Tunus’taki kıvılcım kısa zamanda bütün Arap dünyasına yayılmış, birçok Arap ülkesinde kitlesel gösteriler patlak vermiş, bu süreç yine 2011 içinde önce Mısır’da Hüsnü Mübarek, ardından Libya’da Muammer Kaddafi rejimlerinin çöküşünü getirmişti.
Aradan on yıldan da fazla bir zaman geçti. O günlerde bütün Arap dünyasını demokrasi rüzgârlarının kaplayacağı, Ortadoğu’nun tarihi bir dönüşümden geçmekte olduğu yolunda ortalığı kuşatan anlatılar, tezler bugün sahada yaşanan gerçeklik karşısında, ne yazık ki hükümsüz kalmış durumda.
Geçen yıllar, bölgede darbelerin, hâlâ sürmekte olan içsavaşların yarattığı derinleşen bir istikrarsızlık tablosuna sahne oldu. Bir dizi Arap ülkesinde bu depremle ortaya çıkan fay hatları hâlâ yerine oturmuş değil. Yalnızca Libya ve güney komşumuz Suriye’de sahadaki duruma bakmak bunu görebilmek bakımından yeterli olmalı.
ARAP BAHARI’NIN TEK BAŞARI ÖYKÜSÜ
Bütün bu türbülans döneminde Arap Baharı’nın tek başarı öyküsü olarak kabul edilen istisnası, ilk kıvılcımın çaktığı Tunus olmuştu. Tunus, gerçekten de son on yıl zarfında sancılı olmakla birlikte, demokrasiye geçilmesi, yeni anayasa yazımı dahil olmak üzere bu geçişi mümkün kılacak adımların atılması, kurumların inşa edilmesi sürecinde yabana atılmayacak bir başarı modeli çizdi.
O kadar ki, bütün bölge çalkantılar içinde kaynarken 2015 yılında Nobel Barış Ödülü Tunus’a gitti. Ülkenin demokrasiye geçiş sürecindeki çabalarından dolayı Tunus’un en büyük sendikal örgütü, ticaret ve sanayi odaları birliği, baroları ve insan hakları birliğinin oluşturduğu “Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü”nün bu ödüle layık görülmesi ülkeye hatırı sayılır bir prestij getirdi.
Üstelik Tunus bu uzlaşı yeteneğini, siyasi kadrolarında bir tarafta Müslüman Kardeşler akımının uzantısı Nahda Hareketi’nin temsil ettiği İslamcı damar, diğer tarafta laik geleneğin kuvvetli olduğu bir güç çekişmesi ortamında sergiledi.
İşte Arap Baharı’nın tek başarı öyküsü olarak görülen Tunus, geçen pazar akşamı ülkenin seçilmiş sivil Cumhurbaşkanı
Ayrıca, ABD tarafının bazı genel olumlu ifadeler dışında görüşmenin içeriğiyle ilgili genellikle ketum kalması bir başka dikkat çeken noktaydı.
Ardından Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, görüşmeden iki gün sonra 17 Haziran’da yaptığı bir açıklamada, buluşmanın yalnızca Kabil Havalimanı ve S-400’ler kısmına açıklık getirmişti. Sullivan, iki liderin Türkiye’nin Kabil Havalimanı’nın güvenliğini sağlaması konusunu ayrıntılı biçimde konuştuklarını, bu önerinin hayata geçirilmesi için birlikte çalışma kararı aldıklarını duyurmuştu. Biden’ın danışmanı, S-400’ler konusunda henüz bir çözüm olmasa da bu konuda diyaloğun devam edeceğini eklemişti.
Oysa Sullivan, NATO zirvesi öncesinde Brüksel’e hareket etmeden önce Beyaz Saray’da yaptığı bir açıklamada Biden-Erdoğan görüşmesinin gündemi üzerinde konuşurken, “Değerler ve insan hakları alanındaki önemli görüş ayrılıklarını” da ele alınacak konular arasında saymıştı.
Gelgelelim gerek Sullivan gerek diğer ABD’li yetkililer, Brüksel’deki buluşmadan sonraki açıklamalarında “değerler ve insan hakları” başlığında sessiz kalmıştı. Yönetimin daha önce bu başlıklarda kamuoyuna yüksek sesle konuştuğu hatırlanırsa, farklı bir tutum söz konusuydu.
KAYGILARIMIZI HER DÜZEYDE AKTARDIK
Geçen hafta ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde düzenlenen Türkiye konulu özel oturumda ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden sorumlu Müsteşarı Victoria Nuland’ın yaptığı açıklamalarla birlikte, Brüksel’deki görüşmenin bu bölümünün nasıl geçtiği konusunda bir izlenim edinmek mümkün. Nuland, açıklamaları sırasında diplomatik ifadelerle bu konuların Başkan Biden tarafından dile getirildiğini hissettiriyor.
Nuland, önce Başkan Biden’ın demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün desteklenmesini yönetimi açısından -merkezi- bir konu olarak gördüğünü hatırlatarak, sözü Türkiye’ye getirip şunları söylüyor:
“
Toplantı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında geçen ay Brüksel’deki NATO zirvesi sırasında yapılan görüşmenin izlerini sürmek bakımından da önemliydi.
Yönetimi ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Victoria Nuland’ın temsil ettiği bu oturuma çok sayıda senatörün katılması, son derece detaylı soruların yöneltilmesi, Türkiye dosyasının Senato tarafında yakından ve ciddi bir şekilde izlenmekte olduğunu gösteriyor.
Nuland’ın açıklamalarına bakılırsa, Biden yönetimi, çok karmaşık bir yapıya bürünen Türkiye ile ilişkilerini, gündemdeki meseleleri üç ayrı kategoriye ayırarak yürütmeye çalışıyor.
Birinci grupta, iki ülkenin aynı bakışı paylaştıkları, aynı çizgide politikalar izleyerek iyi bir işbirliği yürüttükleri alanlar var.
İkinci grupta, iki ülkenin aynı mercekten bakmadıkları, ancak aralarındaki bakış farklılıklarını kapatmaya çalıştıkları meseleler bulunuyor. Üçüncü grupta ise ABD’nin Türk hükümeti ile derin görüş ayrılığı yaşadığı sorunlar yer alıyor.
Ayrıca, Biden yönetiminin Türkiye’de demokrasi ve insan hakları alanlarındaki sorunlarla ilgili eleştirilerini ve beklentilerini ayrı bir başlık altında geniş bir şekilde sıralıyor Nuland.
TÜRKİYE’NİN KABİL’DEKİ KATKISI HAYATİ OLUR
Kuvvetli işbirliğinin yürüdüğü birinci kategoride ilk sırada NATO geliyor. Türkiye’nin NATO’nun dünyanın muhtelif yerlerindeki misyonlarına çok önemli katkılar yaptığını belirtiyor
Müsilaj hadisesi önemli ölçüde Marmara’ya akan atıklardaki azot ve fosfor gibi besleyici maddelerin tırmandırdığı bir çevre felaketi. O zaman bu sorunun kaynaklarına inmek için Marmara’ya dökülen bütün suyollarının güzergâhlarını izlemek, çayların, derelerin yataklarında yol alırken hangi noktalarında nasıl kirlendiklerini yerinde tespit etmek gerekiyor.
Meslektaşlarımız işte bunu yapmışlar. Bu amaçla Bursa’da Nilüfer Çayı, batısında Balıkesir’de Gönen Çayı, daha batıda Çanakkale’de Biga Çayı, doğuda Kocaeli’nde Tavşanlı (Dilovası) Deresi ve ayrıca İstanbul’da Haramidere, Ayamama ve Kurbağalıdere’yi boydan boya kat etmişler.
Sahadaki bu keşif turları tam yedi gün sürmüş. Yöntem olarak her akarsuyu baştan sona kat etmeyi hedeflemişler. Sıkça arabayla köy yollarına girmeleri gerekmiş. Bazı yerlerde arabadan inip karadan kilometrelerce yürümüşler.
OTOMOTİVDE KULLANILAN BOYANIN RENGİNİ DEREDEN OKUMAK
Cihat Aslan’ın kaleme aldığı yazılarda, kat edilen her akarsuyla ilgili olarak aynı tema karşımızda beliriyor. Akarsu çıktığı yerde içilebilecek kadar temizken, yolculuk ilerleyip kasaba ve şehir merkezlerinden, endüstri bölgelerinden, tarım alanlarından geçildikçe kirlenme kademe kademe artıyor. Buna paralel bir şekilde suyun rengi değişiyor, ayrıca kokmaya başlıyor.
O temiz çaylar, dere suları Marmara Denizi ile buluştukları noktada artık başkalaşmış, koyu renkte farklı bir sıvıya dönüşmüştür. Atıklar muhtemelen bir süre sonra müsilaj şeklinde İstanbul kıyılarında boy gösterecektir.
Meslektaşlarımız, yolculukları sırasında bu çayların geçtikleri köylerde, kasabalarda, şehir merkezlerinde vatandaşlarla da konuşmuşlar. Hemen hemen hepsinde ortak şikâyet konusu, eskiyle kıyaslandığında yaşam alanlarının bir parçası olan bu akarsulardaki temiz sudan bugün yoksun olmaları.
Çarpıcı fotoğraflarla desteklenen yazı dizisinin en çok tekrarlanan teması suyun rengindeki değişimin anlatıldığı bölümler.
Bu iddianame önemliydi, çünkü Akıncı Hava Üssü 15 Temmuz darbe girişiminin karargâhı olarak kullanılmıştı. Örneğin, kalkışmayı yönlendiren FETÖ’nün sivil imamları Akıncı’da üslenmişti.
İddianame, aynı zamanda Hava Kuvvetleri’nin kalkışmadaki rolüne de odaklandığı için, 15 Temmuz gecesi Türk hava sahası üzerindeki hareketlerin önemli bir bölümünü izleyebilmek bakımından da oldukça bilgilendiriciydi.
Darbe girişimin kilit ismi Adil Öksüz, iddianamede Fetullah Gülen’den sonraki iki numaralı sanıktı ve metinde geniş bir şekilde söz ediliyordu. Kendisiyle ilgili delil değerlendirme bölümünde fotoğrafları da vardı. İlk fotoğraf, Öksüz’ü Pensilvanya’da Fetullah Gülen’in önünde yere diz çökmüş olarak gösteriyordu.
Bir diğer fotoğraf, Öksüz’ün 11 Temmuz 2016 tarihinde, yani darbe girişiminden beş gün önce New York’taki Kennedy Havalimanı’nda pasaport kontrolü sırasında alınmış olan kamera kaydıydı. Bu fotoğraf ABD makamları tarafından Ankara’ya iletilmişti.
İddianamedeki diğer iki fotoğraf ise Öksüz’ü bu görüntüden iki gün sonra ABD dönüşü, 13 Temmuz 2016 günü İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan çıkarken gösteriyordu. Bu fotoğraf karelerinde Öksüz’ün yanında davanın üç numaralı sanığı olan bir diğer sivil imam Kemal Batmaz da vardı.
HERKESİN MERAK ETTİĞİ SORU
İddianamede Adil Öksüz’ün 15 Temmuz gecesi Akıncı Üssü’nde olduğu tespiti yer alıyor. Zaten Öksüz kalkışmanın hemen ertesi günü 16 Temmuz’da öğle saatlerinde Akıncı Üssü’nün civarında açık arazide Jandarma tarafından yakalanmış ve ifadesinde orada “arsa bakmakta olduğunu” söylemişti. Gelgelelim Öksüz gözaltına alınmasına karşılık, daha sonra Ankara Batı Adliyesi’nde garip bir şekilde serbest bırakılmış, ardından firar etmişti.
Adil
Saat 02.12’te Akıncı Üssü’nde 141’inci filodaki harekât masasından darbecilerin talimatlarını havadaki pilotlara iletmekte olan FETÖ’cü Kurmay Yüzbaşı Ahmet Tosun, Balıkçı’ya koordinatları bildirir, hatta yer tarifini de yapar:
“Görerek GBU (lazer güdümlü bomba) atacaksınız, Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ile yanındaki Meclis binasının yola yakın yeşillik tarafı...”
Balıkçı, saat tam 02.30’a gelindiğinde merkeze “Hocam, biz in olup (hedefe yönelip) atıyoruz” der. O sırada TBMM Genel Kurulu’nda Başkan İsmail Kahraman’ın yönetiminde bütün partilerin katılımıyla darbe girişimine karşı tarihi bir oturum gerçekleştirmektedir. Kısa bir süre sonra büyük bir patlama sesi duyulur, ortalık sarsılır.
Tosun, 02.42’de yeni talimatı bildirir: “Şimdi Meclis üzerinden beş altı defa MACH geçişi olacak...” “Anlaşıldı” yanıtı gelir F-16’dan.
MACH geçişi ile kastedilen, uçağın ses duvarını geçerek sonik ses patlamasına yol açılmasıdır. Darbeciler, kendilerine direnen TBMM’ye korku salma çabasındadırlar.
Otomatik olarak sisteme kaydedilen bu konuşmalarda, darbe girişimi gecesi TBMM’ye düzenlenen ilk saldırı bu şekilde geçiyor. Bundan 45 dakika kadar sonra saat 03.21’de ikinci saldırı gerçekleşmiş, bu kez doğrudan TBMM binası hedef alınmıştır.
TBMM’yi ilk bombayı atan pilot Balıkçı ile ona bu talimatı veren Tosun, Akıncı Üssü davasında yargılanarak 79’ar kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.
BOMBANIN DÜŞTÜĞÜ
Biden, o tarihteki ABD Başkanı Barack Obama’nın ‘Başkan Yardımcısı’ sıfatıyla İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı uzun bir görüşmede 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle Ankara ile Washington arasında beliren bulutları dağıtmaya çalışmıştı.
Biden, Erdoğan’ın yanında yaptığı bu açıklamada “Darbe girişimine gerektiği gibi tepki veremediğimiz için şahsen Türkiye’ye geldim” derken, ABD yönetiminin 15 Temmuz kalkışması karşısında sergilediği tutumun en azından yetersiz kaldığını kabulleniyordu.
Obama yönetiminden başka yetkililer de verdikleri mesajlarla, attıkları adımlarla bu çizgiyi yerleştirmeye çalıştılar o günlerde. Bunlardan biri, bugün ABD’nin Dışişleri Bakanı olan Antony Blinken’dır. O dönemde ABD Dışişleri Bakan Vekili olan Blinken, 27 Eylül 2016 tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyarette bizzat TBMM’ye gidip, bombalanan bölümleri ziyaret ederek yıkıntıların önünde gazetecilere Türk demokrasisiyle dayanışma açıklaması yapacaktı.
Blinken’ın, aynı gün NTV’ye yaptığı bir açıklamada “ABD’de ve dünyanın geri kalan bölümünde Türk demokrasisine yönelik bu saldırının, darbenin neden yapıldığının yeterince anlaşılmadığını söylemeliyim” diye konuşması da açık bir özeleştiriydi.
Antony Blinken, 27 Eylül 2016 günü TBMM’de yıkıntıların önünde basına şu açıklamayı yaptı: “Burada, Türk halkının temsilcileri aracılığıyla darbenin karşısında, demokrasiden yana durduğu yerde bulunmak beni çok duygulandırdı. Halkın temsilcilerinin bir araya geldikleri Meclis’te bu saldırıya maruz kaldıklarını görmek çok açık ve kuvvetli bir mesaj veriyor. Temaslarıma Türkiye’de demokrasiden yana ve darbenin karşısında duranlara saygılarımı sunarak başlamak istedim.”
ABD’NİN İLK AÇIKLAMALARI YETERSİZ OLUNCA
Gelgelelim, sonradan kayda geçirilen bu özür ifadelerinin, yapılan özeleştirilerin Ankara cephesinde ortaya çıkmış olan ABD’ye dönük tereddütleri giderdiğini söyleyebilmek güçtür. Bunun gerisinde, kalkışmanın gerçekleştiği gece Obama yönetiminin bu harekete karşı sergilediği tavrın, Ankara’nın beklediği süratte ve kuvvet derecesinde olmaması önemli bir faktördür.
Toplam 141 sanığın yargılandığı davanın bu bölümünde tam 94 sanık beraat ederken, sanıklardan 4’ü hakkında da ceza ve karar verilmesine yer olmadığına hükmedildi.
15 Temmuz darbe girişiminin beşinci yıldönümü dolayısıyla darbe davalarının genel seyrini değerlendirirken bugün bu davayı özellikle büyüteç altına yatırmak istiyorum.
EN HIZLI HAZIRLANAN İDDİANAMELERDEN BİRİ
Ege Ordu Komutanlığı davası, aslında başından itibaren çok da olağan görünmeyen bir dizi yargı pratiğine sahne oldu. Örneğin, soruşturmadaki şüpheli sayısının yüksekliği göz önünde bulundurulduğunda, iddianamenin büyük bir hızla hazırlanmış olması dikkat çeken yönlerinden biriydi.
İddianame 21 Ekim 2016 tarihinde mahkeme heyetine sunulduğunda, darbe girişiminin üzerinden henüz üç ay gibi bir zaman geçmiş ve toplam 267 sanık hakkında deliller değerlendirilip suçlamalar yöneltilmişti. Sanık sayısı daha sonra 279’a çıkacaktı.
Yöntem olarak, İzmir il sınırları içindeki Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri’ne bağlı 20 dolayında birlikte darbe fiili çerçevesinde değerlendirilen faaliyetler tek bir iddianame çatısı altında toplanmıştı. Dava 30 Ocak 2017 tarihinde başladığında, hepsi de tutuklu 15 general/amiral sanık sandalyesinde oturuyordu.
Bu davanın savcısı daha sonra ABD’li rahip Craig Brunson davasının iddianamesini yazarak Türk kamuoyunda tanınacak olan Berkant Karakaya’ydı.
137 SANIĞA