Sedat Ergin

Suriye iç savaşı, Avrupa’yı ve Türkiye’nin dış ilişkilerini de dönüştürdü

2 Nisan 2021
Suriye’deki iç savaşın patlak vermesinin onuncu yıldönümü ile Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerin geleceğini görüştüğü son zirvesi öncesindeki hazırlık müzakereleri aynı günlere denk geldi geride bıraktığımız haftalarda. Bu konuları eşzamanlı bir şekilde izlemeye çalışırken, aslında her iki dosyanın bugün itibarıyla ne kadar iç içe geçmiş olduğunu bir kez daha gözlemek birçok bakımdan düşündürücüydü.

AB zirvesi öncesinde Türkiye’nin en önemli beklentilerinden biri, 18 Mart 2016 tarihli Türkiye-AB mutabakatının güncellenmesi yönünde mesafe alınmasıydı. Bu mutabakat, son tahlilde Türkiye üzerinden AB kapılarına yönelmek isteyen Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya düzensiz geçişlerini önlemek amacıyla hazırlanmış bir metin. Ancak bu anlaşmaya yönelik özellikle Almanya üzerinden yürütülen müzakereler, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gündemindeki sorunların çoğunu içine alan bir büyük pazarlığa dönüşmüştü.

Sonuçta bugün “18 Mart Belgesi”dediğimizde, yalnızca Suriyeli sığınmacıların Avrupa’ya geçişlerinin durdurulması, bunun karşılığında AB’nin Türkiye’ye mali yardım yapması konuları aklımıza gelmiyor. Aynı zamanda, bu mutabakat metninde ayrı başlıklar halinde düzenlenen Türk vatandaşlarına vize kolaylığının getirilmesi, Türkiye ile AB arasındaki 1995 tarihli gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi gibi konuları da anlıyoruz. Bir başka anlatımla, Türkiye-AB dosyasının bir dizi kritik konusu göçmen meselesi ağırlıklı bir anlaşmanın neredeyse birer alt başlığı konumuna indirgenmiştir.

Hatırlayalım, eskiden Türkiye-AB ilişkisinden söz ederken yol gösterici metin olarak 1963 tarihli Ankara Antlaşması’na atıf yapılırdı. Şimdilerde bu ilişki tartışıldığında daha çok 18 Mart Mutabakatı’na yapılan referansları duyuyoruz.

SOVYETLER’İ ÇEVRELEMEKTEN MÜLTECİLERE SET OLMAYA

 İşaret ettiğimiz bu değişim bile Suriye iç savaşının Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin yapısını tek başına nasıl dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Geçmişte AB’nin Türkiye’ye bakışında jeopolitik mülahazalar ve ülkenin büyük bir pazar olması gibi faktörler belirleyici bir rol oynarken, günümüzde bu bakışa Suriyeli göçmenler boyutu da eklenmiştir. Hatta bu boyut konjonktürel olarak başat bir konum da kazanmıştır. Bu tespit, bugün Avrupa’da en çok Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Almanya açısından özellikle geçerlidir.

Burada altını çizmemiz gereken ironik bir durum var. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Batı’nın Sovyetler Birliği’ni askeri açıdan çevrelemesine dönük stratejisi içinde bir set işlevi görürken, bugün önemini -Rusya faktörü gündemden düşmese de- Avrupa bakımından mültecileri durduran bir set olmasından da alıyor.

Batı’nın Türkiye’ye bakışında diğer faktörler yerini belli ölçülerde korusa da, kabul edelim ki, 2021 yılının gerçekliğinde Suriyeli mülteciler başlığı Avrupa açısından bu çerçevede ayrı bir hassasiyet taşıyor.

 MÜLTECİ AKIMI, AVRUPA’DA  POPÜLİST SİYASETÇİLERİ GÜÇLENDİRDİ

Yazının Devamını Oku

Dr. Fahrettin Koca’nın ‘eşit fedakârlık’ çağrısının izini sürdüğümüzde...

1 Nisan 2021
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, galiba pandemi sürecinde kendisi açısından en zorlu sorulardan biriyle önceki gün TBMM’de gazetecilerle konuşurken karşılaştı.

Bir meslektaşımız, kendisine muhalefetin AK Parti kongrelerindeki kalabalıkların COVID-19’un yayılmasına etkisi olduğu yolundaki eleştirilerini hatırlatıp, “Herkes sizden bir yorum bekledi. Bu konuyla ilgili hiç yorum yapmadınız. Şimdi ne söylemek istersiniz” diye sordu.

Bakan, “Teşekkür ediyorum. Öncelikle bu konuyu gündemde tutmanın kimseye faydasının olmadığı kanaatindeyim” diye söze girdikten sonra şu yanıtı verdi:

Bugüne kadar bilgilendirmelerimiz, Bilim Kurulu üyelerimiz dahil olmak üzere, virüsün kapalı, kalabalık ortamlarda, yakın temasla bulaştığını biliyoruz. Bu bilgilendirmede bir değişiklik söz konusu değil. Dolayısıyla herkesin bu mücadelede üzerine düşen sorumluluğun gereğini yapması gerektiği kanaatindeyim. Buradan bir ayrıcalık çıkarma hikâyesini oluşturmanın doğru olmadığı kanaatindeyim.”

Koca, sözlerine devamla bu mücadelede tüm vatandaşların tedbirlere uymaları gerektiğini belirterek, “84 milyon olarak birlikte mücadele etmek zorundayız” diye ekliyor.

VATANDAŞTAN ÖZÜR DİLEYEN BAKAN

 AK Parti’nin 24 Mart’taki büyük kongresine katılmadığı anlaşılan Koca’nın bu sözleri yorum gerektirmeyecek kadar açık. Yanıtının girişindeki ifadesinden konunun siyasi bir tartışmaya dönüşmesine, bu şekilde gündemde tutulmasına karşı olduğunu, bundan rahatsızlık duyduğunu anlıyoruz.

Ama açıklamasının bu kısmını bir tarafa koyarsak, daha sonra işin ilkelerini vurguladığı noktalarda Dr. Koca’nın hekimlik yeminine bağlı bir doktor kimliğiyle konuştuğunu teslim etmemiz gerekiyor.

Aslında Sağlık Bakanı’nın bu yöndeki açıklamaları bir ilk de değildir. Daha önce devletin üst kademesi ve AK Parti yöneticilerinin de hazır bulunduğu, sosyal mesafe kurallarına uyulmayan kalabalık bir cenaze törenine kendisinin de katılmasının yol açtığı tartışmalar karşısında,

Yazının Devamını Oku

Salgında yükseliş halindeki üçüncü dalga ikinciyi geride bırakmaya aday

31 Mart 2021
Aslında her dalgada büyük ölçüde aynı durumu yaşıyoruz.

Salgının yükselişe geçip “pik yapması” hiçbir zaman öngörülemeyen ani bir baskın şeklinde ortaya çıkmıyor. COVID-19, her seferinde, deyim yerindeyse “Ben geliyorum” diyerek, kendini göstererek yayılıyor. Göstergelerdeki hareketlilikle birlikte vakalar patlıyor, ardından ağır hasta sayılarında ve ölümlerde artışlar baş gösteriyor. Derken kısıtlamalar açıklanıyor.

Salgının bu devinimini geçen kasım ayı sonu, aralık başında yakından izleyebilmiştik. Şimdi geriye dönüp bir kez daha baktığımızda, ikinci yükselişin bir sürpriz olmadığını çok daha iyi görebiliyoruz.



KASIM DALGASI NASIL PATLAK VERDİ?

Kasım ayına gelindiğinde Sağlık Bakanlığı kamuoyuna testi pozitif çıkan bütün “

Yazının Devamını Oku

ABD ile AB arasındaki yeni diyalogda Türkiye’nin yeri

30 Mart 2021
Geçen hafta Brüksel’de yeni ABD yönetimi ile AB ve NATO arasında gerçekleşen yoğun temasları izlemeye çalışırken ilginç bir durum dikkatime takıldı.

Biden yönetiminin işbaşı yapmasından sonra Transatlantik ilişkinin yeniden tanımlandığı bir döneme girilirken, yürütülen her önemli temasın gündemi içinden bir şekilde Türkiye de çıkıyor.

Türkiye, bazen Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alımı nedeniyle tartışıldı. Bazen Doğu Akdeniz’de gerilimin aşağı çekilmesi arayışları içinde gündeme girdi. Ama en sık adının geçtiği tartışma alanlarından biri insan hakları ve hukukun üstünlüğüne ilişkin sorunları konu aldı.

Bunu örneklerle göstermeye çalışalım. Geçen haftanın önemli bir olayı Başkan Joe Biden’ın 25 Mart günü videokonferans yöntemiyle düzenlenen AB zirvesine Washington D.C.’den bağlanıp Avrupalı liderlerle bir araya gelmesi, onlara seslenmesiydi. Başkan Donald Trump’ın Avrupa’ya meydan okuyan çatışmacı tavırlarından sonra zirveye katılıp kendilerine işbirliği ve dayanışma mesajları veren bir ABD Başkanı, kuşkusuz Avrupa açısından son derece ferahlatıcı, bambaşka bir gerçeklik anlamına geliyor.

BIDEN’DAN AB’YE TÜRKİYE MESAJI

Beyaz Saray’ın açıklamasına göre, Biden, konuşmasında ABD ile AB arasındaki ilişkilerin yeniden canlandırılması taahhüdünü tekrarladı. Güçlü bir AB’nin ABD’nin de çıkarlarına olduğunu belirterek, “ortak demokratik değerleri” vurguladı. AB’ye yakın işbirliği yapma çağrısında bulunduğu ortak sınamalar arasında COVID-19’la mücadele, iklim değişikliği, ekonomik bağların derinleştirilmesi ve “kuralların otokrasiler değil demokrasiler tarafından belirlenmesi” hedefini sıraladı.

ABD Başkanı, ardından dış politikada ortak çıkarların bulunduğu alanlarda AB ile yakın çalışma arzusunu ifade etti. Bu çerçevede en başa Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya’yı koydu. Biden, ardından Türkiye, Güney Kafkasya, Doğu Avrupa ve Batı Batı Balkanlar üzerinde ABD ile AB arasında süreklilik içinde yakın bir şekilde çalışmaya ihtiyaç olduğunu vurguladı.

Biden’ın dış politika başlıkları sıralamasında Türkiye, Çin ve Rusya’dan sonra üçüncü geliyordu.

ABD İLE AB ARASINDA T

Yazının Devamını Oku

AB zirvesinin Türkiye muhasebesi: AB’nin koşullu, kontrollü ağırdan ilerleme stratejisi

27 Mart 2021
Artık her AB zirvesinde büyük ölçüde aynı egzersizin tekrarına tanıklık ediyoruz.

Her seferinde, A) Diyaloğu koparmadan çözüm bekleyen kritik dosyaların önemli bir bölümünü ertelemek, B) Ancak aynı zamanda oldukça sınırlı alanlarda açılımlar yaparak olumlu bir gündemin de masada olduğunu göstermek, C) Hatta, ileride bazı yeni adımların da atılabileceği konusunda işaretler vermek, diye özetleyebileceğimiz bir egzersiz bu...

Tabii bunu yaparken, D) Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki davranışlarında ne kadar dikkatle gittiğini izlemeye alıp, E) Bu çizgiden sapma ihtimaline karşı “yaptırım kartı”nı elinde tuttuğunu hissettirmeyi de AB politikasının tamamlayıcı unsurları olarak saymalıyız.

Bu egzersiz, her zirveden bir sonrakine -biraz genişletilerek- aktarılmak suretiyle kurumsallaşıyor ve giderek Türkiye ile ilişkisinde AB’nin ana davranış kalıbına, hareket tarzına dönüşüyor.

İLERLEMEYE AÇIK, ORANTILI VE GERİ ÇEVRİLEBİLİR YAKLAŞIM

AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, önceki gün yapılan son zirve toplantısı için hazırladığı Türkiye hakkındaki raporunda, izlenecek yöntemle ilgili “ilerlemeye açık, orantılı ve geri çevrilebilir yaklaşım” nitelemesinde bulunuyor.

Borrell, bu yaklaşım hayata geçirilirken Türkiye’nin önüne iki seçeneğin konmasını öneriyor. Bunlardan birincisi, Türkiye yapıcı bir tutum izlediği takdirde, AB’nin bunun karşılığında yapacağı jestlere ilişkin teşvik unsurlarını masaya koymasıdır. Bu kapıdan girildiği takdirde, AB cephesinde olumlu adımlar söz konusu olacaktır.

Yok Türkiye bu çizgiden ayrılır ve (Doğu Akdeniz’de) yeniden tek taraflı “provokasyonlar”a girişirse, “siyasi ve ekonomik yaptırımlar” hemen devreye sokulacaktır. Yani olumlu gidiş, Borrell’in nitelemesiyle “geri çevrilecek”tir.

AB zirvesinde kabul edilen son kararların büyük ölçüde bu mantığa dayandığı söylenebilir. Zirve bildirisinde, Türkiye karşısında izlenecek politika için

Yazının Devamını Oku

Bir NATO bildirisi üzerinden Türkiye-ABD ilişkisini okumak

26 Mart 2021
Belçika’nın başkenti Brüksel içinden geçtiğimiz hafta herhalde mekân olarak son yılların en yoğun diplomasi trafiğine sahne oluyor.

Yoğunluğun bir nedeni, NATO dışişleri bakanları toplantısıyla Avrupa Birliği zirvesinin aynı haftaya rastlaması. Yeni ABD yönetiminin Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın ilk kez bir NATO toplantısına katılmak üzere Brüksel’e ayak basışı, kendisini bu diplomatik hareketliliğin merkezine yerleştirdi.

Blinken, yalnızca NATO toplantısına katılmakla kalmadı, aynı zamanda AB üst yönetimiyle temaslarda bulundu, birçok NATO ülkesinin dışişleri bakanlarıyla ikili, üçlü, dörtlü formatlarda bir araya geldi, ayrıca doğrudan Avrupa kamuoyuna mesajlar verdiği önemli konuşmalar yaptı.

Önümüzden geçen bütün haberlere baktığımızda, bir ABD Dışişleri Bakanı’nı Avrupa Komisyonu binası içinde AB yönetimiyle ortak bir tutum açıklamasını onaylarken gördük. Bu arada NATO dışişleri bakanları toplantısının Rusya bölümünde AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in hazır bulunmasına tanıklık ettik. Keza, dün başlayan AB zirvesine de ABD Başkanı Joe Biden telekonferans yoluyla Washington D.C.’den katılıp Avrupalı liderlere seslendi.

Bu fotoğraflarda ilk bakışta AB ile NATO arasındaki sınırların iç içe geçmekte olduğu bir görüntü çıkıyor karşımızda.

ABD’DEN AVRUPA’YA ‘YAKIN DANIŞMA’ MESAJI

 Aslında bu temasların çoğu bir ilk değil. Örneğin, iki önceki ABD Başkanı Barack Obama, 2009 yılında Brüksel’deki bir AB zirvesine fiilen katılmıştı. Ancak, Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduğu 2017 başından 2021 başına kadar olan dönemde ABD ile Avrupa kurumları arasındaki ilişkiler büyük bir belirsizlik halinde seyretmiş, NATO da iki kıtayı bir araya getiren ortak bir savunma örgütü olarak aynı belirsizliğin içine savrulmuştu.

Demokrat Biden yönetiminin işbaşı yapmasıyla birlikte ABD ile Avrupa arasındaki stratejik işbirliği üzerine kurulu Transatlantik diyaloğun yeniden rayına oturtulması yolunda ciddi bir çabanın sarf edilmesine tanık oluyoruz. ABD, bir yandan AB ile kurumsal işbirliğini geliştirmeye çalışırken, diğer yandan Trump döneminde NATO’da ortaya çıkan hasarı giderip bu örgütü yeniden güçlendirmeye dönük adımlar atıyor.

Blinken

Yazının Devamını Oku

AB Zirvesi’nde kritik soru: Borrell’in ikili yaklaşımı zirve kararlarına yansıyacak mı?

25 Mart 2021
Avrupa Birliği zirvesi Türkiye’nin önemli yer tuttuğu bir gündemle bugün toplanırken, liderler, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in Türkiye konusunda hazırlamış olduğu yaklaşık 15 sayfa uzunluğundaki ayrıntılı bir raporu önlerinde bulacak. Borrell’e bu raporu hazırlaması görevi geçen aralık ayındaki AB zirvesinde alınan bir kararla verilmişti.

Borrell’in ilk kez geçen pazartesi günü Brüksel’de düzenlenen AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’na sunduğu raporu, Türkiye cephesinde önce olumlu görülen bir dizi gelişmeye, ardından da olumsuz bazı yönelişlere birlikte yer veriyor. AB Temsilcisi, özellikle Doğu Akdeniz’de geçen yaz sonu ve sonbaharda yaşanan gerginliklerin ardından bugün gelinen noktada ciddi bir rahatlamadan söz ediyor, bu çerçevede -bazı koşullara bağı olmak kaydıyla- Türkiye’ye belli açılımların yapılmasını öneriyor.

Bütününe baktığımızda, AB’nin Türkiye ile ilişkisinde “pozitif gündem”e dönük kontrollü bir hareketlenmenin artık başlaması gerektiği mesajının raporda ağırlık kazandığını söyleyebiliriz. Ancak bu süreç yakından izlemeye alınacaktır.

EKİM AYINDAKİ ELEŞTİRİLER TEKRARLANDI

 Rapor, Doğu Akdeniz’deki gerilimden Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumuna, gümrük birliği anlaşmasının yenilenmesinden vize muafiyetine kadar ilişkilerin bütün yönlerini geniş bir şekilde ele alıyor. Raporun dikkat çekici bir yönü, bunu yaparken “Katılım müzakereleri ve kriterler” başlığı altında fiilen durmuş olan tam üyelik müzakerelerinin durumunu, özellikle siyasi kriterleri de değerlendirmiş olmasıdır.

Bu bölümde dile getirilen görüşler, aslında Avrupa Komisyonu’nun geçen ekim ayında açıklanan “Türkiye İzleme Raporu”nda yer verilen eleştirilerin önemli ölçüde güncellenmiş bir özetidir. Borrell’in raporundaki ana bakış, katılım sürecinin temel alanlarında reformlarda geriye gidişin devam ettiği tezini esas alıyor. Bu çerçevede, hukukun üstünlüğü ile insan hakları ve yargı bağımsızlığına saygı alanlarında “kötüye gitme” yönelişinin sürdüğü belirtiliyor.

Raporda, Türkiye’deki demokratik sistemin denetim ve dengeleme mekanizmalarının başkanlık sisteminden olumsuz yönde etkilendiği, devlet kurumları ve kamu kurumlarının bağımsızlıklarının zayıfladığı, parlamentonun rolünün gerilediği gibi eleştiriler de göz çarpıyor.

Türkiye’nin yönetim sistemine de yönelen bu eleştiriler, geçen ekim ayındaki “Türkiye İzleme Raporu”nda yer aldığında, Dışişleri Bakanlığı’nın sert bir tepkisiyle karşılaşmıştı. Dışişleri’nin açıklamasında rapor için önyargılı”, “haksız ve orantısız”, “objektiflikten uzak” gibi nitelemeler kullanılmıştı.

AİHM KARARLARININ UYGULANMAMASI MESELESİ

Yazının Devamını Oku

İstanbul Sözleşmesi ile gelenekler çatışınca

24 Mart 2021
Avrupa Konseyi’nin “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesine Dair” 2011 tarihli sözleşmesinin kısaca “İstanbul Sözleşmesi” diye anılması, ilk kez bu kentimizde imzaya açılmasının bir sonucu.

Gelgelelim, Türkiye’nin bu sözleşmeyle özel bağlantısı yalnızca imza mekânıyla sınırlı değil. Türkiye, aynı zamanda bu belgenin ortaya çıkmasını tetikleyen bir hak ihlaline de sahne olan ülke.

İlginçtir ki, İstanbul Sözleşmesi’ne giden sürecin başlangıcında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2009 yılında verdiği ünlü “Nahide Opuz/Türkiye” kararı yatıyor.

Bu ihlal kararına neden olan dosyanın uzun bir öyküsü var. Bu öykü, Diyarbakır’da yaşayan Nahide Opuz’un sistematik bir şekilde eşinin ağır şiddetine maruz kalması, eşinin kendisiyle birlikte hareket eden annesini öldürmesi, cinayetten mahkûm olduğu halde bir süre hapis yattıktan sonra serbest kalması, ardından yeniden kendisini tehdit etmeye başlaması şeklinde özetlenebilir.

Nahide Opuz’un bir kâbus filmini andıran bu öyküsü, AİHM’nin 2009 yılında bu başlıkta aldığı en kritik kararlarından birine yol açmıştır. AİHM, bu kararında aile içi şiddeti engelleyemediği, aynı zamanda kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almadığı gerekçesiyle Türkiye’ye “ihlal” vermiştir. Mahkeme, bu kararında ilk kez bu fiillerden dolayı bir devleti suçlu bulmuştur. AİHM, kararında kadına yönelik şiddeti “ayrımcılık” olarak nitelemiştir.

AİHM’nin kararı, bu alandaki benzer şikâyetlerle birleşince Avrupa Konseyi’nde kadınları hedef alan şiddet ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması amacıyla bir sözleşme hazırlanmasına dönük bir arayışı başlatmıştır. Bu amaçla bir uzman grup oluşturularak yürütülen çalışmalar, uluslararası alanda kadına şiddet konusundaki en kapsamlı hukuki metin olan bu sözleşmenin 2011 yılında İstanbul’da üye ülkelerin imzasına açılmasıyla sonuçlanmıştır.

KADINA DÖNÜK ŞİDDETTE HAFİFLETİCİ MAZERET OLMAZ

Dünkü yazımızda, İstanbul Sözleşmesi’nde kadın-erkek eşitliğini temel alan bakışı geniş bir şekilde değerlendirmiştik. Sözleşme, imzacı devletler açısından tanımladığı sorumluluk ve yükümlülükleri şiddeti önleme”, mağduru koruma”, “failleri cezalandırma” ve “koordine politikalar uygulama” olmak üzere dört ana kategori altında topluyor.

Kadının gözetilmesini her şeyin üstünde tutan bir anlayış var metinde. Sözleşme, bu çerçevede kadına dönük suçlarda hafifletici gerekçe bulma çabalarının karşısına yüksek bir duvar çekiyor. Örneğin,

Yazının Devamını Oku