak; gerekenleri karşılayan, onun ayakları üzerinde durmasını sağlayacak, sorumluluk ve donanımları kazandıran olayların sonuçlarıyla karşılaşmasını sağlayan, hem kendisinin hem de başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı duyan anne babalar, ideal ebeveyn davranışı gösteren anne-babalardır diyebiliriz. Anne-baba olmak zordur, yorucudur ve tüm ömrünüzü ipotek altına alan vazgeçilemez bir yaşam sözleşmesidir. Dolayısıyla çocuk yetiştirmek konusunda iyi anne-baba olmak dediğimiz kavramın içi gerçekten dolu olmalıdır.
Çocuklar dünyaya geldikleri andan itibaren anne-babalarının neye evet, neye hayır diyeceklerini gözlemler ve eğer kullanabilecekleri bir açık bulurlarsa sonuna kadar kullanırlar. Bu anlamda her çocuk bencil davranabilir ve eğer kurallar baştan doğru konulmaz, sınırlar doğru çizilmezse çocuk anne-babasının kendisine olan toleransını çıkarları doğrultusunda kullanır. Burada yanlış olan bir şey yok, yanlış olan anne-baba tutumlarındaki tutarsızlıktır. Ebeveynlerin sıklıkla yaptığı hatalara baktığımızda özellikle bir durumla karşılaşıyoruz: Anne ve baba arasındaki görüş ayrılığı ve buna bağlı olarak çocuğa karşı sergilenen farklı tavırlar. Hatalı ebeveyn tutumlarında en sık görülenler;
Sözel ve fiziksel şiddet, tehdit, kıyaslama, aşağılama, reddetme ve korkutma olarak dikkat çekiyor. Bunun yanında ‘hayır’ diyememek ya da hayır denildiğinde kararlı olamamak çok önemli bir sorun olmaya devam ediyor.
Tüm bunların dışında genel olarak anne-babaların hatalı tutumlarına baktığımızda;
Bilindiği gibi bir çocuk sahibi olduğumuz anda toplumsal rolümüz, eş durumundan bir anda anne-baba konumuna geçer ve bu konumun hakkını nasıl vereceğimiz konusunda genellikle de eğitim alacağımız herhangi bir kurum yoktur. Çocuk sahibi olduktan sonra biraz el yordamıyla, biraz doğal içgüdülerimizle, biraz da çevremizden duyduklarımızla ve öğrendiklerimizle yolumuzu bulmaya çalışırız.
Bu arada elbette hatalar da yaparız. İstemediğimiz bazı durumlara yol açarak, çocuklarımıza olumsuz bazı mesajlar da verebiliriz. Bütün her şeyin telafisi olabilir belki ama iş çocuk eğitimi olunca durum tam anlamıyla bir ‘İnsan Mühendisliği’dir ve bazen telafisi zor sıkıntılar yaşanabilir.
O nedenle bilmemiz gereken en önemli şey; anne-baba olmanın da öğrenilebilir bir kavram olduğu ve çocuk yetiştirmenin her aşamasında bizim de eğitim aldığımız, her an yeni şeyler öğreniyor olduğumuzdur.
Çocuğun ihtiyaçlarının farkında olarak; gerekenleri karşılayan, onun ayakları üzerinde durmasını sağlayacak, sorumluluk ve donanımları kazandıran olayların sonuçlarıyla karşılaşmasını sağlayan, hem kendisinin hem de başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı duyan anne babalar, ideal ebeveyn davranışı gösteren anne-babalardır diyebiliriz. Anne-baba olmak zordur, yorucudur ve tüm ömrünüzü ipotek altına alan vazgeçilemez bir yaşam sözleşmesidir. Dolayısıyla çocuk yetiştirmek konusunda iyi anne-baba olmak dediğimiz kavramın içi gerçekten dolu olmalıdır.
Çocuklar dünyaya geldikleri andan itibaren anne-babalarının neye evet, neye hayır diyeceklerini gözlemler ve eğer kullanabilecekleri bir açık bulurlarsa sonuna kadar kullanırlar. Bu anlamda her çocuk bencil davranabilir ve eğer kurallar baştan doğru konulmaz, sınırlar doğru çizilmezse çocuk anne-babasının kendisine olan toleransını çıkarları doğrultusunda kullanır. Burada yanlış olan bir şey yok, yanlış olan anne-baba tutumlarındaki tutarsızlıktır. Ebeveynlerin sıklıkla yaptığı hatalara baktığımızda özellikle bir durumla karşılaşıyoruz: Anne ve baba arasındaki görüş ayrılığı ve buna bağlı olarak çocuğa karşı sergilenen farklı tavırlar. Hatalı ebeveyn tutumlarında en sık görülenler;
Sözel ve fiziksel şiddet, tehdit, kıyaslama, aşağılama, reddetme ve korkutma olarak dikkat çekiyor. Bunun yanında ‘hayır’ diyememek ya da hayır denildiğinde kararlı olamamak çok önemli bir sorun olmaya devam ediyor.
Tüm bunların dışında genel olarak anne-babaların hatalı tutumlarına baktığımızda;
Geçtiğimiz hafta yaşanan Soma’daki kömür ocağı kazası sonrası 300’den fazla maden işçisi ve çalışanını kaybettik. Bu hem olayın kendisi hem de kaybedilen canların sayıca yüksek olması sebebiyle hepimizi, bütün Türkiye’yi derinden sarstı. Bölgede yakınını kaybedenlerin yaşadığı travma ve yas bir yana, biz sıradan vatandaşlar da çok ağır bir travma yaşıyoruz. Hala olaya ve yaşananlara inanamıyoruz. Aslında hepimiz bir tür "Toplumsal Travma" yaşıyoruz.
Olayın ardından herkes Soma’ya yardım etme yolları aramaya başladı. Hatta bu çabaya yönelik organize olmak adına bazı gruplar kuruldu, bazı kurumlar ya da kişiler Soma’ya gitti. Bizler Soma’da yakınlarını kaybetmiş insanların kendilerine yardım için gidenlere kapılarını açacaklarını, her gideni büyük bir sempatiyle karşılayacaklarını sandık ama duyduk ki ilk tepkiler hiç öyle değil, aksine olumsuz bazı tepkiler alınmış. Çok şaşırdık, çok üzüldük ama durumun ne olduğunu tam olarak anlayamadık.
Durum şu ki, yaşanan bu tür ağır travmalar sonrası evini, işini, yakınlarını kaybedenler Travma Sonrası Stres Bozukluğu(TSSB) diye bilinen bir duygu durumu yaşarlar. Buna bağlı olarak da bazı tepkiler verirler. Bu tepkiler hem bedensel, hem psikolojik tepkilerdir ve aslında vücudun olağanüstü olarak algıladığı olaya, duruma ya da üzüntüye uyum gösterme sürecidir. Ne tür tepkiler verebilirler diye bakıldığında;
Fiziksel tepkiler: Kalp atış hızında ve nefes alıp vermede düzensizlikler, sindirim sisteminde bozulmalar, kaslarda gerginlik, terleme, yorgunluk, uyku bozuklukları, vücudun bazı bölgelerinde ağrı ve acı, iştahta değişiklikler, mide bulantısı ve cinsel istekte azalma gibi sorunlar ortaya çıkabilir.
Duygusal tepkiler: Travmanın şiddetine ve büyüklüğüne bağlı olarak kişilerde şok, korku, öfke, çaresizlik, suçluluk, ümitsizlik, duygusal ifadesizlik yani küntleşme görülebilir.
Bilişsel tepkiler: Şaşkınlık, kafa karışıklığı, yer, mekan, zaman algısında bozulmalar, hafızada sorunları, dalgınlık, unutkanlık gibi bilişsel bozulmalar yaşanabilir.
Bireyler arası etkileşim ve tepkiler: Aile bireyleri ile olan ilişkilerde bozulmalar, iş ve arkadaş çevresinde ortaya çıkabilen sorunlar, ebeveyn olarak sorumluluklarda meydana gelen sıkıntılar, kişiler arası ilişkilerde güvensizlik, tedirginlik, çatışmacı tutumlar, içe kapanma, yalnız kalma, kendini terk edilmiş hissetme, insanlardan ve sosyal ortamlardan uzaklaşma, kontrolcü tavır gibi ilişkilere yönelik bozulmalar ve sorunlar da görülebilir.
Bütün bu bozulmalar travma sonrası ilk birkaç hafta için normaldir. Ancak bu süre sonunda hala hafifleme ya da düzelme yönünde bir belirti görülmüyorsa Travma Sonrası Stres Bozukluğuna bağlı bir takım psikolojik sorunlar düşünülerek profesyonel destek alınmalıdır.
Bir müzik aletiyle oynayan bir çocuğun duygusal özellikler taşıdığı, bedensel, mantıksal, matematiksel zeka ile müzik zekasının daha fazla geliştiği, bu nedenle meslek olarak müzisyenlik, yazarlık ya da matematik bilimleri alanlarında çalışacağı yönünde düşünceler vardır.
Aynı şekilde, küp bloklar ve oyun hamuruyla oynamaktan hoşlanan bir çocuğun; görsel, mantıksal, matematiksel ve bedensel zeka gelişimi açısından ileride seçeceği meslek dalları mimarlık, ressam, heykeltıraş gibi sanatsal ve çizimsel kabiliyete dayanan iş bölümleri olabilir.
Buna göre; topla oynayan bir çocuk için de bedensel, sosyal-iletişim ve görsel zekasının gelişmiş olduğunu, hareketle ilgili mesleklerde başarılı olabileceğini ve sporun değişik dalları, organizasyon ya da mimarlık gibi mesleklere yönelebileceğinden söz edilmektedir.
Bu bilgiler ışığında ortaya çıkan durum şudur: Çocuğun ilgi gösterdiği oyuncak türü ne olursa olsun çocuk, oyun ve oyuncakla kendini ifade yolu bulmaktadır. Bu nedenden dolayı da mutlaka çocuğun hem kişilik yapısı, hem zeka ve fiziksel düzeyi, hem de ilgi alanları doğru saptanmalıdır.
Oyuncakların çocuğun gelişimini olumlu yönde etkilediği ve mutlaka oynaması gerektiği düşünülür ve bu doğru bir düşüncedir. Yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun her çocuk oyunla ve oyuncakla büyümelidir. Ancak doğru oyuncak seçimi ciddi bir önem taşır. Bu açıdan gelişimini destekleyecek oyuncaklar seçtiğini zannederek yanlış seçimlerde bulunan aileler olduğu da bir gerçektir. Maalesef birçok ebeveyn bu yanlışa düşmektedir.
Örneğin elektronik oyuncaklar bu tip oyuncaklardır. Genellikle çocuğun tek başına oynamasına imkan verdiği için hem sosyalleşmesi açısından sıkıntılara yol açar hem de çocuğu kısıtlı bir mekanda hapseder. Bu tür oyuncaklarda çocuğun yaratıcılığını geliştireceği hiçbir özellik yoktur.
Savaş oyunları ve silahlar da çocuğun çevresine karşı saldırgan bir tutum geliştirmesine yol açabilir. Sosyal hayata uyum konusunda sorunlar yaşamasına neden olabilir. Bir canlıyı yok etmek üzere kurulmuş savaş oyunları bir süre sonra çocukta bunun normal bir şey olduğu duygusunun yerleşmesine kadar varabilen olumsuzluklara sebep olabilir.
Bir müzik aletiyle oynayan bir çocuğun duygusal özellikler taşıdığı, bedensel, mantıksal, matematiksel zeka ile müzik zekasının daha fazla geliştiği, bu nedenle meslek olarak müzisyenlik, yazarlık ya da matematik bilimleri alanlarında çalışacağı yönünde düşünceler vardır.
Aynı şekilde, küp bloklar ve oyun hamuruyla oynamaktan hoşlanan bir çocuğun; görsel, mantıksal, matematiksel ve bedensel zeka gelişimi açısından ileride seçeceği meslek dalları mimarlık, ressam, heykeltıraş gibi sanatsal ve çizimsel kabiliyete dayanan iş bölümleri olabilir.
Buna göre; topla oynayan bir çocuk için de bedensel, sosyal-iletişim ve görsel zekasının gelişmiş olduğunu, hareketle ilgili mesleklerde başarılı olabileceğini ve sporun değişik dalları, organizasyon ya da mimarlık gibi mesleklere yönelebileceğinden söz edilmektedir.
Bu bilgiler ışığında ortaya çıkan durum şudur: Çocuğun ilgi gösterdiği oyuncak türü ne olursa olsun çocuk, oyun ve oyuncakla kendini ifade yolu bulmaktadır. Bu nedenden dolayı da mutlaka çocuğun hem kişilik yapısı, hem zeka ve fiziksel düzeyi, hem de ilgi alanları doğru saptanmalıdır.
Oyuncakların çocuğun gelişimini olumlu yönde etkilediği ve mutlaka oynaması gerektiği düşünülür ve bu doğru bir düşüncedir. Yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun her çocuk oyunla ve oyuncakla büyümelidir. Ancak doğru oyuncak seçimi ciddi bir önem taşır. Bu açıdan gelişimini destekleyecek oyuncaklar seçtiğini zannederek yanlış seçimlerde bulunan aileler olduğu da bir gerçektir. Maalesef birçok ebeveyn bu yanlışa düşmektedir.
Örneğin elektronik oyuncaklar bu tip oyuncaklardır. Genellikle çocuğun tek başına oynamasına imkan verdiği için hem sosyalleşmesi açısından sıkıntılara yol açar hem de çocuğu kısıtlı bir mekanda hapseder. Bu tür oyuncaklarda çocuğun yaratıcılığını geliştireceği hiçbir özellik yoktur.
Savaş oyunları ve silahlar da çocuğun çevresine karşı saldırgan bir tutum geliştirmesine yol açabilir. Sosyal hayata uyum konusunda sorunlar yaşamasına neden olabilir. Bir canlıyı yok etmek üzere kurulmuş savaş oyunları bir süre sonra çocukta bunun normal bir şey olduğu duygusunun yerleşmesine kadar varabilen olumsuzluklara sebep olabilir.
Soma’da yaşanan felaket hepimizi derinden yaraladı. Maden ocakları, çalışma koşulları ve yer altında var olan bir dünya olması sebebiyle biz yer üstündekiler için zaten hep bilinmezlerle doluydu. Zaman zaman yaşanan göçükler ve kurtarılamayan işçilerle yıllar boyunca hepimizin kafasında maden ocaklarına dair olumsuz bir kavram oluşmuştu. 'Maden ocakları tehlikelidir, çökmeler olabilir ve işçilerin ölümüyle sonuçlanabilir' diye düşünürdük. Soma’da facia olduğunda Başbakanın “Bu işin fıtratında bunlar vardır” demesinin altında yatan da budur. Ancak artık dönem teknoloji devri, artık iş ve işçi güvenliği uluslararası anlaşmalarla kabul ettiğimiz sorumluluklarımız arasında. Özellikle bu tür iş ortamları için çok ciddi güvenlik önlemleri alınmak zorunda, en ufak bir ihmalin cezası çok ağır olabiliyor.
Yaklaşık 4 yıl önce Şili’de yaşanan maden kazasında göçük altında mahsur kalan 33 işçi tam 69 gün sonra sapasağlam kurtarılmıştı. O kazanın olduğu günlerde ülkemizdeki ilgili ve yetkililer “Bu kaza bizde olsa 3 günde kurtarırdık” demişlerdi. İnsan kınadığıyla terbiye edilirmiş derler. Büyük lokma yut, büyük laf söyleme derler. Tam 4 yıl sonra daha büyük bir facia ülkemizde oldu, biz 3 günde işçilerin cansız bedenini dahi çıkaramadık. 4 yıl önce böyle büyük büyük sözler söyleyen bir ülkenin öncelikle böyle kazalara sahne olmamasını bekliyor insan. Hadi diyelim ki kaza oldu, bu kadar büyük can enkaz altında kalmamalıydı; hadi diyelim ki o da oldu, bu canlar sağ kurtarılmalıydı. İnsana sorarlar, '4 yıl önce Şili’yi eleştirip biz 3 günde kurtarırdık diyen bir ülke 4 yıl sonra neden kendi işçilerini kurtaramıyor?! Ancak az önce basından öğreniyoruz ki maden ocağı sahibi 3 yıldır madene uğramamış bile. Sağlıklı ve güvenli çalıştırılan bir işletmede iş sahibinin her daim orada olmasına gerek yok elbette. Ama maden mühendisleri açıklama yapıyorlar, böyle bir kaza mümkün değil; maden işletmesinden yetkililer açıklama yapıyor, bu kazayı açıklayamıyoruz. Peki, bütün bir ülkeye nasıl açıklayacaksınız? Yakınlarını kaybeden insanlara, o çocuklara nasıl açıklayacaksınız? Çöküntüde kalan cenazeler olduğunu söylüyorlar, çıkaramayacaklarını açıklıyorlar. Hani elin Şili’sindeki sorunu 3 günde çözebiliyorduk biz? Kim ne derse desin, bu kaza herkesin altında kaldığı ve sonuçları asıl bundan sonra daha ağır olarak ortaya çıkacak büyük bir travmaya yol açtı. Sadece işçi ve çalışanların yakınlarının değil, hepimizin yanıp kavrulduğu çok büyük bir travma olarak hafızalarımızda yeri kalacak. Bu kadar büyük acı toplumsal hafızamıza büyük yaralar açıyor.
Hayatın içinde elbette her şey var; doğum var, ölüm var, kaza var, ihmal var, felaket var, insan hatası nedeniyle olan ölüm de var. Biz yıllardır hala trafik kazalarıyla işlenen cinayetleri bile önleyemedik. Bütün bu sorunlar aşmamız gereken büyük sorunlar olarak önümüzde duruyor hala. Bu nedenle kaybedilen canlar var ama bu kadar büyük kayıplar daha büyük travmalara yol açıyor. Diğer ölümler daha lokal duygular olarak yaşanıyor, daha az sayıda insanı etkiliyor ve o az sayıda insanın acısı çoğunluklar arasında eritiliyor, atlatılmaya çalışıyor. Ancak Soma’daki gibi büyük kayıpların travması da büyük oluyor ve başa çıkmak daha zor. Çünkü kime baksanız acı yaşıyor, kiminle konuşsanız yakınını kaybetmiş. Dolayısıyla acı eriyip yok olmuyor, aksine katlanarak artıyor. Bu durumda sivil toplum örgütlerine ve meslek odalarına büyük işler düşüyor.
Burada da gördük ki bu örgütler hızla organize olup büyük adımlar atmaya başladılar. Örneğin TED okulları Soma faciasında hayatını kaybedenlerin çocuklarına kapılarını açtığını duyurdu. Üsküdar Üniversitesi de 16 kişilik bir kriz müdahale ekibi PSİKOAKUT'u oluşturdu. Acılı ailelere, çocuklara ve Soma halkına psikolojik destek verilecek. Türk Psikologlar Derneği Travma ve Krize Müdahale ekipleri de Soma'daki acılı aileler için kriz masası oluşturdu. Birçok gönüllü birlikte hareket etmeye yönelik ciddi projeler üretip hızla hayata geçirmeye başladı. Mutlaka bu kazanın yaraları da sarılacak, bu da aşılacak.
Ama elbette ki unutulmuyor, acılar unutulmaz, acıya alışılmaz, sadece acıyla yaşamaya alışılır.
Yaşanan felaketi daha farklı bir yere taşıyan, kurtarılıp sedyeye yerleştirilmeye çalışan bir işçinin söylediği bu sözler oldu. Bütün ülkenin canını yakan o bir çift cümle bu kazada sorumluluğu olan, ihmali olan herkesin üzerinde ömür boyu sürecek çok ağır bir vebal bıraktı. Bu söz aslında büyük bir onurun, saygının göstergesi olarak algılansa da aslında çok büyük bir ezilmişliğin ifadesidir. Kendisini bir sedyeden daha değersiz gören bir öğretinin ifadesidir. Kimse kusura bakmasın, hala birey değil kendimizi kul olarak gördüğümüzün simgesidir. Yıllardır itilip kakılmaya, bağırılıp, azar işitmeye alışmış ve bunun da doğru olduğuna inandırılmış bir toplumun bireyleriyiz. Makam sahibi olanların kendisini o makama getirenleri küçük görüp aşağıladığı, o makamın yetkilerinin insanlara hizmet için verildiğini unutup hizmet etmesi gereken insanlara bağırmayı normalleştiren bunu da bize kabul ettiren bir zihniyetin ifadesidir. Bir tarafta bu kadar ezilmişlik, bir tarafta bu ezilmiş insanların yaşadığı kazayı normaldir diye doğal karşılamak, bir tarafta başkalarına akıl verip biz daha iyisini yapabilirdik demek, bir tarafta da kendi işçisini kurtaramamak. Bunlar normal değil, normal olmamalı, hiçbirimiz de normal görmemeliyiz. Görürsek daha beterlerini yaşayıp daha büyük travmalarla yüz yüze kalacağız.
Günümüzde birçok anne babanın ortak sorunudur çocuklarına ‘hayır’ demek. Hayır demekle olumsuz sonuçlara yol açacağından korkan ve zaman zaman nasıl davranacağını bilemeyen anne babalarla karşılaşıyoruz.
Oysa anne babalık çocuğun her dediğine ‘hayır’ demek olmadığı gibi her dediğine ‘evet’ demek de değildir. Anne babalık çocuğu olumlu motivasyon öğelerini kullanarak disiplin kuralları içinde yetiştirme becerisidir. Olumlu motivasyon ve olumsuz motivasyon konusu ise oldukça önemlidir. Zira bizim ülkemizde genel olarak uygulanan olumsuz motivasyondur. Sadece çocuklara karşı değil biz yetişkinlerin birbirimize olan tavrı da hep olumsuz motivasyon odaklıdır. Sahip olduğumuz olumlu özellikleri, başarıları, yetenekler değil, yapamadıklarımızı, çok yeterli olmadığımız alanları vurgularız. Çocuklarımıza da aynen bu tutumu belirlediğimiz için çocuklarla kurduğumuz iletişimde de hep kopukluklar oluyor, bir türlü sağlıklı iletişim oluşturamıyoruz. Çünkü çocuklar bizi dinlemiyor, ebeveynlerinden gelen uyaranlara tepki vermiyor.
Öncelikle çocuklara hayır diyerek kötü anne babalar olmayacağımızı vurgulamak isterim. Çocuklar sınırlarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Büyüme aşamalarında ise nerede duracaklarını, sınırlarını zaman zaman hatırlatmak gerekir çünkü toplumsallaşma aşamasında çocukların yaşadıkları asıl sıkıntı tam da bu noktada ortaya çıkar. Onlar talepkardır, her şeyi isteyebilir, her şeyi hak görebilirler. Ancak onlara sağladığınız abartılı kolaylık ve konfor, mutluluktan çok mutsuzluk getirir. İstediklerini bu kadar kolay elde etmeye alışan bir çocuğun kendi kendini motive etmek, isteklerini ertelemek, beklemek, başka insanlara ve haklarına saygı göstermek konusunda hep sorunlar yaşadığı görülür. Dışarıdaki hayat böyle değil çünkü. Toplum hayatı içinde onun her istediğini yapmaya hazır bireyler, arkadaşlar, işverenler, çalışma arkadaşları yok. Her konuda çaba göstermesi, hak etmesi gerekecek. İşte anne baba olarak asıl vermemiz gereken yeterlilik bu olmalı. Kendi ayakları üzerinde durma becerisi.
Elbette ki çocuklar, zaman zaman isteklerini elde etmek için her yolu deneyecekler, önemli olan sizin istikrarlı bir anne baba tutumu sergilemenizdir.
Dikkat edilmesi gereken nokta, çocuğunuza ‘hayır’ dediğinizde gerçekten yapılmaması gereken bir konuda ‘hayır’ dediğinizden ve onun merak ve keşif duygularını köreltmediğinizden emin olmaktır.
Bunun dışında bir de çocuklara ‘hayır’ demeyi öğretmek var. Bu ikisi aslında birbirinden ayrılamaz derece önemli ve ilişkili. Çocuklar toplumsallaşmayla beraber ‘hayır’ demeyi ve kendilerine de ‘hayır’ denebileceğini öğrenirler. Biz anne babalar bu konuda çocukların kafasını karıştırıyoruz. Çocukların kime, ne zaman ve ne durumda ‘hayır’ demeleri gerektiğini tam olarak anlatamıyoruz. Açıkçası biz yetişkinler de bu ‘hayır’ kelimesini kullanma konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Bu konuda çok net bir açıklama var aslında. Çocuklarınıza özellikle arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde kendisine istemediği bir şeyi yapan, ya da yaptırmaya çalışan, zorlayan arkadaşlarına ve yetişkinlere ‘hayır’ demekten çekinmemesini söylemelisiniz. Bu son yıllarda sıklıkla gündeme gelen tacizi önlemeye yarayan bir adımdır aynı zamanda.
Hayvan sever pek çok insanın evinde kedi, köpek, kuş, balık, hamster, kaplumbağa gibi hayvanlar beslediğini biliriz. Kedi ve köpek dışında diğerlerini benim de evimde misafir etmişliğim vardır. Kendi tabirimle kuyruksuz fare olarak tanımladığım hamstera karşı çok mesafeli olmakla beraber sevgili oğlumu kıramadığım için eve alıp beslediğimi hatta çok yakınlaştığımı itiraf ediyorum. Hayvan beslemekle bir başka canlının sorumluluğunu alıyorsunuz. Ona sahip olmakla bir anlamda onu ve diğer hayvan dostlarımızı korumaya, sevmeye yazılı olmayan kurallara göre söz vermiş oluyorsunuz. Ben de iki gün öncesine kadar tamamen böyle olduğunu düşünüyordum. Ancak tanık olduğum vahşet, biz insanların ne kadar vahşileşebileceğini gösterdi.
Evimin bulunduğu semt, güvenlikli bir site ve insanların özellikle de çocukların hayvanlarla haşır neşir olduğu bir bölge. Site sakinlerinin bakıp beslediği hepimizin çok sevdiği kedilerimiz köpeklerimiz var mesela. Her biri de bize o kadar alışıklar ki, özellikle kedi -köpek korkusu olan tanıdıklarıma sürekli bizim siteye gelmeleri yönünde takılırım. O kadar eminim ki korkularının kalmayacağından. Siz sevmeseniz de ayaklarınıza sürtünen, kucağınıza gelmek için yolunuzu bekleyen, yolun başında sizi karşılayan hayvanlarımız var bizim. Her mevsim yeni yavrular katılır aralarına, biz isimler takarız. Büyürler, onlar da aynı diğerleri gibi sempati ve şirinlik topağı olur çıkarlar.
Ancak bu güzel hayvanlardan birisini vahşi bir site sakini ve Pitbull türü köpeği yüzünden kaybettik. Her şey gözümün önünde oldu ve ben hiçbir şey yapamadım. Kimse yapamazdı. Çünkü site sakini şahıs köpeğini, kedileri parçalatmak üzere dışarı çıkarmıştı. Gece yarısı saat 12 civarında evimin balkonundayken dışarıdan gelen kedi-köpek sesleri üzerine cama çıktım. Köpeğin kedilerin arasında daldığını ve bir kediyi ağzına alıp silkelediğini gördüm. Diğer kedilerin çaresizce nasıl bağrıştığını görmek ayrıca çok üzücüydü. Ben daha ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, köpeğin sahibi olan şahsın ağaçların arkasına saklanarak tasmasız gezdirdiği köpeğini yanına çağırdığını gördüm.
Adamı göremiyor ama sesini duyuyordum. Sürekli ‘buraya gel, oğlum buraya gel’ diyerek çağırdığı köpek, kediyi parçaladıktan sonra fırlatıp attı ve sahibinin yanına gitti. Bense camdan göremediğim ama sesini duyduğum adama ‘siz ne yapıyorsunuz, kediyi nasıl parçalatırsınız, kimsiniz siz?’ diye bağırırken adam köpeğiyle kayboldu gitti. Benim bağırışlarıma oğlum koşup geldi ve aşağıya inip baktı ki kedi parça parça olmuş. Güvenliği çağırıp kameralara bakmalarını istedim, nitekim onlar da olan biteni izlemiş. Polise haber verildi, tutanaklar tutuldu. Bu anormal şahsın yani site komşumuzun(!) kim olduğu biliniyor ama bize söylemiyorlar. Muhtemelen bugün site yönetimi toplantı yapacak ve bir karar alınacak. Konuyu savcılığa kadar taşıma niyetindeyim. Zira bu saldırgan köpekler hiçbir şekilde yerleşim alanları içinde tasmasız gezdirilemezler. Kaldı ki tasmalı olsa da gezdirilemez. Ciddi yaptırımları olduğunu okumuştum. O akşam, o saatte o köpeğin karşısına çıkan kedi değil ben, eşim, çocuklarım da olabilirdik. Ya da bir başka site sakini aynı tehlikeyle karşı karşıya kalabilirdi. Köpek birimize zarar verebilirdi. İlla bir can yanacak, illa kayıplar mı olacak tedbir alınması için? Kısacası biz köpeğini dövüş köpeği olarak yetiştirecek diye, vahşi özellikleri kaybolmasın diye, nasılsa kimse görmez diye tasmasız sokağa salabilen, başka hayvanları yem olarak kullanıp parçalatabilen bu vicdan ve insanlık yoksunu can düşmanı komşuyu istemiyoruz. Bendeniz pazartesi yine güvenlikteyim, yine bu işin takipçisiyim. Hayvan sevmek, başka hayvanlara düşmanlık etmemeyi de gerektiriyor. Her birine özel sevgi duymayabilirsiniz ama düşmanlık da edemezsiniz. Bir başka canlının yaşam hakkını elinden alamazsınız. Bu tür köpekler insanların arasında dolaşamaz, dolaştırılamazlar. Kimse aksini iddia etmesin. Bu hayvan sevgisi değildir.
Kısacası gözümün önünde yaşanan bu vahşetten ve içinde bulunduğumuz tehlikeden dolayı çok kızgınım, çok üzgünüm ve çok şaşkınım. Özellikle parçalanan kedinin başında yas tutan, saatlerce bekleyen diğer kedileri gördüğümde üzüntüm bir kat daha arttı. Hayvanlara bakış açımı çok değiştiren bu vahşi olay karşısında insan asıl ilkel olanın, asıl eğitilemeyenin, asıl vahşi olanın “İNSAN” olduğunu düşünüyorum.
Hayvan sevmek çok insani özellikler gerektirir. Vahşetle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ben İspanya’daki boğa güreşlerinin bile nasıl spor olarak adlandırılabildiğine ve yüzyıllardır nasıl böyle kabul edildiğine bile akıl sır erdiremiyorum. Eziyet ede ede bir hayvanı öldürmek sporsa biz insanlığımızı yeniden düşünmeliyiz. Çünkü bir canlıyı öldürmek, bir hayvanı başka bir hayvana parçalatmak muhtemeldir ki bazı psikolojik sorunlara işaret eder. Bu insanlardan çevremizi ve kendimizi korumak için de onları bulunduğumuz ortamlardan uzaklaştırmak gerekir. Lütfen insana ya da hayvana uygulanan şiddete siz de göz yummayın. Aramızda barınamasınlar.
Daha güzel günlere ulaşmak dileğiyle