Öyle görünüyor ki ABD’nin askerlerini çekme takvimini bu ay sonunda tamamlamasıyla birlikte, Afganistan’ın bugünkünden çok daha derin bir kaosun, bunun tetikleyeceği büyük bir insani krizin içine düşmesi, herkesin şimdiden hazırlıklı olması gereken bir ihtimal.
2001 yılında New York’taki İkiz Kuleler’in El Kaide tarafından vurulmasından sonra Afganistan’da Taliban ve himaye ettiği El Kaide’ye savaş açan ve yaklaşık yirmi yıldır sahada bu örgütlere karşı askeri mücadele yürüten ABD, nihai çözüm olmadan ülkeyi kendi başına bırakıp çekiliyor. ABD’nin bu kararı, yakın tarihteki en büyük fiyaskolarından biri olarak kayda geçmeye şimdiden adaydır.
SORUNUN TEMELİNDE TRUMP’IN YAPTIĞI ANLAŞMA YATIYOR
Buraya nasıl gelindi diye sorarsak, vardığımız nokta belli ölçülerde bir önceki ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD askerlerini denizaşırı savaşlardan çekme politikasının bir sonucu olarak beliriyor.
Bugün yaşanan kargaşanın gerisinde, Trump’ın siyasi talimatıyla Afganistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Zalmay Halilzad’ın 20 Şubat 2020 tarihinde Kabil’deki hükümeti devre dışı bırakıp Taliban’la yaptığı dört maddelik anlaşma yatıyor.
Söz konusu anlaşmanın sağlam güvencelere bağlanmadan kurgulanan, aceleye getirilmiş zayıf bir metin olduğu hususunda giderek güçlenen bir görüş birliği var.
Anlaşmanın birinci bölümü, Taliban’ın, Afganistan topraklarının ABD ve müttefiklerinin güvenliği aleyhine kullanılmayacağına ilişkin taahhüdünü içeriyor.
Mutabakatın ikinci bölümü, bütün yabancı güçlerin Afganistan’dan çekilmesine dönük takvimi düzenliyor.
AİHM’nin de bağlı olduğu Avrupa Konseyi sistemi içinde bu kararların uygulanmasından sorumlu olan Bakanlar Komitesi, bu konuyu ısrarlı bir şekilde izleyen karar organı olarak karşımıza çıkıyor. Bu komitede Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkenin dışişleri bakanları ya da onlara vekâleten Konsey’in Strasbourg’daki merkezinde görev yapan daimi delegeleri bir araya geliyor.
Bu komitenin -hangi düzeyde toplanırsa toplansın- son dönemdeki değişmez bir gündem maddesi, AİHM’nin Gezi davası çerçevesinde Osman Kavala hakkında aldığı kesinleşmiş tahliye kararının uygulanması talebinin tekrarlanması oluyor.
TCK 309, 312 VE 328’DEN ÜÇ AYRI SUÇLAMA
Bakanlar Komitesi’nde yakından izlenen Kavala dosyası Türkiye’de her seferinde ilginç dönemeçlerden geçerek yeni sürprizlere sahne oluyor. Bu dosya, önümüzdeki dönemde Beşiktaş taraftarlarının oluşturduğu ünlü “Çarşı Grubu” hakkında Gezi olaylarıyla ilgili olarak daha önce açılmış olan 35 sanıklı davayla birleştirileceği yeni bir formata giriyor.
Bunu gösterebilmek için geçmişte farklı düzlemlerde yürüyen her iki yargılama sürecini de kısaca hatırlamamız gerekiyor.
Yeni formatın birinci ayağında Kavala’nın birinci sanık olduğu, toplam dokuz sanık hakkında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevini yapmayı engellemeye teşebbüs” suçunu düzenleyen 312’nci maddesinden açılmış olan Gezi davası var. Bu davadaki sanıkların hepsi İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 18 Şubat 2020 tarihinde verdiği kararla TCK 312 maddesinden beraat ettiler.
Buna karşılık tek tutuklu sanık Kavala hakkında ertesi gün bu kez TCK’nın “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya (darbe) teşebbüs suçunu” düzenleyen 309’uncu maddesinden tutuklama kararı verildi. (Bir süre sonra bu suçlamadan verilen tahliye kararı kaldırıldı.)
Kısa bir süre sonra 9 Mart 2020 tarihinde
Her baktığınızda, o görüntünün sizi biraz daha fazla içine çektiği soyut bir ilişki kurulur aranızda. Siz odaklandıkça her seferinde daha önce fark etmediğiniz ayrıntılar gözünüze çarpmaya başlar, yeni anlam katmanları belirir karşınızda.
Bir noktadan sonra belki görüntünün sizinle konuşmaya başladığını da duyabilirsiniz. Ondan gelen seslerin iç dünyanızda tetiklediği titreşimleri dinlersiniz. Bazen duyduğunuz sesleri tam olarak tarif edemeyebilirsiniz. Ama içinizi bir zenginliğin kapladığını çok iyi duyarsınız. O zenginlik ruhunuzu da yukarı doğru çekmektedir.
İşte Japonya’daki olimpiyatlara giden kadın voleybol milli takımımızın geçenlerde Çin Halk Cumhuriyeti’ni yendikten sonra zafer kutlaması için sahada hep birlikte çektirdiği fotoğraf benim iç dünyamda da böyle bir ruh haline yol açmış bulunuyor.
*
ABD Dışişleri yetkilileri, Biden yönetiminin özel durumdaki bazı Afganistan vatandaşları için uygulayacağını açıkladığı “P-2 vize programı” hakkında basına bilgilendirme yapıyorlar.
Gelgelelim Dışişleri yetkililerinin verdikleri izahat karşısında Amerikalı gazetecilerin kafası karışıyor. Daha çok soru yöneltme, daha çok sorgulama ihtiyacı duyuyorlar. Biri, “Açıklık getirmek istiyorum, yani Afganistan’dan çıkmak vize başvurusunu yapacakların kendi sorumlulukları mı?” diye soruyor.
“Evet” diyor Dışişleri yetkilisi ve ekliyor: “Afganistan’ın dışına çıkmak başvuru sahibinin sorumluluğu... Ülke dışına çıktıklarını ve nerede olduklarını bize ilettikleri anda biz de başvuru dosyalarıyla ilgili işlemleri başlatabiliriz.”
Özetle, P-2 statüsünden yararlanacak Afganlıların vize işlemlerinin başlatılabilmesi için, önce bu kişilerin ülke dışına çıkmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. Bir üçüncü ülkeye adım atarak “mülteci” statüsünü kazanmaları önkoşul.
ABD’li yetkililer, vize işlemlerinin sonuçlanması için geçecek bekleme süresini 12-14 ay arasında tahmin ediyorlar.
Şimdi kritik soruyu yöneltelim. Bu muhtemel -bekleme ülkesi- ya da -ülkeleri- neresi/nereleri olabilir?
1- RESMİ BORDRODA OLANLAR UÇAKLA GÖTÜRÜLÜYOR
Sorumuza yanıt vermeden önce konunun ana çerçevesini hatırlayalım. Bilindiği gibi, ABD tam 20 yıldır Taliban’a karşı savaştığı Afganistan’dan, soruna nihai bir çözüm bulunmadan çekilmeyi kararlaştırdı. ABD birliklerinin çekilmeye başlamasıyla birlikte Taliban da sahada egemenlik alanını adım adım genişletiyor.
Önceki gün T-24’te karşıma çıkan bir haberde, bizzat Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün paylaştığı haritalar üzerinden kafamı meşgul eden bu soruların yanıtlarını belli ölçülerde almış oldum.
Dilek Güler tarafından kaleme alınmış bu haber, söz konusu haritalarda son yangınların büyük bir bölümünün ortaya çıktığı bölgeler için “olağanüstü kuraklık” ve “nemsizlik” uyarılarının yapıldığını anlatıyordu.
MARMARİS VE FETHİYE OLAĞANÜSTÜ KURAK
Gerçekten de Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün web sayfasına girildiğinde, “analizler” başlığı altındaki “kuraklık” kısmında yer alan haritalar yeteri kadar fikir verici.
Buradaki haritalardan en çarpıcı olanlarından biri, Nisan-Haziran 2021 dönemini gösteren “Meteorolojik Kuraklık Haritası”. Türkiye’nin Temmuz-Ağustos dönemine nasıl bir kuraklık tablosuyla girilmiş olduğunu gösteriyor en son 12 Temmuz 2021 tarihinde güncellenmiş olan bu harita.
Türk Hava Kurumu’nun (THK) elindeki uçakların devre dışı kalmasının da bir sonucu olan bu tartışma, beni benzer coğrafya ve iklim özelliklerine sahip ülkelerde bu sorunla nasıl mücadele edildiği sorusuna yanıt aramaya yöneltti. Açık kaynaklardan yararlanarak, Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerde bu felaketle nasıl mücadele edildiğini öğrenmeye çalıştım.
Bunu yaparken iki soru üzerinde odaklandım. Birincisi, mücadelede hangi araçlar, özellikle hangi tip uçaklar kullanılıyor? İkincisi, mücadelenin devlet organizasyonu boyutuyla ilgili. Hangi bürokratik birimler orman yangınlarıyla mücadeleden sorumlu? Daha doğrusu, bu işin patronu kim?
Karşıma şöyle bir tablo çıktı:
İSPANYA: İspanya’da orman yangınlarıyla mücadelede hem Hava Kuvvetleri hem de özel sektörün devrede olduğu ikili bir yapı karşımıza çıkıyor. Hava Kuvvetleri’nin elinde Kanada yapımı Canadair/Bombardier tipi toplam 21 yangın söndürme uçağı bulunuyor. Bu kategoride hem CL-215 tipi eski, hem de CL-415 tipi yeni model uçaklar var. Söz konusu hava unsurları İspanya Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki 43. Grup sorumluluğu altında bulunuyor. (İspanya 2 adet CL-415 uçağını dün AB yardımı çerçevesinde Türkiye’ye gönderdi.)
İspanya’da ayrıca AVIALSA isimli özel bir şirketin envanterinde ABD yapımı 9 adet tek motorlu Air Tractor AT-802, 15 adet Polonya yapımı tek motorlu PZL M-18A Dromader ve az sayıda başka uçak tipleri de bulunuyor. Bu şirket, başka ülkelerde açılan havadan yangın söndürme ihalelerine de katılıyor.
PORTEKİZ: Akdeniz’e sahili olmasa da Avrupa’nın güney kuşağındaki bir ülke olarak Portekiz’i de bu kümeye dahil edelim. Portekiz’in yangınla savaş filosunun ana unsurunu 6 adet ABD yapımı Air Tractor AT-802 uçağı oluşturuyor, ayrıca filoda 4 helikopter de bulunuyor. Portekiz’in AT-802 uçağı Agro-Montiar isimli bir özel şirket tarafından uçuruluyor.
Portekiz’in yangınla mücadele yönetiminde özel sektörün rolü baskın görünüyor. Bu arada, Portekiz’deki orman yangınlarında sıkça AB ülkelerinden kuvvetli bir hava desteğinin geldiğini de belirtmeliyiz.
FRANSA:
Türk Hava Kuvvetleri genellikle bu kategoride dünyanın ilk beşi içinde kabul ediliyor. Sıkça F-16’ların Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini nokta atışlarıyla nasıl etkisiz hale getirdiklerine ilişkin açıklamaları izliyoruz.
Keza, silahlı-silahsız insansız hava araçları teknolojisinde de ülkemizde önemli atılımlar gerçekleştirildi. Türk yapımı SİHA’ların yakın zamanda Libya ve Karabağ’daki savaşlarda sahada alınan sonuca nasıl etki ettiklerini anlatan övgü dolu yabancı analizler, şimdiden ciddi bir literatür oluşturuyor.
Gelgelelim, bu gibi üstünlüklere sahip bir ülke olarak kendi topraklarımızda, batı ve güney kıyılarımızda ortaya çıkan orman yangınlarını havadan süratle etkisiz kılacak imkânlara, araçlara sahip değiliz. Var olduğu varsayılan kapasitenin de vahim derecede yetersiz olduğu tecrübeyle anlaşıldı.
Dört bir cepheye yayılan orman yangınlarına Rusya’dan, Ukrayna’dan, İran’dan ve son olarak bazı Avrupa Birliği ülkelerinden gelen ya da geleceği açıklanan hava desteğiyle müdahale etmeye çalışıyoruz.
Bu işte çok büyük bir terslik yok mu?
*
Buradaki çelişkiye baktığımızda, öncelikle meselenin Türkiye’nin sahip olduğu kaynaklar, beşeri sermayesi ve teknolojik birikimiyle ilgili olmadığını hemen vurgulamalıyız.
Üstelik, Türkiye’nin aslında orman yangınlarıyla mücadele etmeye dönük bir yeteneğe yakın zamana kadar pekâlâ sahip olduğunu da biliyoruz. Çıkan yangınlara Türk Hava Kurumu’nun (THK) elindeki bu iş için özel olarak donatılmış uçaklarla etkili bir şekilde karşılık verildiği günler çok uzakta değil.
Bu görüntüyü izleyince kritik bir soruya yanıt bulmamız gerekiyor. Meşru bir Meclis Başkanı’nın kendi görev mekânına girmesine Cumhurbaşkanı’ndan talimat almış askerler tarafından izin verilmezse, bu fiil bir darbe midir, değil midir?
Gannuşi, kendi cephesinde yanıtı “darbe” olarak veriyor, “Tunus halkının özgürlükleri elinden alınarak saldırıya maruz kaldığını” söylüyor. Ve ekliyor: “Tunus halkı tiranlık dönemlerine dönmeyi kabul etmeyecektir. Özgürlük tehlike altında olduğu müddetçe yaşamanın bir değeri yoktur.”
BEYAZ SARAY HUKUKİ MÜTALAA BEKLİYOR
Meclis Başkanı’nın engellenmesinin gerisinde, Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in geçen pazar gecesi ülke yönetimine el koyması yatıyor. Said, ülkede olağanüstü hal ilan ederek, Meclis’in faaliyetlerini askıya almış, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmış, ayrıca Başbakan Hişam el Meşişi’yi de görevden almıştır. Gerekçeleri, ülkenin içine girdiği ekonomik ve siyasi krizin yanı sıra COVID-19 salgınının kontrolden çıkmış olmasıdır.
Ve geçen pazar gününden bu yana Tunus Cumhurbaşkanı’nın attığı bu adımın darbe olup olmadığı, anayasanın kendisine bu yetkileri tanıyıp tanımadığı soruları uluslararası alanda da hararetli bir tartışmanın konusudur.
Örneğin ABD cephesinde Beyaz Saray, pazartesi günü Tunus’taki hadisenin bir darbe olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği hususunda henüz bir tespit yapmadıklarını, önce Dışişleri Bakanlığı’nın hukuki açıdan bir analiz hazırlamasını beklediklerini açıklamıştır.
CUMHURBAŞKANI YARDIMCISI OKTAY: ‘ENDİŞE VERİCİ’
Müdahalenin Türkiye cephesinde nasıl karşılandığı sorusuna gelirsek... Resmi düzeyde yapılan bütün açıklamalar yan yana konduğunda ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor.