Lokantada gözaltına alındığı doğru. İşin darbeye katıldığı kısmına gelince, yargılama süreci suçlamanın tam aksi yönünde bir kararla sonuçlandı.
Gelgelelim kendisinin hukuki durumu hâlâ boşlukta...
DARBEYİ SİDE’DE TATİLDE ÖĞRENDİ
Korgeneral Erdal Öztürk, bundan beş yıl önce İstanbul’da Üçüncü Kolordu Komutanı olarak görev yapmaktaydı. Kalkışma olduğunda tatil için Side’deki Jandarma kampında bulunuyordu.
O gece darbecilerin atama listeleri ortaya çıktığında, “İstanbul Sıkıyönetim Komutanı” görevinin karşısına Erdal Öztürk isminin yazılı olduğu anlaşıldı.
Kritik bir başka delil, Öztürk’ün darbe gecesi İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yetkilileri arayıp kendilerine darbeye katılmaları yolunda talimatlar verdiğinin ses kayıtlarıyla ileri sürülmesiydi.
Darbe girişimi gecesi Üçüncü Kolordu’ya bağlı birçok birlikten tankların ve diğer askeri araçların kışlaların dışına çıkarak köprüleri trafiğe kapatmaları, kolorduya bağlı unsurlar tarafından İstanbul’un pek çok noktasında kalkışma eylemlerinin gerçekleştirilmesi doğrudan Korgeneral Öztürk ile ilişkilendirilecekti.
Öztürk
Aradan tam beş yıl geçtikten sonra bugün 15 Temmuz 2016 tarihindeki kalkışmadan yargıya intikal etmiş olan Türkiye genelinde 289 fiili darbe davası var karşımızda. Halen Çanakkale’de devam etmekte olan 5’inci Alay Komutanlığı davası hariç tutulursa, toplam 289 davadan 288’i birinci derece mahkemelerde sonuçlandırılmış bulunuyor.
Bu toplam içinde bir-iki sanıklı küçük davalar olduğu gibi, Akıncı Üssü gibi 475 sanığın yargılandığı büyük davalar da söz konusudur. Bunun bir nedeni de, toplam 56 ile yayılan bu davaların açılmasında savcılıklar tarafından farklı yöntemler kullanılmış olmasıdır.
Örneğin İstanbul’da darbeye teşebbüs fiilinin gerçekleştiği her yer-mekân için ayrı dava açılması yoluna gidilerek toplam 56 dava süreci yürümüştür. Akıncı Üssü davasında ise Hava Kuvvetleri’ndeki farklı illere yayılan darbe faaliyetleri bütünlük içinde tek bir çatıda toplanınca iddianame genişlemiştir.
YARGILAMALAR NEYİ GÖSTERDİ?
Bu davaların öncesinde askeri makamlar tarafından hazırlanan detaylı idari tahkikat raporları, bunlara dayanan iddianameler, soruşturma ve yargılama aşamasında ortaya konan diğer deliller, yapılan beyanların oluşturduğu külliyat üzerinden, 15 Temmuz gecesi yürütülen askeri faaliyetlerin çok büyük bir bölümü bugün gün ışığına çıkmış bulunuyor.
Ortaya çıkan bütün gerçekler, 15 Temmuz gecesine ilişkin hâlâ yanıtı aranan sorular olmadığı anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, önümüzdeki dönemde kamuoyunda yanıt aranan sorulara açıklık kazandırılması ihtiyacı ortadan kalkacak değildir. Ancak böyle olması, 15 Temmuz gecesi karşımıza çıkan temel gerçeği değiştirmiyor.
Bütün bu dava dosyalarında belirleyicilik taşıyan olgu, 15 Temmuz gecesi tek bir merkezden verilen talimat üzerine ülkenin dört bir tarafında aynı anda sistematik bir askeri faaliyetin başladığı ve bu kalkışmanın karar alma mekanizmasının merkezinde ve uygulamasında Fetullah Gülen’e bağlı bir gizli yapılanmanın bulunduğudur. Adına isterseniz FETÖ deyin, isterseniz cemaat...
SANIKLARIN NEREDEYSE ÜÇTE BİRİ BERAAT ETTİ
Tümgeneral Taşdeler’in dosyasını incelediğimde doğrusu olayların akışı içinde mahkûm olmasını gerektirecek bir tabloyla karşılaşmamıştım. Darbe girişiminin gerçekleştiği 15 Temmuz gecesi olaylar başlayınca görev yerine gelmiş, astlarına Ankara’dan darbecilerin gönderdiği sıkıyönetim direktifine uyulmaması talimatını vermiş, komutanlığın bütün kapılarını kapattırıp darbeye karşı faaliyetleri yönlendirmişti.
Buna rağmen birinci derece mahkemede darbeye katıldığı gerekçesiyle mahkûm olması, istinaf sürecinde bu kararın onanması bende ciddi bir mağduriyetin ortaya çıktığı kanaatine yol açmıştı. Söz konusu yazımda delillerin mahkûmiyet kararını desteklemediği yolundaki izlenimimi kayda geçirerek, metni “Yargıtay’ın bu dosyada alacağı karar şimdiden merak uyandıran bir konu haline gelmiştir” diye bitirmiştim.
Ayrıca, ağabeyi Orgeneral Nusret Taşdeler’in de Ergenekon davasında terör örgütü yöneticisi olduğu gerekçesiyle 2012 yılında tutuklanıp ardından müebbet hapse mahkûm olması da ilginç bir durum yaratıyordu. Ağabeyi FETÖ’nün hedefi olurken, kardeşi FETÖ’nün darbe girişimine katılmaktan mahkûm ediliyordu.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu konudaki kararını 30 Haziran 2021 tarihinde verdi ve Taşdeler hakkındaki hükmü bozarak kendisinin tahliye edilmesini kararlaştırdı.
Şimdi geçen 30 Haziran gününe, Taşdeler’in Silivri Cezaevi’ndeki tek kişilik hücresine dönelim.
‘TAHLİYE OLDUN, 10 DAKİKAYA HAZIRLAN’
Taşdeler’in Yargıtay’ın Ankara’da hakkında verdiği karardan haberi yoktu. Akşam saatlerine doğru hücrede oturuyordu ki, kapının yemeklerin verildiği kapağının açıldığını ve infaz görevlisinin “Nevzat Taşdeler sen misin. Tahliye oldun, on dakikaya hazırlan” dediğini duydu.
Yargıtay, alınan kararı hiç bekletmeden Silivri’ye göndererek, tahliye işlemini başlatmıştı.
Bunlardan biri, küresel iklim değişikliği sonucu Marmara Denizi’nde 2.5 derecelik bir sıcaklık artışının ortaya çıkması.
İkincisi, Marmara Denizi’yle ilgili yapısal bir faktör. Denizde dikey ve yatay su karışımlarının az olmasından dolayı deniz şartları durağan bir yapı gösteriyor, bu da su sirkülasyonunu azaltıyor.
Üçüncüsü ise “
MARMARA Denizi’nde geçen ay şiddetlenen deniz salyası (müsilaj) felaketi, çevre sorunlarının ülkemizde yarattığı tehlikenin boyutları konusunda toplumda sarsıcı bir etkiye yol açtı. Bu felaketin başat nedeni olarak -diğer faktörlerin yanı sıra- atık suların arıtılması meselesini görebiliriz.
Yani, A) Evsel atık sular ve B) Sanayi atıklarının bilimsel ölçütlere uygun gerekli ve yeterli arıtmadan geçmeden denize bırakılması ya da akarsulara, derelere bırakılıp bu yoldan denize ulaşması, bu gibi çevresel sorunların patlak vermesinde çok temel bir faktör.
Felaketin ulaştığı nokta, beni Türkiye’deki atık suların doğaya bırakılmadan önce ne ölçüde arıtmadan geçtiği sorusuna yanıt aramaya yöneltti. Benzer bir saikle, bundan 16 yıl kadar önce Hürriyet Ankara Temsilciği görevim sırasında, dönemin Çevre Bakanı Osman Pepe ile aynı konuda bir mülakat yapmıştım.
Gazetemizde 2 ve 9 Ocak 2005 tarihlerinde yayımlanan bu mülakatlarda (*), Türkiye’deki nüfusun yüzde 45’inin (32.4 milyon) evsel atıklar açısından arıtma sistemi olan belediyelerde yaşadığı, kalan yüzde 55’in (39.6 milyon) yaşadığı yerleşimlerde ise kanalizasyonun herhangi bir arıtmadan geçmeden doğaya, yani denizlere, göllere, nehirlere, derelere bırakıldığı gerçeği ortaya çıkmıştı.
Peki geçen 16 yıl içinde Türkiye atık yönetiminde nereye geldi? Aslında Marmara Denizi’nde geçen ay karşımızda beliren korkutucu tablo başlı başına fikir verici. Deniz salyasıyla ilgili tartışmaların gündemi kapladığı günlerde yalnızca Marmara değil, ülke çapındaki fotoğrafın bütününü görebilmek amacıyla bu dosyadan sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a bir dizi soru yönelttim. Bakanın bu sorularıma yanıtları dün elime ulaştı. Bugün ve yarın, yer yer yorumlayarak, kendisinin yanıtlarını aktarmaya çalışacağım.
BELEDİYELERDE YAŞAYAN NÜFUSUN YÜZDE 89’UNA ARITMA HİZMETİ
Yasaya göre, Türkiye’de evsel atık suların yönetiminden ağırlıklı olarak belediyeler sorumlu. Türkiye Belediyeler Birliği’ne göre, Türkiye’de büyükşehir ölçeğinden beldelere kadar inen toplam 1.397 belediye var. Bakan
Diyor ki, bu bölümün girişinde İçişleri Bakanlığı: “Siyasi partiler, aşağıda belirtilen ve her birinden beşer adet hazırlanan bildiri ve belgelerin, İçişleri Bakanlığına verilmesiyle tüzel kişilik kazanırlar.”
Altında da bu bildiri ve belgelerin neler olduğunu sıralıyor: Siyasi partinin adı, genel merkez adresi ile kurucuların adı, soyadı, doğum yeri ve tarihi, adresi gibi bilgilerin yer aldığı bütün kurucular tarafından imzalanmış bir bildiri formu, kurucuların parti kurucusu olma şartını taşıdıklarına dair imzalı beyannameleri, kurucuların nüfus kayıt örnekleri, adli sicil belgeleri, parti tüzüğü ve programı...
Hepsi bu kadar... Bakanlığın web sayfasında aktarılan bu bilgiler, 22 Nisan 1983 tarihli 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun partilerin kuruluşunu düzenleyen 8’inci maddesinde yazılanların büyük ölçüde tekrarıdır.
Kanunun aynı maddesinde ayrıca “Bilgi ve belgelerin alındığı anda, İçişleri Bakanlığınca bir alındı belgesi verilir” deniliyor.
Bir sonraki fıkrada da “İçişleri Bakanlığı, kuruluş bildirisi ve alındı belgesinin onaylı birer örneği ile bildiri eklerinin birer takımını üç gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığı ile Anayasa Mahkemesine gönderir” diye ekleniyor.
ANAYASA: ‘PARTİLER İZİN ALMADAN KURULUR’
Yasaya bakıldığında, yeni siyasi partilerin kuruluş aşamasının karmaşık olmayan kolay bir bürokratik işlemler dizisi şeklinde düzenlenmiş olduğunu fark etmek mümkündür.
Yasanın bu yönü Anayasa’da hâkim olan bakışın bir uzantısıdır. Anayasa’nın “
Geçen yaz Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yüksek gerilimin gölgesi altında yapılan ekim ayındaki zirve ve sonrasındaki süreçte, her seferinde kendisini belli ölçülerde tekrarlayan bir kalıp ile karşılaşıyoruz.
Bu zirveleri Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin seyrini gösteren bir barometre gibi alabiliriz. Zirvelerin sonunda açıklanan kararlar da AB cephesinde bu ilişkilerin üç aylık performans değerlendirmeleri şeklinde okunabilir. Bu açıdan baktığımızda, önceki gün ve dün Brüksel’de gerçekleşen zirvede Türkiye-AB ilişkilerinin büyük ölçüde yerinde saydığını belirtmek objektif bir tespit olacaktır.
DOĞU AKDENİZ’DE KURUMSALLAŞAN ÇİZGİ
Son zirve metnini bundan öncekilerle kıyasladığımızda, hiç de azımsanmayacak bir bölümünün “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hazırlandığını söyleyebiliriz. Daha önce de karşılaşıldığı üzere, birçok başlıkta aynı terminolojinin tekrarlandığı, aynı formülasyonların, cümle kalıplarının yerleştiği gözleniyor. Sınırlı alanlarda farklılıklar görülüyor ki, AB’nin pozisyonlarındaki kıpırdamaları, değişiklikleri buradan okuyarak yorumda bulunabiliyoruz.
Bu gözle bakıldığında, öncelikle Türkiye’nin tam üyelik hedefine yine atıf yapmayan, buna karşılık Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tek taraflı hareketlerden uzak durmasını bekleyen, aksi takdirde bunu yaptırım koşuluna bağlayan çizginin artık kurumsallaştığını görüyoruz. Türkiye’ye bir kez daha “AB Konseyi kararlarında belirlenmiş olan koşullara tabi olmak” çerçevesi çiziliyor. Türkiye ile işbirliğini geliştirmeye dönük çalışma ilişkisinin “kademeli, orantılı ve geri çevrilebilir” olacağı hatırlatılıyor.
Tabii Doğu Akdeniz’de gerilimin düşmüş olmasından duyulan memnuniyet ifade edilmekle birlikte, dikkat çekici bir nokta, açıklanan kararlarda Türkiye’nin istekli olduğu “Doğu Akdeniz Konferansı” önerisine bu kez yer verilmemesidir. Bundan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de enerji denkleminin içine sokacak bu düşüncenin AB’nin gündeminde aşağı sıralara düştüğünü anlamamız gerekiyor herhalde.
KIBRIS’A ARTAN İLGİ
Açıklamada, ayrıca Kıbrıs sorunundaki hassasiyeti yükselmiş bir AB görüyoruz. Kıbrıs’a ilişkin vurguların kuvvetlendiğine, özellikle Maraş’ın statüsünün değiştirilmemesi yönündeki bir beklentinin de metne dahil edildiğine dikkat çekelim. Buradan AB’nin önümüzdeki aylarda Kıbrıs’a özel bir ilgiyle odaklanacağını okuyabiliriz.
Konu, yine Sezgin Baran Korkmaz ve onun ABD Hazinesi’nden dolandırıcılık yoluyla elde edilen haksız kazancı aklamak için bir paravan olarak kullanılması meselesi.
İlginçtir ki, Hürriyet de dahil olmak üzere o dönemde bazı yayın organlarında sözünü ettiğim zaman kesitinde bu konuda bir dizi haber ve yorum çıkmış. Peki çıkmış da ne olmuş derseniz, yanıtlayalım: Bu haber ve yorumlara her seferinde erişim yasağı getirilmiş sulh ceza hâkimlikleri tarafından.
TÜRKİYE’YE KAÇARKEN YAKALANDILAR
Önce konuyu kısaca hatırlatalım. Olayın merkezinde ABD’nin Utah eyaletinin başkenti Salt Lake City’de sahte belgeler düzenleyerek hayali bir ticari faaliyet üzerinden aldıkları parasal teşviklerle ABD Hazinesi’ni 511 milyon dolar dolandıran Jacop Kingston ve İsaiah Kingston isimli iki kardeş ve işbirliği yaptıkları Lev Aslan Dermen (Levon Termendzhyan) var.
Bu şahısların ABD Hazinesi’ni dolandırdıkları suçlamasına dayanan ilk iddianame Utah Federal Savcılığı tarafından 1 Ağustos 2018 tarihinde açıklanıyor. Sonraki süreçte aşama aşama ortaya çıkan yeni delillerle bu paraların önemli bir bölümünün Türkiye’de bulunan Korkmaz’a ve onun şirketlerine transfer edildiği anlaşılıyor. Kingston kardeşler de zaten daha sonra paraların bir bölümünü Korkmaz’a gönderdiklerini itiraf ediyorlar.
İlginç bir nokta olarak, 1 Ağustos 2018 tarihli ilk iddianamede paraların aktarıldığı hesaplar arasında Sezgin Baran Korkmaz’ın isminin baş harflerinden oluşan “SBK Holding USA” isimli bir ABD şirketiyle de karşılaşıyoruz.
Buradaki kritik bir hadise, iddianamenin açıklanmasından üç hafta kadar sonra Kingston kardeşlerin 23 Ağustos 2018 tarihinde Türkiye’ye kaçma girişiminde bulunmaları ve Los Angeles’ta havaalanına giderken yakalanmalarıdır. Aynı gün Dermen de yakalanıyor. Ağustos ayının son haftasında yapılan yargılamada savcılar tarafından mahkemeye sunulan delil dosyalarında bu haksız kazancın Türkiye’ye aktarıldığını gösteren çok sayıda belge gün ışığına çıkıyor.
Şimdi Türkiye’ye geçelim.