Güney Sudan, 1993. Ülke açlıktan kırılıyor. Birleşmiş Milletler’in yardım kampından halka yiyecek dağıtılıyor.
Kampta bulunan gazetecilerden biri de Güney Afrikalı Kevin Carter.
Kampın 1 kilometre kadar dışına çıkıyor. Ve kampa ulaşmaya çalışırken açlıktan ve yorgunluktan yere yığılmış bir kız çocuğu görüyor.
Çocuğun kemikleri sayılıyor. Hemen arkasında bir kayanın üstüne tünemiş bir akbaba var. Çocuğu yemek için ölmesini bekliyor.
Carter o unutulmaz kareyi çekiyor. Fotoğraf New York Times’ta yayınlanıyor. Böylece bütün dünyadan Sudan’a yapılan yardımlarda patlama yaşanıyor.
Salı günü Üsküdar Amerikan Lisesi ile Ulus Özel Musevi Lisesi arasında oynanan liselerarası futbol maçında Üsküdar Amerikanlı öğrencilerin gol sevincini topluca Nazi selamı vererek kutladığı iddiası ortalığı karıştırdı.
Henüz maçtaki o anlara dair bir görüntü yok ama iddiayı sosyal medyada dile getiren İzzet Stamati isimli kullanıcının tweet’inin altına Türk Yahudi Toplumu şu yorumu yaptı:
“Konu tarafımızca bilinmekte, gerek okul yönetimimiz, gerekse de Türk Yahudi Toplumu başkanlığınca hassasiyetle takip edilmekte ve gerekli girişimlerde bulunulmaktadır.”
Avlaremoz.com sitesi ise velilerin olayı doğruladığını, Ulus Özel Musevi Lisesi Müdürü Funda Kara’nın Üsküdar Amerikan Lisesi ve müsabakayı düzenleyen kurumla iletişimde olduğunu duyurdu.
İddia doğruysa insan hangisine üzüleceğine şaşırıyor:
Azınlıkta oldukları bir toplumda 2. Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları soykırım hatırlatılan Yahudi gençlere mi...
Bunun ne kadar vahim bir şey olduğunu kavrayamamış; tezahüratının, şakasının ne kadar zalimce olduğunun farkında olmayan liselilere mi...
Leyleği havada gördüler ama uçağı göremiyorlar.
Bütün bu yurtdışı seyahatlerin ailenin özel jetiyle değil de tarifeli uçakla yapılması, anne Arzu Sabancı’nın ilişkiye sıcak bakmadığına yoruluyor.
Çünkü mesela abi Hacı Sabancı, eşi Nazlı Sabancı ile ilk sevgili oldukları dönemde ailenin uçağını vızır vızır kullanabiliyordu.
Arzu Hanım’ın daha önce de oğlunun Şeyma Subaşı’yla yakınlaşmasına sıcak bakmadığı, hatta limitsiz kredi kartına el koyduğu dillendiriliyordu.
Galatasaray’daki Hodan Restaurant’da girişin hemen yanında Yunan- İtalyan sanatçı Kounellis’in bir enstalasyonu sergileniyor: Bir sandalye, sandalyenin üzerinde su dolu büyük bir kâse, suyun içinde canlı bir Japon balığı yüzüyor ve bir bıçak var. ‘Hayat Bıçak Sırtında’ymış bu çalışmanın adı. Aslında bu etkinlikle bir ilgisi yok, çok önceden yerleştirilmiş buraya ama bugüne ne kadar da cuk oturuyor.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü... İstanbul’un seçkin mekânlarının başındaki 6 kadın şef, ekipleriyle birlikte, Hodan’ın şefi Çiğdem Sefe- roğlu’nun ev sahipliğinde harıl harıl yemek hazırlıyor.
Yörenin yemekleri
MÜZİK
◊ Muharrem Hoca: Seçim otobüsünden yaptığı dans, Lvbel C5 ve Uzi isimli rap’çilerin “Arabada Gaz Pedal” şarkısıyla editlenerek viral oldu. Şarkı, elektronik tınıları da olan bir drill. Drill, 2000’lerin sonlarında Chicago’da ortaya çıkan bir hip hop müziği alt türü.
(Puanı: 7.0)
◊ Yılmaz Hoca: Görüntüler bir zumba etkinliğinden. Zumba, Latin esintili müziklerle dans ve sporun birleştiği bir egzersiz. Koreografisinde hip hop, samba, salsa, merenge, mambo, kumbiya ve bir kısım Bollywood dans hareketleri bir arada kullanılıyor. (Puanı: 6.9)
KOREOGRAFİ
◊ Muharrem Hoca: Seçim otobüsünün merdivenlerinde dans ediyor. “Gelinim oynayamaz, bahanesi yerim dar” denir ya, hakikaten yeri dar. Belki de koreografisi onun için biraz içe kapanık: Yumrukları yum, olduğun yerde sağa-sola yaylan. Avantajı: Kolay öğreniliyor olması. (Puanı: 6.8)
30 Mart’ta Zorlu PSM’de birçok müzisyen ve grubun katılacağı bir yardım konseri var: Dayanışma Sahnesi.
Konser biletleri 500, 1000, 5000 ve 10 bin lira.
Bu biletleri Passo üzerinden satın alabiliyorsunuz ama konsere katılma hakkı sadece 5 bin liralık biletlere var.
Etkinlik, bilet fiyatları nedeniyle çokça eleştirildi. “5 bin veren girebiliyor da 10 bin veren neden giremiyor” dendi.
Mesela Onur Baştürk biletlemeyi sınıfsal bulduğunu yazdı: “10 bin lirayı verecek olan zaten zengindir, katılmasa da olur diye mi düşünüldü acaba...”
Hatta Jakuzi grubu konserden çekilme kararı aldı bu eleştiriler yüzünden.
Eleştirilere katılmıyorum. Çünkü es geçtikleri nokta şu:
Berrak Tüzünataç, 2010’da Kabataş’taki evinin terasında Şahan Gökbakar’la yakınlaştığı bir anda magazinciler tarafından çekilip yayınlanan görüntüleri için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtığı davayı kazandı.
Tüzünataç daha önce Türk mahkemelerinde de dava açmış ama ilgili mahkeme, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurulardan istediği sonucu alamamıştı. Yerel mahkemeler “şahsın sanat dünyasında tanınmış bir kişi olmasını ve haberin gerçeği yansıttığını” belirterek başvuruyu reddetmişti.
Zaten AİHM’ye gidebilmeniz için önce iç hukuk yollarını tüketmeniz gerekiyor.
Tüzünataç da Türkiye’de sonuç alamayınca hakkını aramak için 2018’de çalmıştı AİHM’nin kapısını. Sonuç, başta söylediğimiz gibi zafer: Strasburg Mahkemesi, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin aile ve özel yaşama saygıyla ilgili 8. maddesini ihlal ettiği kararını verdi. Ama talep olmadığı için tazminata hükmetmedi.
Peki sizce Türk mahkemeleri mi haklı, AİHM mi?
Hukuken böyle bir tartışma yok tabii. Türkiye, imza attığı metinler gereği AİHM’nin kararlarını tanımak zorunda. Ama bu kararda insanın kafasını karıştıran noktalar da yok değil. Tüzünataç, Kabataş’taki evinin mahremiyetini savunmakta elbette haklı.
◊ ANLAMA: Twitter, Instagram, Facebook, televizyon kanalları, radyolar ne varsa tarayıp tam olarak ne olup bittiğini anlamaya gayret ediyorsunuz. Alabildiğiniz her bilgi kırıntısından bir puzzle oluşturup nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğunuzu canlandırıyorsunuz. En yakınlarınız, aileniz, arkadaşlarınız, tanıdıklarınızla konuşup puzzle’larınızı karşılaştırıyorsunuz. Ortak bir fotoğraf ortaya koymaya çalışıyorsunuz.
◊ EMPATİ: O fotoğraf bir kere ortaya çıktıktan sonra, bu afet sizin başınıza gelmediği için, ona maruz kalanların halini düşünüyorsunuz. Hayatını kaybedenlerle, enkaz altındakilerle, dışarıda onlar için çırpınan yakınlarıyla, yaralılarla, üşüyenlerle, aç-susuzlarla kendinizi kıyaslıyorsunuz. “Onlar için ne yapabilirim” duygusu ağır basmaya başlıyor. Yine etrafınızdakilere danışıp yapılabilecekleri tespit etmeye uğraşıyorsunuz.
◊ ÇARESİZLİK: Felaketin büyüklüğü ortaya çıktıkça böyle bir yıkım karşısında kendinizi zavallı hissediyorsunuz. O sırada kahramanlar ortaya çıkmaya başlıyor. Kimi işinin başına koşuyor, gönüllü oluyor: Sağlıkçılar, madenciler... Kimi bagajına battaniyeleri, ekmekleri doldurduğu gibi deprem bölgesine yola çıkıyor. Kimi yardım kampanyaları organize etmeye başlıyor. Kendinize en yakın bulduğunuzun ardına düşüyorsunuz.
◊ PAYLAŞMA: Felaketin duygusal ve maddi faturasını depremzedelerle paylaşma aşamasına geçiyorsunuz. Yıkım, şehir isimlerinden, sayılardan çıkıp insanileşmeye başlıyor. İnsan hikâyeleri ortaya çıktıkça siz de onlarla beraber üzülüp acı çekiyorsunuz. Oluşan maddi kaybı paylaşmak için giyecek yolluyorsunuz, koliler hazırlıyorsunuz, televizyondaki kampanyalara SMS atıyorsunuz, para bağışlıyorsunuz.
◊ ÖZKAYGI:
Sonunda kendinize dönüyorsunuz. “Ya benim de başıma gelirse” diye düşünüyorsunuz. Binanın sağlamlığı derdine düşüyorsunuz. Evde hayat üçgeni alanları bakıyorsunuz. Depremzede olmasanız bile depremin ruhunuzda yarattığı yıkımın hasar tespitini yapıyorsunuz. Suçluluk duymadan yemek yiyebilmenin, devamlı uyanmadan uyuyabilmenin yollarını arıyorsunuz... Ama beceremiyorsunuz.eremiyorsunuz işte.
Afet insaniyet turnusolü gibi
Bazılarının gerçek yüzü demeyelim de iyi yüzleri işte böyle kötü zamanlarda ortaya çıkıyor.