Fotoğraf sanatçısı sevgilisi Sayna Soleimanpour’un ilk kişisel sergisi “Life in Plastic” için kamera karşısına geçen Uraz Kaygılaroğlu yaptığına bin pişman oldu ama nafile.
Vahşice işlenen her kadın cinayetinde Uraz’ın o pozları akla geliyor.
Nitekim İstanbul Fatih’te iki genç kadının vahşice katledilmesindeki görüntüler doğal olarak geçen nisanda açılan bu sergiyi çağrıştırdı.
Amacının sanata destek vermek olduğunu söyleyen Kaygılaroğlu’na “Kadın cinayetlerinin yaygın olduğu zamanı mı buldun? / Böyle bir dönemde doğru mu sence!” gibi eleştiriler geliyor, belli ki uzun süre de gelecek.
Niyetinin kötü olmadığından herkes emin, fakat bu olacakları öngörmesi, görebilmesi lazımdı Uraz’ın. Belli ki her şey şahane başlamış.
İlk kişisel sergiyi açacak sevgiliyi konuşturacak, çok çarpıcı bir iş ortaya çıkacaktı.
Adı bile vurucu:
Güzel kadın, iyi oyuncu, genç, başarılı, bol ödüllü, tecrübeli...
Bir film festivalinin yüzü olmayı hak eden bir portre. O jüri olmayacak da kim olacak?
O şehrin karakterine göre farklı formlar almakla birlikte dünya da böyle.
Mesela her yılın festival döneminde Cannes sahillerinden dünyanın anlı şanlı yayınlarına yağan üstsüz fotoğraflar...
Meşhur olmak, keşfedilmek için dünyanın her yerinden bu kumsallara koşan genç kadınlar paparazzilere pozlar verdi yıllarca.
Yani magazin dozu değişmekle birlikte örnek çok anlayacağınız.
Serenay Sarıkaya da gayet ölçülü taşıdı kendisine giydirilen bu rolü.
Sinema eleştirmeni Murat Tolga Şen, ünlü oyuncunun festivaldeki rolüne şu şekilde karşı çıktı:
“Film festivali mi bu, yoksa magazin gösterisi mi? 2016’dan beri sinema filmi çekmeyen dizi oyuncusu ana jüride çünkü onun popülerliğini sağacaklar. Yoksa bir tane festival haberi çıkmayacak, farkındalar. Acıklı bir durum...”
Valla durum o kadar acıklı mı bilemedim.
Çünkü bu çıkış, günümüzün gerçeklerini yansıtmaktan çok, romantik bir sinemaseverin iç çekişine benziyor.
Bir film festivali nasıl olmalı?
Eğer sinema uzmanı küçük bir kesimin karanlık salonlarda film izleyip ışık, kadraj, sekans falan tartıştıkları, bunları yazıp çizdikleri bir etkinlik olmalıysa Murat Tolga Şen haklı. Ama bir saniye, adı üstünde festival bu.
Üstelik bütün bir şehrin halkına ait kamu kaynaklarıyla yapılıyor.
Varlıklı bir ailenin kızıydı; Robert Kolej sonrası Kanada’daki Concordia’da İngiliz Dili okuyordu.
Daha ortaokul öğrencisiyken Beyoğlu’nda keşfedilip erken yaşta sinema dünyasına girmiş ve bu yüzden de eğitimini yarım bırakmıştı.
Fakat 70’li yılların ortalarıydı ve Yeşilçam artık eski Yeşilçam değildi. Türkan’ları Türkan Şoray, Filiz’leri Filiz Akın yapan dönem bitmişti.
Tarık Akan, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın gibi isimlerle başrol oynuyordu ama dönemin furyasına uygun olarak seks sembolü oldu.
Kariyerindeki karakterler gibi gerçek hayatta da gönül işleri pek rast gitmedi, 10 evlilik yaptı.
Arabeskin dört kurucu babası: İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses.
Öyle ‘baba’ kurucular ki bunlar; Ferdi Baba, Orhan Baba, Müslüm Baba gibi lakaplarla anılıyorlar.
İçlerinden Müslüm Gürses hariç hepsi çocuk sahibi. Müslüm Gürses, kendi babası gibi kötü bir baba olacağı korkusuyla hiç çocuk sahibi olmamış.
Diğer üçü baba. Ama babalık müessesinde ciddi sıkıntı yaşıyorlar.
En son Altan Gencebay’ın düğününe Orhan Gencebay’ın gitmediği haberi haberini gördüm.
Altan Gencebay sosyal medyada nikâhıyla ilgili paylaşımların yanı sıra, önüne arkasına giderli şeyler de koyuyor. “Ne yaptığını bilip de neden yaptığını bilmeden insanları iyi ya da kötü diye yargılamayın” yazıyor mesela.
Miray Daner, Burak Dakak, Cem Davran gibi ünlü isimlerin yer aldığı yapım, babasının zoruyla nişanlandığı için evden kaçan Hicran’ın hikâyesini konu alıyor.
Dikkatli bir izleyici, sosyal medyada Demirkubuz’u da etiketleyerek şöyle sordu:
“Hocam, aynı sekansta, uzak ve yakın çekimde Hicran’ın saçının farklı olmasının özel bir sebebi var mı?”
Yönetmene “Hocam” şeklinde hitap eden, bunu direkt bir hata olarak nitelemeden, “Acaba özel bir sebebi var mı” diye soran, son derece saygılı, profesyonel ve nazik bir soru bu.
Demirkubuz hatasının zaten farkında mıydı, yoksa bu soruyla mı fark etti, bilinmez.
Ama hatadan hazzetmeyen her mükemmeliyetçi sanatçı gibi ıvırıp kıvırmadı, fakat hırçınlaştı:
“
Serkan Keskin-Meriç Aral çiftinin geçen hafta Etiler Delicatessen’de yapılan düğünlerinin ardından, davetlilerden Nur Sürer yolun hemen karşısındaki İETT durağına geçti; evine otobüsle gitti.
Usta oyuncunun akbil basarken çekilmiş görüntüleri o gün bugündür tartışılıyor.
Öyle ki Nur Sürer açıklama yapmak zorunda kaldı:
“Niye konuşuluyor? Ben hep biniyorum. İlk defa gördüler. Sürekli metro da kullanan biriyim. Çocukların düğününün önüne geçti, anlayabilmiş değilim...”
Anlayamaz tabii ki Nur Sürer. İki Altın Portakal’a rağmen gösteriş, ego, kendini olduğundan büyük satma gibi kavramlardan nasibini alamamış. 70’inden sonra da kolay kolay öğreneceğini sanmıyorum.
Çünkü bu, sadece üçüncü dünya toplumlarında haber olacak bir konu.
Koskoca
Tamam, “ego”muza sorsak hep biz haklıydık.
En haksız olduğumuz anlar için bile “Evet ama...” diye başlayan, bir ton “hazır cevap” da cepte.
Halbuki...
Zaman zaman fazla tahammülsüz değil miyiz hepimiz?
Ya da fazla vurdumduymaz?
Bazı akrabalara, arkadaşlara, komşulara karşı aşırı anti-sosyalken, kimi başka insanlara manasız bir düşkünlüğümüz yok mu hiç?
Abuk sabuk cimriliklere, lüzumsuz bonkörlüklere kapıldığımız olmuyor mu?