Sorunun yanıtı, terörün küresel ölçekteki seyri bakımından bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.
Tabii, ABD yönetimini özellikle ilgilendiriyor. Çünkü önceki Trump yönetiminin 29 Şubat 2020 tarihinde Taliban’la yaptığı anlaşmanın temel mantığı A) “ABD’nin ülkeden askerlerini çekmesi” karşılığında, B) “Taliban’ın Afganistan topraklarının ABD ve müttefiklerinin güvenliği aleyhine kullanılmayacağı” taahhüdünü içeriyor olmasıydı.
Biden yönetimi ciddi bir itibar kaybına uğrama pahasına, selefi Donald Trump’ın yaptığı bu anlaşmayı uygulamayı göze aldı. Peki başkent Kabil’de ipleri eline almış olan Taliban, bu mutabakatta ABD’ye verdiği sözü tutup El Kaide gibi içli dışlı olduğu grupları himaye etme siyasetini terk edecek mi?
NORMALLEŞME İÇİN ÖN KOŞULLARDAN BİRİ
Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, ABD’nin Taliban’la yaptığı anlaşmanın isabet derecesinin değerlendirilmesinde esas alınacak -başka göstergelerin yanı sıra- en kritik ölçütlerden biri olacaktır.
Eski düzenin Afganistan’da aynen devam etmesi, anlaşmanın zayıflığını göstereceği için ABD’yi bugün olduğundan daha da büyük bir prestij kaybına sokacaktır. Dahası, bu senaryonun geçerlik kazanması sonuçları bakımından dünyayı daha az emniyetli bir yer haline getirebilir.
Ancak uluslararası camianın önemli bir kesimi, Afganistan ile muhtemel bir normalleşme sürecinin yürüyebilmesi için diğer güvencelerin yanı sıra Taliban yönetiminden öncelikle terör alanındaki sicilini düzeltmesini isteyecektir.
Ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmesiyle birlikte ciddi derecede yabancı kaynağa ihtiyaç duyacak olan ve daha şimdiden geniş kapsamlı bir yaptırım sorunuyla karşı karşıya bulunan Taliban, bu anlamda üzerinde büyük bir baskı hissedecektir.
Biden’ın kararı, selefi Donald Trump’ın daha önce Taliban’la vardığı anlaşmanın başkanlık seçimleri nedeniyle biraz gecikmeli şekilde hayata geçirilmesini öngörüyordu. Bu açıklamanın uygulanması daha sonra NATO içinde de görüşülmüş ve kaçınılmaz olarak ittifakın da Afganistan’dan çıkması kararını beraberinde getirmişti.
Bugün açık kaynaklardan öğrendiklerimiz, aslında Biden’ın nisan ayındaki çekilme açıklamasından sonra özellikle mayıs ayında Afganistan’da sahada önemli bir hareketliliğin ortaya çıktığını, Taliban’ın Kandahar dahil olmak üzere 7 bölgede saldırıya geçtiğini gösteriyor.
Buna karşılık Biden yönetimi, -en azından başlangıç döneminde- sahadan gelen işaretlere, yapılan uyarılara rağmen, her şeyin 2020 yılı şubat ayında Taliban’la varılan anlaşma çerçevesinde planlandığı gibi yürüyeceği hususunda kısmen iyimser bir değerlendirmeyle hareket etmiştir.
Geçen ilkbaharda ABD Başkanı’na iletilen istihbarat analizlerinde, Taliban’ın Afganistan’ın bütününde kontrolü en erken eline alabileceği süre -bir buçuk yıl- olarak öngörülmekteydi. Yaz başına gelindiğinde bu süre dokuz aya düşürüldü. İçinde bulunduğumuz ağustos ayının başında ise üç aya ve hemen ardından bir aya kadar çekildi. Bu arada istihbarat analizlerinde yeni bir revizyon yapılmasına zaman kalmadan Taliban zaten 15 Ağustos’ta Kabil’e girmişti bile...
NATO’DAN AFGANİSTAN'DAKİ KADIN VE ÇOCUKLARA MESAJ
Şimdi Kabil’in düştüğü 15 Ağustos tarihinin iki ay öncesine, Brüksel’de NATO zirvesinin toplandığı 14 Haziran’a dönelim. Taliban’ın mayıs ayında sahada askeri harekâtı başlatmasından sonra NATO zirvesinde bir araya gelen 30 müttefik ülkenin liderlerinin o gün onay verdikleri bildiriyi bugün yeniden okuduğumuzda, metinde Amerikan tarafının yaptığı değerlendirmelere dayanan büyük bir özgüven duygusunun hâkim olduğunu fark ediyoruz.
Örneğin, bildirinin 18’inci paragrafında şöyle deniliyor: “Yaklaşık yirmi yıl sonra NATO’nun Afganistan’daki askeri operasyonlarının sonuna gelinmektedir. Teröristlerin bize saldırı tasarlayabilecekleri emniyetli bir barınak bulabilmelerine izin vermedik. Afganistan’a kendi güvenlik kurumlarını inşa etmesinde yardımcı olduk. Afgan Ulusal Savunma ve Güvenlik Güçleri’ni eğittik, danışmanlık yaptık, destek verdik. Şimdi ülkelerinin güvenliğinin bütün sorumluluğunu üstleniyorlar.”
Bildirinin bir sonraki paragrafında “
Örneğin bir savaşta çatışan iki tarafın geçmişini incelediğinizde, kanlı bıçaklı olan aktörlerden birisinin aslında diğerinin yarattığı ya da ortaya çıkmasına yardım ettiği eski bir müttefiki olduğunu fark edebilirsiniz. Bazen de taraflardan birinin attığı bir adım, tetiklediği zincirleme sonuçlarıyla beklemediği bir anda gelip bizzat kendisini vurabilir.
Bugün ABD’nin Taliban karşısında Afganistan’dan bir bozgun ortamı içinde çekilmesini izlerken, aynı ABD’nin geçmişte bu ülkede Taliban zihniyetindeki cihatçı grupları Sovyetler Birliği’ne karşı CIA destekli programlarla silahlandırdığını hatırlamak tarihin ilginç paradokslarından birini gösterecektir.
Keza Afganistan ekseninde gelişen olayların itmesiyle ABD’nin daha sonra Irak’ta yaptığı vahim hataların sonuçları da çok düşündürücüdür. ABD’nin Irak’taki hatalarının köktendinci terör örgütlerinin Ortadoğu’da çok daha geniş bir coğrafyada güçlenmelerine yol açmasında yine benzer bir tarihsel örüntü şekilleniyor.
ABD MÜCAHİDİN’İ SAHAYA SÜRÜYOR
Afganistan’ın en büyük talihsizliği Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki acımasız mücadelede iki süper gücün kozlarını paylaştıkları jeopolitik arenalardan biri olmasıydı.
En özet anlatımla, Kabil’de dönemin Marksist yönetimi içinde çıkan çatışmalar üzerine Sovyetler Birliği’nin 1979 yılında ordusuyla Afganistan’a girmesi ve bu ülkede kendisine yakın yeni bir hükümet kurması, o tarihte Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada şiddetli bir stratejik depreme yol açtı.
ABD’nin komünizme karşı İslamcı grupların güçlendirilmesini amaçlayan ünlü “Yeşil Kuşak” teorisinin ortaya çıkışı büyük ölçüde bu konjonktürün bir türevidir. ABD’nin bu çerçevede Sovyetler Birliği’ne Afganistan’da verdiği yanıt, bu ülkede “Mücahidin” olarak adlandırılan cihatçı grupları desteklemek oldu. Bu hamle, CIA’nin sonradan filmlere de konu olan ünlü “Siklon Operasyonu” üzerinden yürütüldü. ABD, bu amaçla sonraki yıllar içinde muazzam bir kaynak tahsis etti. Yalnızca 1987 yılında Afganistan’daki bu gruplara aktarılan destek 630 milyon dolara çıkmıştı ve CIA’nın tarihinde yabancı bir ülkede gerçekleştirilen en yüksek bütçeli operasyonu gösteriyordu.
CIA STINGER
Önce bu gelişmenin Türkiye-ABD ilişkilerine dönük muhtemel etkileri ve bu çerçevede Kabil Havalimanı’nın durumu ile başlayalım. Hatırlanacağı gibi, havalimanının işletilmesi dosyası son dönemde yokuş aşağı gitmekte olan Türkiye-ABD ilişkilerinin onarılması açısından önemli bir imkân olarak görülüyordu Ankara cephesinde. Bir bakıma, Türkiye’nin önemini ABD nezdinde yeniden tescil edecek stratejik bir anahtar gibi değerlendiriliyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden’ın geçen 14 Haziran’da NATO’da yaptıkları görüşmede Kabil Havalimanı’nın güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin öncü bir rol oynaması konusunda ilke olarak anlaştıkları açıklanmıştı. Varılan mutabakat, beraberinde Türk ve ABD askeri makamları arasında bu görevin, finansal yönü ve güvenlik gibi unsurlarını içeren yoğun bir müzakere sürecini başlatmıştı.
Buna karşılık geçen pazar günü Kabil’de ortaya çıkan yeni durum, müzakerelerin yapıldığı çerçeveyi ciddi bir şekilde değiştirdi. Şöyle ki, Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi düşüncesi, ABD Afganistan’dan çekilirken her şeyin planlandığı gibi gittiği, Afgan hükümetinin önce iş başında kalıp ardından bir geçiş dönemi yönetiminin şekilleneceği kısmen iyimser bir senaryo üzerine inşa edilmişti. Kabil’deki büyükelçiliklerin açık kalacağı ve havalimanının da Kabil’in dünyayla bağlantısını koruyacağı varsayımı geçerliydi.
Oysa son iki-üç hafta içinde Taliban’ın muazzam bir süratle sahada hâkimiyet kurması ve Afgan ordusunun çökmesiyle Kabil’in geçen pazar günü hiç hesapta olmayan şekilde düşmesi yepyeni bir durum yarattı. Kaos ortamında çok sayıda büyükelçilik güvenlik gerekçesiyle zaten kapatıldı.
Ortaya çıkan yeni koşulların ABD ile yürütülen müzakereleri belli ölçülerde etkilemesi kaçınılmazdır. Kabul edelim ki, artık Kabil’de kararları vermek konumunda olan otorite bizzat Taliban’ın kendisidir.
AKAR: AFGANİSTAN’IN TÜMÜNÜ KUCAKLIYORUZ
Burada önemli olan husus, sahadaki ani değişikliğe karşılık Ankara’nın Kabil Havalimanı’nın güvenliğini üstlenme konusundaki kararında herhangi bir değişikliğin olmamasıdır. Kabil’de ipler olduğu gibi Taliban’ın eline geçmiş olsa da, Ankara bu rolü oynama niyetinden vazgeçmiş değildir.
Ankara’nın yeni döneme bakışını Milli Savunma Bakanı
Gerçekten de yaz başında bu çevrelerde Taliban’ın Kabil’e girerek Afganistan’ın bütününde yönetime el koymasının -dokuz ayı bulabileceği- değerlendirmesi yapılmaktaydı. Buna karşılık son haftalarda örgütün sahadaki kazanımlarıyla birlikte bu süre -üç aya- indirilmişti. ABD basınına göre, geçen hafta Kabil’in -bir ay içinde- çökebileceği yolunda tahminlere de rastlanıyordu yönetim çevrelerinde.
Çöküş senaryosuna ilişkin hesaplar son olarak bir ay tahmini, yani eylül ayına dönük yapılırken, çarşamba günkü yazımızın çıkmasından sonraki dördüncü günde, yani önceki gün Taliban Kabil’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yerleşmişti bile.
BIDEN’IN MUAZZAM BASİRETSİZLİĞİ
ABD’nin, Taliban’ın sahada bu kadar süratle ilerleyebileceğini öngöremeyerek Kabil’i bir bozgun havası içinde terk etmek durumunda kalması, neresinden bakılırsa bakılsın Biden yönetiminin işbaşı yaptığı geçen ocak ayından bu yana en büyük fiyaskosudur.
“Kabil’in düşüşü”, yalnızca Biden yönetiminin değil, muhtemelen ABD tarihinin en büyük dış politika felaketlerinden biri olarak kayda geçecektir.
Evet, Taliban’la 2020 Şubat ayında çekilme anlaşmasını yapan bir önceki Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump’ın kendisiydi. Demokrat Biden, bu anlaşmayı önünde buldu. Ancak ABD kamuoyundan gelen baskıların da etkisiyle anlaşmayı sahiplense bile, en azından Afganistan’dan çıkış stratejisini bir kaos yaratmadan, Kabil havaalanındaki o üzücü sahnelere yol açmadan düzgün bir şekilde kurgulayabilmesi gerekirdi.
Daha önemlisi, Biden’ın meseleyi aceleye getirmeyerek ABD’nin askerlerini çekmesini Afganistan’ın geleceğiyle ilgili bazı asgari güvencelere bağlaması da beklenirdi. Bu noktada muazzam bir basiretsizlikle hareket edildiği hususunda şüphe yoktur. Yaptığı açıklamalarla her halükârda çekileceğini önceden belli ederek, Taliban karşısındaki bütün pazarlık gücünü yok etmiş, sahayı köktendinci örgüte bırakmıştır.
Üstelik senatörlüğü döneminde uzun yıllar dış politika konuları üzerinde uzmanlaştığı, keza sekiz yıl süren başkan yardımcılığı sırasında yine bu alanda aktif bir rol oynadığı hesaba katıldığında, uluslararası ilişkiler
Gazeteci gözüyle uzaktan baktığınız birçok gelişme hakkında sahada o olayların içinde yer almış, rol oynamış yetkili bir diplomatın tanıklığı üzerinden paralel bir okuma yapmak, hem bilgilerinizi tazelemek, hem de boşlukları doldurarak olayları daha iyi anlamak bakımından yararlı bir egzersiz oluyor.
Geçen nisan ayında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Önhon’un diplomatlık kariyerinin kayda değer bir bölümünü Suriye üzerinde geçirmiş olması, bu okumayı çok geniş bir zaman perspektifi üzerinden yapabilmemizi mümkün kılıyor. Zaten onun kariyeri Türkiye-Suriye ilişkilerinin son otuz yıllık seyrinin kronolojisiyle önemli ölçüde atbaşı gidiyor.
ÖCALAN SONRASI YAKINLAŞMA DÖNEMİ
Önhon
Öyle olsaydı, içinde küçücük bir nokta olduğumuz sonsuz bucaksız evrenin dünyamıza tatsız bir sürprizi olarak çaresizlik duygusuyla baş eğebilirdik bu hadiselere.
Oysa hepimizin her geçen gün daha fazla şikâyetçi olduğu, artık günlük hayatımızı da doğrudan sarsmaya başlayan, ülkemize ağır zararlar veren, can kayıplarına neden olan bu çevre olayları, doğrudan insan davranışlarının kaçınılmaz, kestirilebilir sonuçlarıdır.
Üstelik, dünyayı yaşanması giderek zorlaşan bir yer haline getiren bu hadiselerin hepsinin sorumlusu durumundaki insanoğlu, yerküre üzerinde var olan canlılar içinde en akıllı türdür.
İşte Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli” tarafından geçen pazartesi günü açıklanan ve uluslararası alanda büyük yankılara yol açan raporun en önemli vurgularından biri öncelikle bu noktaya yöneliyor. Rapor, temel bakışı itibarıyla, “Dünyada iklim değişikliği olarak adlandırdığımız ne oluyorsa, bilin ki hepsi insanların eseridir” diyor.
Bu çerçevede iklim değişikliği nedeniyle yaşanan küresel felaketlerin önlenebilmesi ya da en azından sınırlandırılabilmesi, yine insanoğlunun yeryüzüyle, doğayla ilişkisindeki davranış kalıplarını ne ölçüde değiştirebileceğine bağlı.
İNSANLIK İÇİN KIRMIZI ALARM ÇALIYOR
Eskiden “iklim değişikliği” dendiğinde çok uzağımızda, geleceğe ait bir durum olarak algılamayı tercih ettiğimiz soyut görünen bir kavram, bugün somut gerçeğin kendisi halinde hayatlarımızı kuşatmış bulunuyor. Geçen hafta güney sahillerimizi yakıp kavuran orman yangınlarıyla savaştıktan sonra, bu hafta Karadeniz’in orta ve batı bölgelerindeki sel baskınlarıyla baş etmeye çalışıyoruz.
Ve “
Aslında Taliban’ın ülkenin bütününü kontrolü altına alabileceği, bizzat ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley tarafından bundan kısa bir süre önce 21 Temmuz’da açık bir dille telaffuz edilmişti. Orgeneral Milley, bu arada, başka senaryoların da ortaya çıkabileceğine işaret etmiş, “parçalanma hali”, “yerel savaş ağalarının güçlenmesi” gibi ihtimalleri bunlar arasında saymıştı.
Oysa Amerikan basınına Biden yönetiminden yansıyan son haberler, bu ihtimaller arasında ibrenin Taliban kontrolü seçeneğine doğru kaydığını, hatta Kabil’in çöküşünün tahmin edilenden de daha erken bir tarihte meydana gelebileceğine işaret ediyor.
Washington Post’ta dün çıkan bir habere göre, geçen haziran ayında yapılan istihbarat değerlendirmeleri, ABD’nin asker çekmeyi bu ayın sonunda tamamlamasının ardından Kabil’in altı ay içinde, yani 2022 yılı mart ayı başına kadar düşebileceği tahminine yer veriyordu.
Ancak Taliban’ın son haftalarda sahada elde ettiği kazanımlar ve Afgan ordusunun gerilemesiyle birlikte bu analizlerin güncellendiği anlaşılıyor. Askeri çevrelerde yapılan son tahminler, Kabil’in doksan gün içinde düşebileceğine işaret ediyor. Bu da bizi kasım ayının ortalarındaki bir zaman aralığına götürüyor. Aynı haberde bu beklentiyi 30 güne kadar çeken tahminlerin de yapıldığı belirtiliyor.
ABD TALİBAN’IN ZAFERİNİ KABULLENDİ
Buradaki kritik eşik, ABD’nin askerlerini Afganistan’dan çekme takviminin tamamlanacağı 31 Ağustos tarihi olacaktır.
Her halükârda istihbarat analizlerinde Kabil için yapılan tahminlerin sürekli öne alınması, Amerikan yönetiminin ülkeyi terk ederken Taliban’ın Kabil’in kapılarından içeri gireceği bir senaryoya şimdiden kendisini hazırladığını, bu durumla barışık olduğunu gösteriyor.
Bir başka anlatımla, ABD, yirmi yıl önce Taliban ve El Kaide’ye savaş açtığı Afganistan’ı bu örgütlere kaybetmeyi ve bu yenilginin sonuçlarıyla yaşamayı kabullenmiş görünüyor.