Paylaş
Gelgelelim, Türkiye’nin bu sözleşmeyle özel bağlantısı yalnızca imza mekânıyla sınırlı değil. Türkiye, aynı zamanda bu belgenin ortaya çıkmasını tetikleyen bir hak ihlaline de sahne olan ülke.
İlginçtir ki, İstanbul Sözleşmesi’ne giden sürecin başlangıcında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2009 yılında verdiği ünlü “Nahide Opuz/Türkiye” kararı yatıyor.
Bu ihlal kararına neden olan dosyanın uzun bir öyküsü var. Bu öykü, Diyarbakır’da yaşayan Nahide Opuz’un sistematik bir şekilde eşinin ağır şiddetine maruz kalması, eşinin kendisiyle birlikte hareket eden annesini öldürmesi, cinayetten mahkûm olduğu halde bir süre hapis yattıktan sonra serbest kalması, ardından yeniden kendisini tehdit etmeye başlaması şeklinde özetlenebilir.
Nahide Opuz’un bir kâbus filmini andıran bu öyküsü, AİHM’nin 2009 yılında bu başlıkta aldığı en kritik kararlarından birine yol açmıştır. AİHM, bu kararında aile içi şiddeti engelleyemediği, aynı zamanda kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almadığı gerekçesiyle Türkiye’ye “ihlal” vermiştir. Mahkeme, bu kararında ilk kez bu fiillerden dolayı bir devleti suçlu bulmuştur. AİHM, kararında kadına yönelik şiddeti “ayrımcılık” olarak nitelemiştir.
AİHM’nin kararı, bu alandaki benzer şikâyetlerle birleşince Avrupa Konseyi’nde kadınları hedef alan şiddet ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması amacıyla bir sözleşme hazırlanmasına dönük bir arayışı başlatmıştır. Bu amaçla bir uzman grup oluşturularak yürütülen çalışmalar, uluslararası alanda kadına şiddet konusundaki en kapsamlı hukuki metin olan bu sözleşmenin 2011 yılında İstanbul’da üye ülkelerin imzasına açılmasıyla sonuçlanmıştır.
KADINA DÖNÜK ŞİDDETTE HAFİFLETİCİ MAZERET OLMAZ
Dünkü yazımızda, İstanbul Sözleşmesi’nde kadın-erkek eşitliğini temel alan bakışı geniş bir şekilde değerlendirmiştik. Sözleşme, imzacı devletler açısından tanımladığı sorumluluk ve yükümlülükleri “şiddeti önleme”, “mağduru koruma”, “failleri cezalandırma” ve “koordine politikalar uygulama” olmak üzere dört ana kategori altında topluyor.
Kadının gözetilmesini her şeyin üstünde tutan bir anlayış var metinde. Sözleşme, bu çerçevede kadına dönük suçlarda hafifletici gerekçe bulma çabalarının karşısına yüksek bir duvar çekiyor. Örneğin, “Önleme” başlığı altındaki üçüncü bölümde, “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde namus gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir” deniliyor. (Madde 12/5)
İlginçtir ki, alıntı yaptığımız bu ifade sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere kadına şiddetle bağlantılı olarak açılan ceza davaları bağlamında bir kez daha aynen tekrarlanıyor. Taraf devletlere davalarda bu gerekçelerin öne sürülmesini önlemek üzere “gerekli yasal ya da diğer önlemleri alma” yükümlülüğü getiriliyor. (Madde 42/1)
ZORLA EVLENDİRMELER DE YASAKLANSIN
Sözleşme’de dikkat çekici olan bir madde “Zorla evlendirmelere” ilişkin. “Taraflar... zorla gerçekleştirilen evliliklerin geçersiz ve hükümsüz kılınabilmesi veya sona erdirilmesini sağlayacak yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır” deniliyor. (Madde 32)
Metin bununla da yetinmiyor, “Bir yetişkini veya çocuğu kasten evliliğe zorlamanın cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirlerin alınması” yükümlülüğü getiriyor taraf ülkelere. (Madde 37/1)
Yani, hem zorla yaptırılan evliliklerin hükümsüz kılınmasını hem de bunu zorlayanların cezalandırılmasını öngörüyor İstanbul Sözleşmesi.
MAĞDUR ŞİKÂYETÇİ OLMASA DA SORUŞTURMA AÇILSIN
Çok kritik bir hüküm, kadına dönük suçlarla ilgili olarak yürütülmekte olan soruşturma ve kovuşturmaların “Mağdurun ifadesine veya şikâyetine bağlı olmaksızın ve mağdurun ifadesini ya da şikâyetini geri çekmesi durumunda dahi devam etmesinin sağlanması”nın öngörülmesidir. (Madde 55/1)
Buradaki suçlar fiziksel şiddet, ırza geçme dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri, zorla yapılan evlilikler, kadın sünneti, kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama şeklinde sıralanıyor.
Türkiye’deki yerleşik mevzuata bakıldığında bu suçların bir bölümünün şikâyete bağlı, bir bölümünün ise bağlı olmadığını, bazı suçlarda ise mevzuatta boşluk bulunduğunu görüyoruz. Örneğin, fiziksel şiddet Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 86’ncı maddesinde “şikâyete tabi” bir suç olarak düzenlenmiştir. Şikâyette bulunabilmek için tanınan süre altı aydır. Keza, basit cinsel saldırı ve sarkıntılık suçunda da şikâyet gerekiyor.
Buna karşılık, TCK’da nitelikli cinsel saldırı ve tecavüz suçunda savcılığın soruşturma açması için şikâyet koşulu aranmıyor. Ancak burada tanımlanan fiilin eşe yönelmesi halinde soruşturma için şikâyet yapılması gerekli görülüyor.
Bu arada, altı çizilmesi gereken bir başka nokta, “Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere yasal ya da diğer önlemlerin alınması” yükümlülüğüdür. (Madde 48/1)
TÜRKİYE ÇEKİLİNCE GÜVENCELER DE KALKIYOR
Sözleşme’den çekilmesiyle birlikte, Türkiye’nin burada bir bölümünü aktardığımız hükümleri hayata geçirme yükümlülüğü de ortadan kalkmış olacaktır.
Söz konusu hükümlerin bir çoğuyla ilgili olarak ulusal mevzuatta düzenleme yapılmamış olsa bile, Sözleşme’nin maddeleri Anayasa’nın 90’ıncı maddesi çerçevesinde Türk hukuk sistemi açısından yine de sonuç doğurmaktaydı. Bunun nedeni, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağını belirten Anayasa’nın 90’ıncı maddesidir.
Bu durumda İstanbul Sözleşmesi’nin bütün hükümleri kadınlar açısından kayda değer bir koruma şemsiyesi sağlamaktaydı.
Türkiye’nin Sözleşme’den çekilmesi halinde 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” en önemli araç olarak yürürlükte kalacaktır. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni onayladıktan sonra 2012 yılında çıkarttığı bu yasa şiddet gören kadınların korunmasına dönük getirdiği koruyucu düzenlemeler açısından Avrupa Konseyi çevrelerinde de genellikle olumlu karşılanmıştır.
Ancak söz konusu yasanın kapsama alanı son tahlilde şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesiyle karşı karşıya bulunan kadınların “korunması”yla sınırlıdır. Sözleşme’nin “koruma” faslı dışında kalan önleme, cezalandırma ve politikalar gibi diğer alanlarda taşıdığı hükümlerin Türk kadınları açısından sağladığı güvenceler artık önemli ölçüde boşluktadır.
Son olarak kritik bir ayrıntıya dikkat çekelim. Sözleşme’nin feshine ilişkin 80’inci maddeye göre, fesih bu konudaki bildirimin Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne ulaştırıldığı tarihten itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın ilk gününde yürürlüğe giriyor. Bu durumda, Sözleşme’nin 1 Temmuz tarihine kadar yürürlükte kalacağını anlamalıyız.
Paylaş