Geçtiğimiz haftaki yazımda sizlere akademik ve meslek hayatından bahsettiğim, konuştukça kendisine hayran olduğum Çınar Er Türkgeldi ile bir röportaj yaptım. Bahçeşehir'de özel bir anaokulu kurucusu olan Çınar Hanım ile okula başlama yaşı, anaokulu seçimi, çocukların sanata yönlendirilmesi konularını konuştuk. Kendi adıma çok şey öğrendim, umarım size de faydalı olur.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın zorunlu müfradatı var. Her okul bunu uygulamak zorunda. İsteyenler yan programlar katabiliyorlar. Farklılıklar burada ortaya çıkıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmi anaokulu yaşı 36-72 ay arası olarak belirlendi. Ama ihtiyaçlar dahilinde özel izinlerle 18 aya kadar çekebiliyoruz.
Anaokuluna gitmeyen bir çocuk ataletli (isteksiz, yorgun, tembel) bir yapıya sahip oluyor ya da serseri mayın gibi hareket eden, kontrolsüz, radikal davranışlara sahip oluyor. Mutsuz ya da saldırgan eğilimler veya içe kapanık durumlar gösterebiliyor. Okula gelen çocuklarda kural, disiplin, sevgi ve etkinliklerle çocukların belirli bir düzene kavuşması sağlanıyor. Kendini görme şansı verdiğimiz için düşünme ve hayal kurmaya başlıyor, bunları kağıda, kaleme ya da yaptığı objeye döktüğünde kendisini ifade etmeye başlıyor. Kendisini ifade eden çocuk da birey olmaya başlıyor. Bireyselleşmek bencillikle karıştırılmaması gereken bir durum. Birey olan çocuk öz güveni geliştiği için empati kurabiliyor. Empati kurabilen çocuk da problemini çözmeye başlıyor.
Bunların hepsi bir zincir. Sonra duygusal zekası gelişiyor. Duygusal zekası gelişen birey ilkokula başladığında hayatın büyük bölümünde çözüm sağlamış oluyor. Ondan sonrası zaten teferruata giriyor. Bizim aslında amaçladığımız şeylerden bir tanesi de bu; çocuğun duygusal zekasını geliştirip hayatta tek başına yaşayabilmeyi öğretmek. Bugün hekim olmuş, yargıç olmuş, avukat olmuş, çok iyi bir kurumda genel müdür olmuş ama içindeki aile problemlerini çözemeyen ya da ikili ilişkilerinde sorunlarını çözemeyen o kadar çok insan var ki. Karar mekanizmalarında doğruyu bulamayan yanlış kararlar veren, hızlı ve doğru karar alamayan kişiler olmamaları için 0-7 yaş arasında yapacağımız aşılamalar çok önemli. Eğer bu dönemde bu çocuğu doğru işlemezsek ileride kendi kararlarını veremeyen, sürekli dış etkilere maruz kalan birilerinin itmesiyle hayatı sürdürmeye çalışan zavallı insancıklara dönüşebilirler, bunu da istemeyiz tabi ki.
36 aylıktan itibaren aldığımız çocukları oryantasyon dediğimiz bir dönemle başlatıyoruz. Bu dönem çocuğun kuruma, insana güvenmesini sağlayan süreçlerin başlangıcıdır.
Tabi ki her çocuk için normaldir ama burada ailenin tutumu çok önemli. Gittiği kurumun güvenilir bir yer olduğuna ve onu mutlu edeceğine ikna etmesi gereken kişi anne-babadır. Eğer anne-baba bu kaygıyı taşırsa çocuk bununla beraber yaşar. Çocuk bunu duymasa bile hisseder. Annenin mimiklerinden, babanın davranışlarından, jestlerinden, bırakırken, vedalaşırkenki tavrından bile çocuk çok sonuç çıkarabilir. Buna çok direnç gösteren çocuklarımız da var, önemsemeyen ve çok çabuk adapte olan çocuklar da var. Çocukların yapısıyla, duygusal alanıyla ilgili bir durum.O duygusal alandaki sorunları çözmek için pedagoji 3 ay süre tanır. 3 ayın sonuna kadar çocuk hala okula devam etmek istemiyorsa artık bu psikoloğun çözmesi gereken bir sorundur. Başka sorunlar aramak gerekir. Normal standartlarda çocuklarımız 10-15 gün arasında okula alışırlar.
Ne zaman başlarsanız o yaşta başlar. Örneğin 6 yaşına kadar hiç okula gitmemiş bir çocuğu ilk defa okula götürdüğünüzde de aynı kaygıyı yaşar. Bu sadece okula gelme kaygısı değildir. Anne-babadan ayrılma kaygısıdır. Önemli olan çocuğun güvenini kazanmaktır. Çocuklar korkularıyla doğarlar, o korkularından çocukları arındırma işi okulun işidir ama anne-babanın da üzerine düşen görevi kendisinin yapması gerekir.
Tam da Öğretmenler Günü'nde sizi şahane bir kadınla tanıştırmak istiyorum. Bahçeşehir'de özel bir anaokulunun kurucusu olan Çınar Er Türkgeldi ile röportaj yapmaya karar verdiğimde amacım anaokulu seçiminden okula alışma sürecine kadar birçok konuda bir uzmandan bilgi edinmekti. Ancak Çınar Hanım'dan öncelikle kendini tanıtmasını istediğimde anlatmaya başladıkları çok ilgimi çekti.
Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Eğitim Bölümü mezunu olan Çınar Hanım okulda grafik temelli bir eğitim alır. Mezun olunca öğretmen olarak atanır ve devlet okulunda göreve başlar. Görevini yaparken önüne bir fırsat çıkar ve Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim Terbiye Kurumu'nda devlet kitapları inceleme bölümüne geçer. Kim bilir belki bu fırsatı değerlendirmese daha uzun yıllarını sade bir öğretmen olarak geçirmeye devam edecekti. Ancak hayat seçimlerden ibarettir derler ya bu hikaye de aynen böyle.
Devlet kitaplarını incelerken başka bir fırsat daha yakalar ve şu anda adı Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü olan o zaman Teknoloji Tasarım Genel Müdürlüğü olarak geçen kuruma tayin olur. Hayatının değişme noktasının orada başladığını söylüyor Çınar Hanım, çünkü bu kurumda "edebiyatta tasarımcı" olarak göreve başlar. Basılı materyaller ve yayınlar üzerine çalışır, kurumun her ay çıkan dergisinin tasarımcılığını yapar, açık lise- açık ilköğretim okullarındaki programların senaristliğini yapar, (Ben çocukken bu açık öğretim derslerini izlemeye bayılırdım, özellikle İngilizce olanların içindeki ufak skeçler meğer Çınar Hanım'ın o dönem çalıştığı kurumda yapılıyormuş)
Normal şartlarda bir resim öğretmeninin basit yollardan edinemeyeceği bir çok mesleki tecrübeyi (açık lise ve açık ilk öğretimdeki öğrencilere hitap etmek, onların derslerini yazmak, hazırlamak, program hazırlamak, prodüksiyon, kamera, televizyon mantığı...vs ) orada edinir. Eğitim Teknolojileri Kurumu'nda kendisine sanatçılar ve sanat akımları arşivini güncelleme görevi verilir, her gün o dosyaları okuyup düzelterek, cd'ye aktarılmasına yardımcı olarak üniversiteyi yeniden okumuş kadar olur. Bütün sanatçıların hayatları, başlattıkları- temsil ettikleri sanat akımları hafızasına kazınır. Ayrıca bu çalışma Türkiye'deki sanat ve sanatçılarla ilgili yeni bir bakış açısı kazanmasına yardımcı olur. "Nerede eksik var, neyi yapmıyoruz, nerede hatalıyız?" sorularını sormasına sebep olur.
Kurumun grafik biriminde son sistem bilgisayarlar eşliğinde bilgisayar programlarını öğrenme imkanı olur. Ülkemizde bugünkü çizgi film, animasyon yapımcılığının temellerinin atıldığı animasyon biriminde deneyimler kazanma imkanı yakalar. Bu avantajları öğretmenlik dışında da kullanır. Örneğin ilk şifalı bitkiler ansiklopedisini resimler. Bunun üzerine yayıncılıkta önüne yeni bir yol açılır ve çocuk kitapları ressamlığı yapmaya başlar. Çınar Er Türkgeldi; "Pentür olmak güzel bir fırsat çünkü üniversiteden mezun oluyorsunuz ve o açlık bu fırsatlarla tekrar pekişiyor ve edindiğiniz tecrübelerle fırçanız başka başka yönlere kayıyor, üslup sahibi, stil sahibi olmaya başlıyorsunuz. Bir de işin içine bilgisayar girince elektronik mucize sizin elinizdeki tadı daha da farklılaştırıyor" diye anlatıyor o günleri. O dönem bilgisayar ortamında kitap resimlemeye başladıklarında Ankara'daki yayın evlerinin dikkatini hemen çeker.
Ankara'da Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde 2004'te ilk kişisel sergisini açar. Kendini çok küçük ve var olmamış birisi gibi hissederken tüm resimlerinin satılmasına kendisi de şaşırır ve bundan güç alır.
Yaklaşık 5 sene Eğitim Teknolojileri'nde görev yapar. Siyasi değişiklikler sebebiyle bu kadar deneyime rağmen kurumdaki birçok çalışan Ankara'daki çeşitli devlet okullarına öğretmen olarak atanır. Çınar Hanım Atatürk Anadolu Kız Meslek Lisesi'ne görevlendirilir. Anadolu Liseleri bölümünde yeni bir program yazılmıştır; grafik dersi, ayakkabı tasarımı dersi, reklam analizi dersi... Ancak bu dersler için o dönem müfredat yoktur ve okulun müdürü Çınar Hanım'ı görevlendirir. Bu üç derse müfredat yazarken geçmiş yıllarda edindiği tecrübelerden fazlasıyla faydalanır. Bir yılı aşkın bu okulda çalışır. Ayrıca boş vakitlerinde bir yayın evinin kadrolu ressamı olarak çalışmaya başlar. Bu esnada eski görevine iade edilmesi için başlattığı hukuki mücadeleyi kazanan ilk kişi olarak bir kez daha farklılığını gösterir. Kuruma iade edildiğinde kendisine merkezde görev vermezler, Ankara'nın Gölbaşı- Haymana semtine Sınavlar ve Matbaa Bölümü'ne gönderilir.
Bu esnada yayın evlerine çok sayıda iş yapar. Yaptığı işteki titizliği, verdiği sözü tutması sayesinde ünü bütün yayın evlerine dağılır.
Eylül ayında "Küçük Prens" filminin galasına Işık ateşli bir enfeksiyon geçirdiği için gidememiştik. Geçen hafta anne-oğul kendimize ayırdığımız bir günde filmi izlemeye gittik. Filmde çocuklardan çok ebeveynlere mesajlar var. Bu sebeple bu önemli mesajlara değinmek istedim.
Bildiğiniz gibi Küçük Prens 1943 tarihinde yayınlanan Antoine de Saint-Exupéry'nin kitabı ve aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala en çok satan kitaplar arasında yer alır. Çocuk kitabı olarak geçer ama çocukken anlamak biraz zor olduğundan büyüklerin de başucu kitaplarından biridir, hatta büyüdükçe değeri anlaşılan bir kitaptır, çünkü insan büyüdükçe yalnızlaşır ve Küçük Prens'i anlamaya başlar.
Filme gelince adı Küçük Prens ama aslında kitaptan çok az bir uyarlama var ve konusu bambaşka. Ufak bir kız çocuğu ve onun çok zor öğrenci kabul eden bir koleje girmesi çalışan annesiyle başlayan hikaye bu küçük kızın dakika dakika hayatını planlayan sistemden biraz çıkması ve kendine bir arkadaş bulmasını anlatıyor. Bulduğu arkadaşı ona kendi yazdığı hikayeyi veriyor ve Küçük Prens de bu şekilde dahil oluyor filme.
Işık henüz 3.5 yaşında ve dikkat süresi çok uzun değil. Filmi izlerken ara sıra dikkati dağılıp havalandırmalara, acil çıkış kapılarına, projeksiyon makinesinden gelen ışığa sardı ve sorular sorarak filmden koptu, hatta ilk yarı sona erip çıktığımızda tekrar girmek istemedi ama bir şekilde ikna edip filme devam edebildim. Çünkü sonunu ben merak ediyordum. Öyle böyle filmi tamamladık. Filmden bir kaç gün sonra bir arkadaşım özel bir kolejde okuyan oğlundan bahsederken filmdeki konu tekrar canlandı zihnimde. Çocukları sınavlara çok sıkı hazırlayan bir kolejden bahsediyoruz ve 18:00' da eve gelip yatış saati olan 21:30'a kadar ödev yapan bir oğlu var arkadaşımın. Kendisi de oğlunun bu haline üzüldüğünü söylüyor. Geçenlerde okul çıkışı dışarıda yemek yemişler ve o gün ödevlere biraz geç başladığı için yetiştirememiş ve uyku saati sarkmış. Böyle hayat mı olur ya? Zaten günümüz çocuklarının bizim gibi sokaklarda özgürce oynayamamasından yakınıyoruz bir de bunları görünce ne kadar üzülüyorum anlatamam. İşte Küçük Prens filminde de anne öyle bir hayat planı çıkarıyor ki yemek süreleri bile dakikalarla sınırlı ve arkadaşa ayrılabilecek zaman ancak bir yıl sonra ve yine çok sınırlı bir zaman. Filmdeki annenin amacı kızının büyüyünce mükemmel bir insan olması! Peki ya mutlu bir insan olması hiç önemli değil mi?
Çocuklarımıza iyi bir gelecek sağlamaya çalışırken dünya para döktüğümüz özel kolejlerde çocukluklarını yaşayamadan yetişmelerine şahit oluyoruz. Onlara geleceği armağan etmeye çalışırken bu günlerinden çalıyoruz. Oysa büyüyünce hepimiz "an"ı yaşamak için çabalıyor olmadı sosyal medyadan özlü sözler paylaşıyz.
Oğlumun ilkokula başlamasına henüz 2 ya da 3 sene var ama ben şimdiden kara kara düşünmeye başladım bile. Hem iyi eğitim alacağı hem de çocukluğunu yaşayabileceği bir formül bulabilir miyim bilmiyorum. Kısmet olur da o günleri görürsek yaşadıklarımı sizlerle paylaşacağım.
Gülben Ergen geçen hafta radyo programıma telefon bağlantısı ile katıldı. Albümdeki şarkılardan bahsettik bol bol.Arada özel sorular sormayı da ihmal etmedim.
Başlıkta "oğlum" yazdığıma bakmayın, "kızım" olarak da uyarlanabilir. Son zamanlarda sosyal medyada çocuklarının doğum günlerini kutlayan annelerin sıklıkla kullandığı bir cümle bu.
Peki, çocuklar ailelerini seçerek mi dünyaya geliyor? Buna inanmak isteyebilirsiniz ama ben inanmıyorum. Öyle olsaydı her bebek iyi şartlar içine doğmak istemez miydi?
Kendi ülkesindeki savaştan kaçarken minicik bedeninin hiç tanımadığı bir ülkenin kıyısına vuracağını bilse Aylan o aileyi seçer miydi?
Otoban kenarında annelerinin kucağında, egzoz dumanına maruz kalarak bütün gün uyur vaziyette dilenen çocuklar bu şartlarda bir aileye doğmak ister miydi? Hiç sanmıyorum. Bebeklerin ailelerini seçerek geldiğine inanmak dünyaya at gözlüğüyle bakmak oluyor.
Dünyayı kendi çevremizden ibaret sanmak, herkesin şartlarının bize eşit olduğunu düşünmek pek gerçekçi bir bakış açısı değil.
Sadece ülkemizde bile aile içi şiddete hatta tacize uğrayan, küçük yaşta evlendirilen yüzlerce beki binlerce çocuk varken fazla Pollyanna olmayalım bence.
Sahip olduklarımıza şükretmekle beraber yaşadığımız dünyanın gerçeklerinden kendimizi soyutlamadan başkaları için neler yapabileceğimize bakalım. Sonbahar aslında yardım etmek için en uygun mevsim. Yazlıkları kaldırıp kışlıkları çıkardığımız bu dönemde çocuklarımıza küçük gelen, geçen yıldan kalan kıyafetlerini ihtiyacı olan miniklerle paylaşma zamanı. Annelerin bu konuda hassasiyet göstereceğinden eminim.
Işık artık 3.5 yaşında ve kreş zamanı geldi. Aslında geçen yıldan başlatmak istiyordum hatta okulumuzu bile seçmiştik. Ancak geçen yıl yaşadığımız bakıcı krizi yüzünden çocukta bir güvensizilik problemi oluştu. Bize daha çok bağlandı. Tabii bunda doğduğundan beri pek ayrılmamış olmamızın da etkisi var.
Çevremde görüyorum, anne-babalar çocuklarını bırakıp rahatlıkla yurt içi ya da yurt dışı tatile gidebiliyorlar. Biz karı koca çocuğun bize olduğundan daha çok bağımlıyız. Ne bileyim geç anne-baba olmanın verdiği bir durum mu bu bilemiyorum. Bir çok arkadaşım yazları çocuklarını ailelerinin yazlıklarına bırakıyor ve yaz boyu çocuk orada aile büyükleriyle kalıyor. Bizde böyle bir sistem yok ama sanırım ben bütün yaz çocuğumdan uzak olmaya dayanamazdım. Bunda bizim sabah 9:00 akşam 18:00 çalışmıyor olmamızın da etkisi var sanırım.
Eve erken gidip günün büyük kısmını onula geçirme, beraber gündüz saatlerinde gezme imkanımız olduğu için hep yanımda olmasını tercih ediyorum. Fakat bu bağımlılık okul konusunda zorladı bizi biraz. Nasıl mı? Şöyle...
Ben sabah 10:00'da başlayan radyo programım dolayısıyla en geç 09:00 gibi evden çıkıyorum. Evde bakıcı teyzesi var ama sabah saatlerinde babası evde oluyor. Haftanın 4 günü akşam çalıştığı için öğleden sonra evden çıkıyor. O saatlerde de genelde ben gelmiş oluyorum zaten. Babasının sabah evde olması okula alışmasını zorlaştırıyormuş, böyle dedi okul psikoloğumuz. Bebekliğinden beri sürekli yanında olmamız, esnek mesai saatlerimizin olmasının iyi olduğunu düşünürken okul dönemi karşımıza böyle bir engel olarak çıkacağını bilememiştik.
Bayram öncesi 2 haftalık oryantasyon dönemi geçirdik, ben sabah saatlerinde yayında olduğum için Işık'ı babası götürdü, bekledi ama bir türlü alışmadı. Araya bayram tatili girdi. Pazartesi itibariyle tekrar ve kesintisiz olarak okul sezonu başladı. "Alışacak" diyor öğretmenleri, "biz ne çocuklar gördük, kimler kimler alışmadı ki ışık alışmasın" Bu durumda en önemlisi anne-babanın kararlı davranması. Çünkü çocuklar bizim zaaflarımızı bildikleri için duygularımızı fena halde kullanıyorlar. Kıyamadığımızı biliyorlar. Ancak bu kreş dönemi onun iyiliği için, ben "henüz erken ya da çok küçük" diye düşünmüyorum.
Zamane çocukları cin gibi, çok akılllılar ve algıları çok açık. Evde onlara yetmek mümkün değil. Yaz aylarında daha kolay, biz gündüz ona vakit ayırabildiğimiz için yaz boyu havuza, parka, gezmelere götürebiliyoruz. Ayrıca sık sık taillere gidiliyor, ya da yazlıklara. Bu yüzden yaz sezonu ailelerle vakit geçirmeleri normal. Ama ya kış? Dışarısı soğuk, kapalı havuza bile götürsen üşütür müyüm diye korkuyor insan. Parka çıkamayacağımız soğuk günler gelecek. Bu durumda evde kapalı kalınca tablet ellerinden düşmeyecek. Ya da tv başından kalkmayacaklar. İzlediklerine maksimum dkkat etsek de onları ekran başından alamayacağız. Bu durumda okul çok daha faydalı. Özellikle tek çocuklar için yaşıtlarıyla bir arada olmak paylaşmayı öğrenmesi açısından önemli. Bizim çocukluğumuzda sokaklarda özgürce oynamak diye bir şey vardı, bu yüzden çoğumuzun kreşe ihtiyacı yoktu.
Bu arada Işık'ı 6 aylıktan itibaren uzunca bir süre "erken eğitim merkezi"ne götürmüştük, yaşları küçük olduğu için oraya yanında ebeveyn ya da bakıcıyla gidiyor çocuklar. Oyun grubunun biraz daha sistemlisi. Erken eğitim merkezinin aslında çok faydası var çünkü beyinin büyük kısmının gelişimi 0-3 yaş arası tamamlanıyor. Fakat ebeveyn ile gitmiş olması şimdi kreşte de bizi yanında istemesine sebep oluyor. Her çocukta aynı etkiyi göstermeyebilir tabi ama bizde böyle oldu.
Zor bir yaz oldu.
Önceleri yaz gelmedi. Sonra fazlasıyla sıcak geldi. Yaz döneminde yazılara biraz ara vermiştim. Ancak Ağustos başı çıkacağımız Kıbrıs tatili sonrası çocukla seyahat konulu bir yazı yazmayı planlamıştım. Hani bir söz vardır ya "hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir" diye, işte tam da böyleymiş gerçekten.
Candan Erçetin şarkısında söylüyor ya "kul kurar kader gülermiş" bizimki de o misal oldu. Ne tatil yapabildik, ne yazıyı yazabildim.
Sonrası uzuun bir toparlanma süreci ve bu süreç henüz bitmiş değil.
Ağustosun başıydı, sabah saatlerinde İstanbul'dan yola çıkıp öğle saatlerinde yavru vatandaki otelimize yerleştik ve akşam yemeği esnasında babamı ani bir kalp krizi sonucu kaybettiğimizi öğrendik. Hiç bir hastalığı olmadığı ve daha yeni telefonla konuştuğumuz için bu haber büyük bir şok yaşattı bize. Her ölüm erken ölümdür tabii, insan sevdiklerine yakıştıramaz. Bir de böyle ansızın, hiç hasta olmadan hiç alıştırmadan gidince insanın inanması daha güç oluyor.
Sonrası apar topar uçak biletini değiştirme, İstanbul'a dönme, Cenaze için Tokat uçağına yetişme ve büyük bir hüzün seli.
Yaşayan bilir yaşamayanlara da Allah gecinden versin dilerim. Anne-baba kaybı bambaşka oluyormuş. "Anne beslendiğin bağ, baba yaslandığın dağ"dır derler. İnsan kaç yaşında olursa olsun o dağı arkasında hissetmeyince afallıyormuş. Neredeyse 20 yıldı evden uzakta olduğum için bana hala babam yaşıyor gibi geliyor. Sanki arasam yine telefona çıkacakmış gibi.
Işık 3,5 yaşında ve olayların farkında değil ama kendi küçük dünyasında büyük şaşkınlıklar yaşadı. Tatile gidiyoruz diye anlatarak yolculuk yapıp otele yerleştikten sonra bir kaç saat havuz ve deniz keyfi yaptırdık. Tatile giderken biraz ateşi vardı, su iyi gelir diye düşündük. Ancak sonrası apar topar odaya dönüp bilet alma çabalarımız, o esnada gündüz yorulan Işık'ın uykuya dalması, gece 3'te hava alanı transferi için yola çıkmamız ve onun uyanıp neye uğradığını şaşırması, sonrasında hava alanına kadar tekrar uyuyup alana varınca uyanması ile geçen süreç nasıl bitti dersiniz? Zaten yemek konusunda mızmız olan oğlum boş midesinde ne varsa çıkardı hava alanının kapısında. Uçağı beklerken başka bir şey yemek istemedi. Uçağa binince İstanbul'a kadar yine uyudu, bu sayede uçuşumuz rahat geçti. Fakat Atatürk Havalimanına yetişip Tokat uçağı için Sabiha Gökçen Havalimanına yetişmeye çalışırken "eve gitmek istiyorum, tekrara uçağa binmek istemiyorum" diye çok ağladı. Ben o anda zaten yaşadığım şoktan sersem gibiyim ama kendi derdimi unutup onu teselli etmeye çalışarak "deden hastaymış oğlum, onların yanına gitmemiz gerekiyor" diye açıklamalar yapsam da susmadı. 2. uçak yolculuğumuz biraz sıkıntılı geçti ve tabii çok kalabalık olan cenaze evinde çok huysuzlandı. Orada kaldığımız bir hafta boyunca doğru düzgün yemek yemedi. "Eve gidince yiyeceğim ben, İstanbul'a gitmek istiyorum" diye ağladı durdu. Ne olduğunu anlamadığı o ortamda o da kendine göre tepkiler verdi. Onu İstanbul'a bırakıp gitmek de istemedim çünkü bir haftalık süreç bizim için çok uzun, bu kadar ayrı kalmaya alışkın değiliz ikimiz de, hatta babasını katarsak üçümüz de.
Ben de küçükken hayvanat bahçelerini çok severdim. Babam sürekli Gülhane Parkı'na götürürdü bizi, en bilinen hayvanat bahçesiydi İstanbul'da. Tabii o zaman anlamıyoruz hayvanların esaretini, bize heyecan veriyordu değişik hayvanlar görmek. Biz çocukken safmışız, şimdikiler daha akıllı ve mantıklı, net! Aşağıda yazacaklarımdan ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Canım arkadaşım, sırdaşım, can dostum Sibel'in doğum gününü kutlamak için toplandık geçen hafta. Önce fikir piknik yapmaktı, sonra zahmetli olur diye vazgeçtik, biz annelerimize göre tembeliz vesselam. Bir pazar günümüz var onda da kendimizi mi yoralım diye vazgeçiyoruz böyle etkinliklerden.
Sibel "Darıca Hayvanat Bahçesi'ni gezelim, sonra da açık hava bir yerde yemek yer kutlamamızı yaparız" dedi. Doğum günü kızının isteğini yerine getirmek boynumuzun borcu, bir de açıkçası merak ediyordum adını sürekli duyduğum bu parkı. Aslında artık farklı bir bilinçle hayvanat bahçelerine sıcak bakmıyorum, akvaryumlar, yunus parkları bana cazip gelmediği için çocuğumu da götürmüyorum.
Tam adı Darıca Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı. İsmi çok havalı değil mi? Doğal yaşam parkı da diyorlar ama gördüm ki pek de öyle değil.
Bir yetişkin olarak gittiğim tek hayvanat bahçesi balayı için bulunduğumuz Mallorca'daki "Safari Zoo" isimli mekandı. Arabanızla gezebiliyorsunuz, maymunlar falan açıkta dolaşıyorlar . Her yerde "Dikkat, maymunlar arabanızın üstüne çıkabilir, camlarınızı kapalı tutun" gibi uyarı tabelaları var. Gerçekten de gelip arabanızın üstüne çıkıyor ya da yolun ortasında duruyorlar, oradan çekilmesi için keyfini bekliyorsunuz. Bir anlamda doğal bir park diyebiliriz ama yine de onları arabalarla, egzoz dumanıyla muhatap ediyorsunuz. Biraz geniş alanlı esaret. Ayrıca vahşi hayvanlar dediğimiz aslan, kaplan gibi türler mecburen kafeslerde tutuluyor. Bu durumda pek de doğal yaşam parkı olmuyor.
Bizde durum daha farklı. Ne kadar doğal ortam gibi yapılmaya çalışılsa da sonuçta kafes, cam ya da duvarlar arkasındalar. Penguenler sıcaktan kaçacak yer arıyorlar ve ne yazık ki onlara pek uygun bir ortam yok, küçücük havuzlarındaki su bile pislikten yemyeşil olmuş. O gün de tam yaz sıcağı vardı.
Tropik ortamlardan getirilen hayvanların bir çoğu kapalı bir alanda oluşturulmaya çalışılan camlı ya da demirli kafeslerde. Yaz sıcaklarında dışarıdaki kafeslere çıkarılıyorlarmış, havalar ısınana kadar bu pek de iyi görünmeyen ortamlarda takılmak zorundalar.
Aslan ve kaplanlar sıcaktan ve hareketsizlikten mayışmış durumda, bazıları uyuşuk uyuşuk uyuyor bazıları sinirli sinirli volta atıyor. Aslanların kafesinin hemen arkasında ceylanların bulunduğu alan var. Rüzgar estikçe burnuna buram buram ceylan kokusu gelen aslanın neden sinirle volta attığı belli. Survivor'ın aç yarışmacıları önünde yemekleri hüpleten Acun kadar insafsızız hepimiz.
“Duvar” şarkısıyla hafızalarımızda yer edinen ve birçok güzel şarkıya hayat veren Zeynep Casalini, “Yas Uykusu” isimli son şarkısı sayesinde yeniden ortalarda görünmeye başladı. Artık Bodrum'da yaşadığı için sık sık İstanbul'da görmüyoruz kendisini. Zaten her gün televizyonlara çıkan birisi değildi. İyi bir konser sanatçısı olduğunu söyleyebilirim ki 2007 yılında Alanya Festivali konserinde sunuculuk yapmışlığım vardır.
Birkaç yıl önce aniden evlendi, yani bizim için aniden tabii, öncesinde magazine malzeme olmadıkları için aniden haberimiz oldu. Evlilik haberi magazin gündemine bomba gibi düşmüştü hatırlarsanız. Şimdi kabul edelim hepimiz biraz şekilciyiz. İnsanları öncelikle dış görünüşüyle değerlendiriyoruz, televizyonun ve popüler kültürün bize empoze etmesinden midir nedir, herkesin çok yakışıklı ve çok güzel olmasını bekliyoruz. Bu yüzden Zeynep Casalini evlendiğinde ben de dahil olmak üzere herkes yorumlar yaptı. Şimdi karşımda gördüğüm kadın kocasına hala çok aşık, çok hayran. Dünyada gerçek aşkın var olduğunun kanıtı karşımda duruyor. Şimdi aşklarının bir de meyvesi var: Daphne. Hamileliği, anneliği de çok konuşuldu. Kendine has yöntemleri var. Biz de Zeynep Casalini ile müzikten, Bodrum'dan, annelikten uzun uzun konuştuk.
“Yas Uykusu” isimli slow bir şarkıyla geri döndün, slowlar sanki sana daha çok yakışıyor. Sen de galiba daha çok yakıştırıyorsun.
Biraz öyle tabii, “Duvar”dan sonra öyle tanıdılar beni, bu demek değildir ki hep böyle melankolik şarkılar söylüyorum. Çıkış şarkım "Ne Yapsam" şen şakrak bir şarkıydı. Sahnede de karışık söylüyorum. En çok "Duvar" ile tanındığım için "Yas Uykusu" şarkım da beklentileri karşılayacak bence.
Yolu açık olsun şarkının. Bu bir albümün de habercisi değil mi? Albüm ne zaman geliyor?
Bir ay içinde olacak. Şarkılar hazır ama bir iki düzeltme olacak belki bir şarkı ekleme durumu olabilir, sonra hemen dağıtacağız.