Hikâyenin evveliyatını bir süre unutun. Olaydan sonra gelmeye devam eden açıklamaları da şimdilik bir kenara bırakalım.
Ama Feryal Gülman ve Kemal Gülman çiftinin yaşadığı son olay...
Değme Hollywood senaryolarına, tiyatro oyunlarına konu olacak cinsten değil mi?
Dünyada onca şehir, onca uçak varken...
Bir kadın, eşi ve onun sevgilisi...
Aynı uçağa, aynı sefere, bir de yan yana, aynı sıraya düşerler...
Karşılıklı açıklamalar gelmeye devam ediyor ama o ihtimal hep var: Milyarda bir olacak bir tesadüf.
Hayatı mücadeleyle geçmiş. Köy Enstitüsü mezunu. Öğretmen oluyor. Ama kendini tiyatroya adıyor.
Aslında sinemayı hiç istemiyor. Gel gör ki paraya ihtiyacı olduğu için figüranlık yapmak zorunda kalıyor. Başrolden dayak yemek falan. Kim bilir ne ağır gelmiştir ona o idealist yıllarında.
Hababam’daki ‘Badi Ekrem’ tiplemesiyle patlıyor. Sonra Kemal Sunal’la “Süt Kardeşler”, “Şabanoğlu Şaban”, “Tosun Paşa”...
Artık ikinci adam değil, başrol olmasını teklif ediyorlar, orada da diretiyor. Canlandırdığı karakterlerin iyiye hizmet etmesi gibi bir derdi var. Uzun zamanlarını “doğru senaryo” bekleyerek boş geçirdiği oluyor.
Seyircinin o güne kadar alışıp benimsediği “üçkağıtçı” karakteriyle senede garanti beş-altı filmi varken, yapımcılara karşı gelerek riske giriyor. Yılların “üçkağıtçısı”, “Namuslu” filminde bir “namusluyu” oynuyor.
Çocuksuz bir bekâr olarak anlam veremiyorum tabii:
Kreş yokken bu çocuklar nasıl büyüyormuş?
Bu konuyla ilgili NG Araştırma’nın ilginç bir anketi ulaştı elime. Gözlemlerimi doğruluyor. Buna göre (küsuratları yuvarladım):
◊ Okulların yüz yüze eğitime geçmesinden genel anlamda yüzde 25 çok memnun, yüzde 33 memnun. Memnun olmayanlar yüzde 17 civarında.
◊ Ayrıntıya inildiğinde öğrencilerin yüzde 47’si memnun ya da çok memnun, velilerinse yüzde 70’i...
Yani veliler öğrencilerden daha mutlu!
◊ Okulların açılmasının korona vakalarını artıracağını düşünenler yüzde 76 ama yüzde 57 okulların tekrar kapanacağına ihtimal vermiyor.
Uğur Yücel’in tuhaf açıklaması
◊ 7 Ağustos, Aslan erkeği. Nesi daha zor: Zaman zaman fazla cömertlik mi, ara sıra fazla ego mu?
- İkisiyle de çok derdim olmadı aslında. Ama daha çok... Zaman içinde bunları yontmak diyelim.
◊ YTÜ Endüstri Mühendisliği’ni dondurup müziğe geçiş... Sabırsızlık mı, isyan mı?
- Dondurmadım ki. Sadece gidemedim. Seneler sonra bitirmeyi tekrar denedim ama onu da yapamadım.
◊ Hayatın bir film olsa müzikal mi olurdu, romantik-komedi mi?
- İçinde birçok duygu ve değişik disiplinler barındıran, şöyle uzun soluklu bir dizi daha uygun olurdu herhalde.
Galataport’un bir ucu Karaköy katlı otoparkında. Lüks The Peninsula oteli ve onun balo salonuyla başlıyor, sırasıyla İstanbul Modern, Kapalıçarşı adı verilen alışveriş bölgesi ve sonra da yeme-içme alanları yer alıyor. Diğer ucundaysa Deniz Ticaret Odası ve Mimar Sinan Üniversitesi var. Daha önce sivillerin giremediği 1.2 kilometrelik sahil şeridi şu anda boydan boya yürünebilir halde. Henüz kruvaziyer gemisi trafiği yok. Yoğunluk başlamadan manzaranın tadını çıkarın. Çünkü bir gemi yanaştığında yerden 3 metrelik kapaklar kalkacak.
Alışveriş merkezi ve yeme-içme alanlarında birçok mekân şimdiden hizmete girdi. Ama bu daha yarısı. Proje tamamlandığında bir bu kadar daha yeni mekân açılacak. Sahil boyunca Big Chef’s, Happy Moon’s, Cookshop, Kahve Dünyası, Mezzaluna, Populist, Nusr’et, Gina, Günaydın, Gizia Brasserie, Frankie, Balıkçı Sait, Liman Pastanesi sıralanıyor. Bu lüks markaların da en lüks segmentlerine yer verilmiş. Yalnız sinirlerinize hâkim olun, personelin eli kolu hâlâ yerli yerine oturmamış, hemen hepsinde servis çok yavaş.
Şu anda iki sergi gezilebilir halde. Biri, O2 Blok’taki ‘Monet & Friends’ dijital sanat sergisi. Diğeri G Blok’taki, Ara Güler’in ilk kez sergilenen karelerini de içeren ‘Denize İnen Yol’ fotoğraf sergisi. Her ikisi de ücretsiz. Binaların arasında kalan boşluklarda açık hava konser ve etkinlik alanları oluşturulmuş. Birine denk gelirseniz yürüyüşünüze canlı müzik de eşlik edecek. Tarihi Merkez Han, Karaköy Yolcu Salonu ve Çinili Han artık The Peninsula oteline ev sahipliği yapıyor. Tophane Saat Kulesi’yse restorasyondan sonra çok ‘yakışıklı’ olmuş.
Tüm Vandal şubelerinin kapısında break dance yapan bir tavşan heykeli oluyor.
VANDALLAR ŞEHRİ BASACAK!
Galataport’un yeniliklerinden biri de 15 Ocak’ta açılması planlanan Vandal. New York, Berlin, Rotterdam gibi şehirlerde şubeleri ve Madonna, Kate Moss, George Clooney gibi ünlü müdavimleri var.
Yakışıklı, yetenekliydi Barış Akarsu. Kerim Tekin’le aynı kaderi paylaşacağını bilmeden okumuştu “Kar Beyazdır Ölüm”ü.
Tıpkı şarkının sahibi gibi trafik kazasında kaybetti hayatını.
Bodrum’da kendi doğum günü partisine giderken...
Onca sene geçmiş, insan hâlâ yakıştıramıyor, kabullenemiyor, isyan ediyor böylesi ölümlere.
“Keşke” diyorsunuz, “Birazcık daha yavaş sürseydi o arabayı.”
O anda yanlarına ışınlanıp “Dur oğlum, hiçbir şey kaçmıyor, bu kadar acele etme” demenin bir imkânı olsa keşke.
Böyle durumlarda “takdiri ilahi”den başka sığınacak limanı, tesellisi olmuyor insanın.
Şarkıcı Linet Eurovision’da İsrail’i temsil etmek için yarışmaya katıldı, ülkenin “XFactor” yarışmasında bir üst tura geçti.
Türkücü Seher Dilovan’ın oğlu Alan Dere de İsviçre’yi temsil etmek için hazırlanıyormuş.
Bunun başka örnekleri de var. Mesela Serhat Hacıpaşalıoğlu, San Marino’yu iki kez temsil etti yarışmada.
En son 2019’da ülkeye o zamana kadarki en iyi derecesini kazandırdı.
Hadise’nin adı da bir ara Belçika için konuşulmuştu.
Türk sanatçıların Eurovision’da başka ülkeler adına yarışması fikri çokça eleştiriliyor. Çevremde de böyle düşünenler var.
Türkiye yarışmada olsa ve bir sanatçımız ülkemize rakip olarak sahne alsa eleştiriler yerden göğe kadar haklı.
90’lı yılların sonlarıydı. O zamanlar Türkiye’de hiç bilinmeyen bir müzik türü yapıyorlardı. Fenerbahçe Parkı’nda röportaj yapmıştık.
Yaptıkları punk-rock müziği eleştirenler için “Sen bizden önce hiç punk duydun mu?” başlığını vermişlerdi.
Sahnede de görmüştüm onları,
Ortaköy’deki “Flatline” adlı efsane kulüpte.
Zincirleri, derileri vardı. Saçlarının yanları kazılı.
Tepede kalan ince saç şeridi boyalı ve fönle dikleştirilmişti. Onları dinlerken “pogo” adında bir dans yapıyorduk.
Çoğunlukla kolej çocukları... Birbirimizle çarpışa çarpışa, saçma sapan... Ama eğlenceli miydi? Kesinlikle!