Sedat Ergin

İlk iki dalgadan sonra hemen baskılanmazsa üçüncü dalga riski var

10 Mart 2021
Korkutucu bir dev dalganın yaklaşmakta olduğunu, salgının Türkiye’nin kapısına dayandığını hepimiz hissediyorduk.

Çin’in Vuhan kentinde 2019 Aralık ayı sonunda ilk kez ortaya çıkan COVID-19 virüsü, buradan başka ülkelere sıçramaya başlamıştı.

Şubat ayına gelindiğinde özellikle Batı Avrupa ülkelerinde COVID-19 vakaları birbiri ardına patlak veriyordu. Örneğin, İtalya’da şubat sonunda vakalar tehlikeli bir tırmanış seyrine girmişti. Her gün 40-50 kişinin ölüm haberi geliyordu bu ülkeden. İtalya, büyük ölçüde karantinaya girmişti.

Televizyonlarımızın başında tedirginlik içinde COVID 19’un Avrupa’da yayılışını izliyorduk. Bütün dünya çaresizlik içindeydi. İlk kez karşılaşılan bu virüse nasıl karşılık verileceği tıp ve genel anlamda bilim dünyası açısından bir büyük soru işaretiydi. Etkili tedavi yöntemleri bulunup, aşı ve sonuç alıcı ilaçlar geliştirilene kadar COVID-19 ile temastan kaçınmak, korunmak dışında bir çare görünmüyordu.

Avrupa’da salgının baş gösterdiği her ülke ile hava bağlantıları, THY seferleri iptal ediliyor, virüsün giriş ihtimaline karşı bütün kapılar kapatılmaya çalışıyordu. Avrupa’yla birlikte COVID-19 vakalarının görüldüğü İran'la sınır kapıları 23 Şubat’ta kapatılmış, aynı gün hava seferleri de durdurulmuştur.

10 Mart 2020 gününe gelindiğinde İtalya’da vakaların sayısı 10 bin eşiğini aşmış ve toplam 633 ölüm açıklanmıştı. Her yerde vakalar geometrik bir şekilde artıyordu.

Virüsün Türkiye’de de boy göstermesinin artık an meselesi olduğunu tahmin ediyorduk.

Haber o gece yarısı geldi. Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, 10 Mart’ı 11 Mart’a bağlayan gece yarısı düzenlediği basın toplantısında “Size üzücü ama korkutucu olmayan haberi bildirmek istiyorum” diye söze girdi ve ekledi:

Yazının Devamını Oku

Mısır'la yumuşama yönünde önemli mesajlar var

9 Mart 2021
Son günlerde sıkça Türk dış politikasıyla ilgili sürprizlerle karşılaşıyoruz.

Örneğin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ilişkilerinde bir hayli gergin geçen bir dönemin ardından geçen hafta salı günü bir telefon görüşmesi yapmaları ve Ankara’dan konuşmayla ilgili olumlu tonda bir açıklamanın gelmesi, kayda değer bir değişikliğin habercisiydi.

Çok değil, daha geçen 24 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransız muhatabı hakkında “Macron denen zatın İslam ile derdi nedir? Macron’un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var” şeklindeki sözleri, ilişkilerindeki gerginliğin tırmandığı en tepe noktayı gösteriyordu.

Öyle anlaşılıyor ki, yaşanan bütün gerilimlere ve her iki tarafta da başvurulan sert söylemlere rağmen, karşılıklı çıkarların ağır basması sonucu -ilişkileri rayına oturtma- gereği son tahlilde baskın çıkıyor.

ANKARA İLE KAHİRE ARASINDA PASLAŞMALAR

Benzer bir sürecin bir süredir Arap dünyası karşısında, özellikle de Mısır ile ilişkilerde yaşandığını gözlüyoruz. Son haftalarda Mısır’ın Akdeniz’de petrol-doğalgaz aramalarıyla ilgili ruhsat düzenlemelerini yaparken Türkiye’nin kıta sahanlığı tezlerini dikkate alan bir tutum sergilemesi, Ankara’dan Kahire’ye doğru birbiri ardına gelen bir dizi sıcak mesajı tetikledi.

Mısır bu tutumunun ilk işaretini Yunanistan’la geçen ağustos ayının başında imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşmada vermişti. Böyle bir anlaşmanın yapılmış olması Ankara’da tepki yaratmış olsa da, Kahire’nin anlaşmada Türkiye’nin kıta sahanlığıyla ilgili tutumu Dışişleri Bakanlığı çevrelerinde olumlu bir pozisyon olarak not edilmişti.

Arama ruhsatlarıyla ilgili düzenlemeden sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, geçen çarşamba günü “Mısır, bizim kıta sahanlığımıza saygı göstermeye devam ediyor, biz bunu olumlu karşılıyoruz” diye konuştu, ikili ilişkilerin seyrine göre Türkiye ile Mısır’ın deniz yetki alanlarını müzakere ederek bir anlaşma imzalayabileceklerini söyledi.

Keza, Milli Savunma Bakanı

Yazının Devamını Oku

İnsan Hakları Eylem Planı’nın sınırları nereden geçer?

6 Mart 2021
Adalet Bakanlığı’nın web sitesinde tam metni yayımlanan “İnsan Hakları Eylem Planı”nın sayfaları arasında dolaşırken “Gençlerin Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi” hedefiyle karşılaştım ve bu çerçevede önümüzdeki dönemde yürütülecek olan faaliyetleri de öğrenme imkânım oldu.

Bu faaliyetlerden biri, “Gençlik merkezleri, gençlik kampları ... yoluyla gençlerin desteklenmesine devam edilecek” olmasıydı. (Sayfa 97)

Aynı ana hedefe ulaşmak üzere gençlere dönük bir başka faaliyet alanı bu sayfada “Toplu konut projelerinin geliştirilmesi sürdürülecek, gençler de dahil ihtiyaç sahiplerinin konut edinme hakkına yönelik tedbirler etkili bir şekilde alınmaya devam edilecek” şeklinde tanımlanmıştı.

Bunun gibi dikkatime takılan bir başka faaliyet alanı trafik kazalarıyla ilgiliydi. “Trafik kazalarında ölüm ve yaralanma riskinin en aza indirilmesi için gerekli tedbirler alınacaktır” deniliyor eylem planında. Bu faaliyete İnsan Hayatının Korunması Amacıyla Gerekli Tedbirlerin Alınması” hedefinin altında yer verilmiş. (Sayfa 79)

Keza, “Sağlıklı ve Yaşanabilir Çevrenin Korunması”nın da yine bir başka hedef olarak belirlenmiş olduğunu fark ettim. Bu hedef başlığının altında “Zararlı kimyasallar ile atıkları oluşumu en aza indirilecek, atıkların geri dönüşüm oranı ile yenilebilir enerji kaynaklarının kullanım oranı arttırılacaktır” deniliyor. (Sayfa 101)

Ayrıca, “Gıda ve Su Güvencesinin Sağlanması” hedefi de unutulmamış. Bu hedef altında iki faaliyet tanımlanmış. Birinci faaliyet için “Herkes için gıda ve su arz güvencesi ile gıda güvenilirliği sağlanacaktır” deniliyor. (Sayfa 102)

MENZİL GENİŞLEYİNCE ODAKLANMA SORUNU ÇIKABİLİR

Kuşkusuz, belgeden aktardığımız hedeflerin hiçbirine kimsenin bir itirazı olamaz. Trafik kazaları, kimyasal atıklar, gıda ve su arzı güvencesi gibi konuların hepsi yaşamımızı birincil derecede ilgilendiriyor. Bu alanlardaki tehlikeler, sorunlar yaşam hakkımızı doğrudan tehdit ediyor.

Bu arada, gençlerin sorunlarının bir insan hakları konusu olarak görülmesinin de yeni bir bakışı yansıttığını söyleyebiliriz.

Yazının Devamını Oku

İnsan Hakları Eylem Planı okumanın kaçınılmaz duygusal karmaşası

5 Mart 2021
Geçen salı günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan “İnsan Hakları Eylem Planı”nın Adalet Bakanlığı’nın web sitesine konan tam metnini okurken, iç dünyamda çok farklı duyguların çekim merkezleri arasında gidip geldiğimi hissettim sıkça.

Girişte “Belgenin arka planında insan hakları hukukunun evrensel standartlarının öne çıktığının” vurgulandığı bölümden özellikle etkilendiğimi belirtmeliyim. Bu bölümde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları ve Avrupa Birliği müktesebatı, İnsan hakları hukukuna ilişkin standartları sürekli yükselten bölgesel düzeyde uluslararası enstrümanlarolarak kayda geçiriliyor.

AİHS ile bu sözleşmenin yorumlarını içeren AİHM içtihatlarına eylem planında merkezi bir rol verilmesinden, ana doğrultu olarak gösterilmesinden memnuniyet duydum tabii ki.

Özellikle planın giriş bölümünde insan olmak nedeniyle sahip olunan hakların “hukuk devletinin varlık sebebi olduğu” vurgusu çok önemli. Bu vurgudan hemen sonra “Hukuk devletinin ahlaki özü ve meşruiyetinin, evrensel nitelikteki değerler ile hak ve özgürlükler perspektifinde yattığı” belirtiliyor. Burası da yine altını çizerek okuduğum bir bölümdü.

İnsan hakları ile hukuk devletinin varlık nedeni ve meşruiyeti arasında doğrudan bir ilişki kurulması ileri bir bakışı yansıtıyor. Bu kabulden yola çıktığımızda, insan haklarının, hak ve özgürlükler perspektifinin zemin kaybettiği her durum, kaçınılmaz olarak hukuk devletin meşruiyetinin de hasar almasına yol açmayacak mıdır?

BU HEDEFLER ÇOKTAN GERİDE KALMIŞ OLMALIYDI

 Ardından, insan hakları alanında yapılması gerekenlerin 11 temel ilke etrafında 9 amaç, 50 hedef ve 393 faaliyet olarak sıralandığı başlıkların üzerinden tek tek giderken, önümüzde kat edilecek bir hayli uzun bir yolun bulunduğunu gördüm. Duygu iklimim tamamen farklı bir yöne doğru savruldu. Birden tepkili bir ruh hali içinde buldum kendimi.

İşin gerçeği şu ki, 2021 yılı Türkiye’sinde insan haklarını korumak ve güçlendirmek için hâlâ kapsamlı eylem planlarının hazırlanması gerekiyor. Hâlâ yargı bağımsızlığı, tutukluluklar ve ifade özgürlüğü alanlarındaki sorunlar ülkenin gündemini kaplamaya devam ediyor.

Bugün hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu gelişkin demokrasilerde olağan görülen, özümsenmiş olan birtakım ilkeler, hayatın parçası haline gelmiş rutin uygulamalar, bizde hayata geçirilmesi gereken hedefler olarak iddialı projeler halinde karşımıza çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

İnsan Hakları Eylem Planı’na nasıl bakalım?

4 Mart 2021
Kuşkusuz, içinde insan hakları ve hukuk kavramları geçen, bu alanlarda iyileştirme yapılmasını hedefleyen her adımı önemsemek durumundayız.

Atılan adımın kapsamı yetersiz bulunabilir, beklentileri karşılamayabilir. Bazı yönleriyle ilgili çekinceleriniz de olabilir. Ama son tahlilde insanların hayatlarına olumlu yönde dokunacak değişiklikler içerecekse, bundan memnun olmalıyız.

İşin bu kısmı meseleye bakışla ilgili ana ilkedir. Tabii, bu başlık altında kaleme alınan her yazı için yola çıkarken, Türkiye’de insan hakları ve hukuk alanlarında sürekli reform paketleri hazırlanması ihtiyacının duyuluyor olmasının getirdiği bir yorgunluk duygusunun içinden geçmeniz gerekiyor. Her reform planı, bu alanlardaki kusurların, eksiklerin, yetersizliklerinin de açık bir kabulüdür. Ne yazık ki ülkemizde bu parantez bir türlü kapatılamıyor.

PLANIN OLUMLU YÖNLERİ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından önceki gün açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı”nı bir köşe yazısının sınırları içinde madde madde detaylı bir şekilde değerlendirebilecek durumda değiliz. Ancak ana boyutları itibarıyla bazı genel tespitler yapmak istediğimizde şu görüşleri öne sürebiliriz:

Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün başını çektiği, uzun zamana yayılan kapsamlı bir çalışmanın sonucu olan bu planda ilk kez telaffuz edilen ve getirilmesi yararlı pek çok başlık sıralayabiliriz. Yargı mensuplarıyla ilgili tasarlanan bir dizi idari düzenleme bu çerçevede belirtilebilir. Özellikle hâkim ve savcılara “coğrafi teminat” sağlanması, yargı bağımsızlığını güçlendirecek bir adımdır. Üstelik çok gecikmiş bir adımdır.

Bu arada, sadece ifade almak için mesai saatleri dışında vatandaşları yakalayıp gözaltına almak, otelden gece yarısı uyandırıp karakola götürmek gibi uygulamalara artık son verileceğinin taahhüt edilmiş olması, olumlu düzenlemeler arasında göze çarpan noktalardan biridir.

Bir başka düzlemde, duyurulan bazı hedeflerin içinin nasıl doldurulacağını beklemeliyiz. “Görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle bir hak ihlaline neden olan kamu görevlileri hakkında rücu ve disiplin işlemlerinin etkinliğinin arttırılması” hedefini bunlar arasında sayabiliriz.

Hatalı bir kararıyla hak ihlaline ve sonuçta Anayasa Mahkemesi’nde yüksek bir manevi tazminat cezasına neden olan bir hâkime ya da orantısız güç kullanarak vatandaşın mağduriyetine yol açan bir kolluk görevlisine ne gibi bir işlem yapılacağı sorusunun mevzuatta nasıl düzenleneceğini görmek gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Yeni normalleşmeye girilirken salgında dikkat çeken yönelişler

3 Mart 2021
Türkiye, önceki akşam açıklanan yeni esnetilmiş önlemler paketiyle birlikte COVID-19 ile mücadelesinde ikinci normalleşme denemesine başlıyor. Bu kez, kısıtlamaların değişik risk kategorilerine alınan illerde farklılaşacağı, arada geçişlerin yapılabileceği kademeli bir modelin uygulamasına tanıklık edeceğiz.

İlk normalleşme süreci geçen ilkbaharda yaşanan birinci COVID-19 dalgasının hemen ardından 1 Haziran tarihinde başlamıştı. İlk denemede vakalar kısa zamanda yeniden yükseliş eğilimine girmişti. Ancak açıklama kriterlerinde yapılan değişikliklerle vakaların toplam sayısının kamuoyundan gizlenmesi, salgının yaygınlığının kamuoyu tarafından tam olarak anlaşılmasını önlemişti.

Bunu izleyen dönemde Türkiye, geçen sonbaharda tırmanışa geçen ikinci büyük dalgayla sert bir şekilde sarsılmıştı. Kasım sonunda günlük vakalar 30 bin eşiğinin üstüne çıkmıştı. İkinci dalgada bir gün içinde en yüksek vefat sayısı 23 Aralık tarihinde 259 kayıpla kaydedilmişti.

NORMALLEŞME VAKALARDA HAREKETLENMEYE RASTLADI

Şimdi yeni bir normalleşme denemesi daha başlarken, koronavirüsle mücadelede mart ayı başı itibarıyla nerede durduğumuzun bir dökümünü çıkartmamızda yarar var.

Bu çerçevede yapmamız gereken birinci saptama, geçen kasım-aralık döneminde patlama gösteren vaka ve vefat sayılarının, kasım sonundan itibaren uygulamaya konan önlemlerle ciddi derecede baskılandığıdır. Her akşam 21.00’de başlayan, ayrıca hafta sonu iki güne yayılan sokağa çıkma yasakları gibi sosyalleşmeyi sınırlayan ve 65 yaş üstünü büyük ölçüde evde tutan bu kısıtlamalar salgının kontrol altına alınmasında gerçekten de etkili olmuştur.

Bu düşüş çizgisi ocak ayının üçüncü haftasına kadar sürmüştür. Bu hafta zarfında günlük vakalarda ikinci dalga sonrasındaki en düşük eşiğe inilerek 5 binli rakamlar görülmüştür. Ancak ocak ayının son haftasından itibaren yeniden bir yükseliş gözlenmiştir. Salgın daha sonra şubat ayı boyunca genellikle günlük 7-8 bin aralığında seyreden bir platoya yerleşmiştir. Şubat ayının son haftasında yeniden bir sıçrama yaşanmış ve bu kez günlük 10 bin vaka sınırına yaklaşılmıştır.

Yeni kontrollü normalleşmenin duyurulduğu önceki gün (1 Mart) 12 Ocak’tan bu yana kaydedilen en yüksek vaka sayısı açıklandı: 9 bin 891... Bu yönüyle, hemen dizginlenemediği takdirde salgının yeniden ocak ayı başındaki rakamlara dönme riskinin bulunduğu belirtilmelidir. Bir başka anlatımla, ne kadar kontrollü olsa da ikinci normalleşmenin zamanlama olarak vakalarda yukarı doğru bir kıpırdamaya rastlaması, kabul edelim ki insanı kaygıya sevk eden bir durumdur.

Yazının Devamını Oku

AYM, teknesinden alınıp tutuklanan gazeteci için nasıl bir karar verdi?

2 Mart 2021
Geçen nisan ayının başında Bodrum’da yaşanan ve kamuoyunda da yankılanan bir hadise, gazeteci Hakan Aygün’ün dini değerleri aşağıladığı suçlamasıyla Gümbet’te belediyenin marinasına demirlediği teknesine düzenlenen bir polis baskınıyla gözaltına alınması, ardından tutuklanarak hapse atılmasıydı.

Aygün’ün tutuklanma nedeni sosyal medyadan yaptığı bazı paylaşımlardı. Bu paylaşımlar nedeniyle Muğla E Tipi Cezaevi’nde bir ayı aşkın süre hapis yattı Hakan Aygün. Bu sürenin yaklaşık üç haftasını tek kişilik bir hücrede geçirdi.

Hazırlanan iki ayrı iddianamenin birleştirildiği bu dava Bodrum’daki 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) geçenlerde Aygün’ün tutuklanmasıyla ilgili “hak ihlali” kararı vermesi, bu konuyu yeniden gündeme taşıdı.

PAYLAŞIMLARI BAŞINA DERT AÇTI

Aygün’ün 3 Nisan 2020 tarihinde tutuklanmasına neden olan bir dizi paylaşımı söz konusu. Bu paylaşımlar, COVID-19 salgınının geçen yıl mart ayında baş göstermesinden sonra bazı CHP’li belediyelerin İBAN numaraları vererek başlattıkları yardım kampanyalarının iktidarla yol açtığı sorunların ertesine rastlıyor.

Aygün, bu paylaşımlardan birinde, “IŞİD kafalı İslamcı yobazlar, siyasi İslamcılar, iman numarasıyla İBANA çalışan din sömürücüleri, ırkçılar, faşistler, ulusalcı geçinip ne olduklarını kendileri de bilmeyenler, Gardırop Atatürkçüleri ve Gardırop Müslümanları lütfen kanalıma abone olmayındiyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belediyelerin yardım kampanyası yürütmesine olumsuz bakan bir fetvasını eleştirirken de Aygün, “Ondan sonra iman mı İBAN mı diye garİBAN imanlıları tahrik eden manyaklar çıkıyor. Görüyorsunuz bütün olay İBAN kavgası” ifadesini kullanıyor.

Aygün, savunmasında COVID-19 salgını nedeniyle merkezi yönetimle yerel yönetimlerin para toplama tartışmasına girmeleri ve Diyanet’in de bu tartışmaya katılmasını “trajikomik” bulduğunu, ikinci paylaşımı bunu eleştirmek üzere yaptığını belirtiyor.

Başını derde sokan bir diğer paylaşımı, 29 Mart 2020 tarihinde “

Yazının Devamını Oku

Birinci yıldönümünde İdlib’de 34 askerimizin şehit olduğu saldırıyı hatırlamak...

27 Şubat 2021
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 34 Türk askerinin Suriye’nin İdlib bölgesinde bir hava saldırısında şehit edilmesinin ertesi günü 28 Şubat 2020 tarihinde olağanüstü gündemle toplandığında, bütün dikkatler Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nun yapacağı konuşmaya çevrilmişti.

Büyükelçi Sinirlioğlu, yaşanan hadisede ilk saldırıdan hemen sonra (Rusya’ya) yapılan uyarılara rağmen hava saldırılarının sürdüğünü anlatırken bir ara şöyle dedi:

Yaralı askerleri almak için gönderilen ambulanslar bile hedef alındı. Bu, Türkiye’ye karşı kasıtlı bir saldırganlık eylemiydi.”

Peki, savaş uçaklarıyla 34 askeri öldürmekle kalmayıp yaralıları almaya gelen ambulansları bile havadan hedef alan bu saldırganlığı yapan kimdi?

KRİZ SERAKİB NEDENİYLE ÇIKTI

Bu sorunun yanıtına geçmeden önce bir yıl kadar geriye, 2020 Şubat ayı başlarına gidelim. İdlib için 17 Eylül 2018 tarihinde Türkiye ile Rusya arasında imzalanan Soçi Mutabakatı ile ilan edilen ateşkese dayalı statüko 2020 Şubat ayına gelindiğinde ciddi bir şekilde sarsılmıştı.

Rus savaş uçaklarının desteğindeki rejim ordusu, 2019 yaz sonundan itibaren İdlib vilayetinin doğusunda kuzey-güney istikametindeki M-5 otoyolunu silahlı muhalefetten geri almak için kademeli bir harekâta girişti. Esad güçleri, Rusların yardımıyla birbiri ardına elde ettiği kazanımlarla M-5 üzerinde kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Bu durumda TSK’nın İdlib’deki askeri gözlem noktalarının bir bölümü de rejim kontrolündeki bölgenin içinde kalıyordu.

Rejim ordusu, 28 Ocak 2020 tarihinde M-5 üzerindeki Maraat el Numan kasabasını muhalefetten geri alarak bir sonraki durak Serakib’e bir hayli yaklaştı. Serakib’in önemi, kuzey-güney istikametindeki M-5 ile Halep’i Lazkiye’ye bağlayan doğu-batı istikametindeki M-4 otoyolunun kesişme noktasında olmasıydı.

Kuzeyde Halep’ten çıkan yol Serakib’e gelip güneye, Şam’a doğru gittiğinde M-5, buradan batıya kıvrıldığında ise M-4 olarak devam ediyordu. Dolayısıyla stratejik açıdan Serakib’i tutmak, İdlib’in bütününün kontrolü bakımdan hayati değer taşıyordu.

Yazının Devamını Oku