Paylaş
Geçtiğimiz haftaki yazımda sizlere akademik ve meslek hayatından bahsettiğim, konuştukça kendisine hayran olduğum Çınar Er Türkgeldi ile bir röportaj yaptım. Bahçeşehir'de özel bir anaokulu kurucusu olan Çınar Hanım ile okula başlama yaşı, anaokulu seçimi, çocukların sanata yönlendirilmesi konularını konuştuk. Kendi adıma çok şey öğrendim, umarım size de faydalı olur.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın zorunlu müfradatı var. Her okul bunu uygulamak zorunda. İsteyenler yan programlar katabiliyorlar. Farklılıklar burada ortaya çıkıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmi anaokulu yaşı 36-72 ay arası olarak belirlendi. Ama ihtiyaçlar dahilinde özel izinlerle 18 aya kadar çekebiliyoruz.
Anaokuluna gitmeyen bir çocuk ataletli (isteksiz, yorgun, tembel) bir yapıya sahip oluyor ya da serseri mayın gibi hareket eden, kontrolsüz, radikal davranışlara sahip oluyor. Mutsuz ya da saldırgan eğilimler veya içe kapanık durumlar gösterebiliyor. Okula gelen çocuklarda kural, disiplin, sevgi ve etkinliklerle çocukların belirli bir düzene kavuşması sağlanıyor. Kendini görme şansı verdiğimiz için düşünme ve hayal kurmaya başlıyor, bunları kağıda, kaleme ya da yaptığı objeye döktüğünde kendisini ifade etmeye başlıyor. Kendisini ifade eden çocuk da birey olmaya başlıyor. Bireyselleşmek bencillikle karıştırılmaması gereken bir durum. Birey olan çocuk öz güveni geliştiği için empati kurabiliyor. Empati kurabilen çocuk da problemini çözmeye başlıyor.
Bunların hepsi bir zincir. Sonra duygusal zekası gelişiyor. Duygusal zekası gelişen birey ilkokula başladığında hayatın büyük bölümünde çözüm sağlamış oluyor. Ondan sonrası zaten teferruata giriyor. Bizim aslında amaçladığımız şeylerden bir tanesi de bu; çocuğun duygusal zekasını geliştirip hayatta tek başına yaşayabilmeyi öğretmek. Bugün hekim olmuş, yargıç olmuş, avukat olmuş, çok iyi bir kurumda genel müdür olmuş ama içindeki aile problemlerini çözemeyen ya da ikili ilişkilerinde sorunlarını çözemeyen o kadar çok insan var ki. Karar mekanizmalarında doğruyu bulamayan yanlış kararlar veren, hızlı ve doğru karar alamayan kişiler olmamaları için 0-7 yaş arasında yapacağımız aşılamalar çok önemli. Eğer bu dönemde bu çocuğu doğru işlemezsek ileride kendi kararlarını veremeyen, sürekli dış etkilere maruz kalan birilerinin itmesiyle hayatı sürdürmeye çalışan zavallı insancıklara dönüşebilirler, bunu da istemeyiz tabi ki.
36 aylıktan itibaren aldığımız çocukları oryantasyon dediğimiz bir dönemle başlatıyoruz. Bu dönem çocuğun kuruma, insana güvenmesini sağlayan süreçlerin başlangıcıdır.
Tabi ki her çocuk için normaldir ama burada ailenin tutumu çok önemli. Gittiği kurumun güvenilir bir yer olduğuna ve onu mutlu edeceğine ikna etmesi gereken kişi anne-babadır. Eğer anne-baba bu kaygıyı taşırsa çocuk bununla beraber yaşar. Çocuk bunu duymasa bile hisseder. Annenin mimiklerinden, babanın davranışlarından, jestlerinden, bırakırken, vedalaşırkenki tavrından bile çocuk çok sonuç çıkarabilir. Buna çok direnç gösteren çocuklarımız da var, önemsemeyen ve çok çabuk adapte olan çocuklar da var. Çocukların yapısıyla, duygusal alanıyla ilgili bir durum.O duygusal alandaki sorunları çözmek için pedagoji 3 ay süre tanır. 3 ayın sonuna kadar çocuk hala okula devam etmek istemiyorsa artık bu psikoloğun çözmesi gereken bir sorundur. Başka sorunlar aramak gerekir. Normal standartlarda çocuklarımız 10-15 gün arasında okula alışırlar.
Ne zaman başlarsanız o yaşta başlar. Örneğin 6 yaşına kadar hiç okula gitmemiş bir çocuğu ilk defa okula götürdüğünüzde de aynı kaygıyı yaşar. Bu sadece okula gelme kaygısı değildir. Anne-babadan ayrılma kaygısıdır. Önemli olan çocuğun güvenini kazanmaktır. Çocuklar korkularıyla doğarlar, o korkularından çocukları arındırma işi okulun işidir ama anne-babanın da üzerine düşen görevi kendisinin yapması gerekir.
Çocuklar bir kaç yıl kreşe geldikten sonra ilkokula başlıyorlar. Ne tür geri dönüşler alıyorsunuz ilkokula başlayan öğrencilerinizden?
-Biz okula gitmeden önceki son senelerinde onları okula hazırlıyoruz. "Buradan gideceksiniz, büyüyeceksiniz. Başka bir okulda yeni bir başlangıç yapacaksınız, yeni arkadaşlarınız olacak" diye telkinlerde bulunuyoruz. Çocuklar buradan mezun olduklarında koşarak gidiyorlar. Çünkü o bilinçle gönderiyoruz, okulda psikolog bulundurmamızın esas sebebi çocukları yeni durumlara hazırlamak, kaygı yaşamalarını engellemek ve onu istemelerini sağlamak.
Pedagojide bir gerçek var ki eve en yakın olan okul en ideal olan okuldur. Yürüme mesafesi olursa değerlendirmeye buradan başlasınlar. İkinci kriter; sevgi. Tabi ki fiziki şartlar, içindeki personel çok önemli ama sevgi veren kurumu bulduklarında düşünmesinler.
O samimiyeti çocuklar çok güzel hissederler. Evet, emin olun çocuklar çok iyi anlıyor.
Bir kere çocuk azarlanıyorsa, vurma varsa, ceza alıyorsa, ceza gibi bir kelimeyi öğrendiyse bundan şüphelensinler. Çünkü anaokulları sevgi ve oyunun en aktif olduğu yerlerdir. Ceza kelimesi geçiyorsa o okula bir tik atılması gerekir. Bunlar dışında tabi ki yeme, içme, fiziki şartlar, bunlar çok önemlidir. Kalitesini bilemem ama temiz olması gerekir tüm ortamların. Kurallara uygun yapılmış mı, koruma sahanlıkları var mı, katlı bir okulsa merdiven korumalıkları var mı, pencereler korunuyor mu, sınıflar güvenli mi, okulda havuz varsa koruması var mı ? Ailelerin kafasının rahat etmesi için bunlar önemli fiziki şartlardır.
Benim 17 yaşında bir kızım var, üniversiteye hazırlanıyor. Zamanında bir devlet okulunun anaokuluna göndermiştim. İyi ki de göndermişim diyorum.
Eğitim sistemi Türkiye'de çok tartışılıyor biliyorsunuz, özellikle çocukların yarış atı gibi koşturulmasından kendi adıma çok hoşlanmıyorum. Şimdiden oğlum için kara kara düşünüyorum. Yeni nesil çocukluklarını yaşayamıyor, sürekli sınav odaklı eğitiliyorlar.
Her yer sanat okulu açılsaydı bunlar olmazdı. Şaka bir yana sanatsal merkezli, sanat eğitimi veren okullar olsaydı keşke bu at yarışı gibi kavga da biterdi. Yurt dışında gerçekten böyle bir kavga yok, böyle bir sınav sistemi de yok. Örneğin Amerika'da sizi üniversiteye kabul ederlerken akademik notunuzdan çok hobilerinize, yaptığınız sanatsal etkinliklerin back grounduna bakıyorlar, hangi sporla ilgilendiğinize dikkat ediyorlar, kitap okuyor musunuz, sizin öz geçmişinizde bunlar varsa üniversite sizinle görüşmeyi kabul ediyor. İşte biz aslında yanlış yönden bakıyoruz eğitime, bir nevi kırbaçlayarak toplumu kızgınlaştırıp öfkeli bir at gibi yapamayacakları, koşamayacakları bir yarışın içine sokuyoruz.
Keşke. Öncelikle çocukları bırakın 0-7 yaş aralığında bırakın doya doya oynasınlar, sevilsinler, sevsinler. Tabi bu arada serbest radikal gibi bırakmamak gerekiyor, bilinçli, kontrollü merkezlere götürürlerse hem bilinçli olarak oyun oynarlar hem de hazine gibi olan beyinlerini doğru şekillendirirler. O yaşta matematik, fen öğretsinler demiyorum, ama bu doğru yapan kurumlar çocukları çok güzel yönlendireceklerdir.
Dünyaya damgasını vurmuş ünlü ressamlar, matematik profesörleri, dehalar vardır, bunları incelediğimizde deha olmalarını sağlayan şey aslında sanatsal etkinlikleridir. Örneğin Michelangelo, dünyada başka bir Michelangelo yoktur, ya da Edgar Dega, Einstein, Şeker Ahmet Paşa, Çallı İbrahim, bu kişilerin özüne indiğinizde aslında ülkelerine ya da dünyaya sundukları damgaların altında kendi doğal yetenekleri var. Michelangelo'ın 3 ay sırt üstü yatıp Sistine Kilisesi'nin tepesindeki o şaheserleri boyarken kafasındaki esas şey matematiksel kurgulardır. Bu adam aslında bir matematik dehasıdır ve bugün uçak modülünü, top arabası modülünü inşaa eden ilk mimarlardan, ilk bilim adamlarındandır. Bu gerçekleri çok iyi görmek gerekiyor. "Çocuk işletmeci olsun sonra müzisyen olsun" bana göre çok doğru bir yönlendirme değil ama Türkiye'nin yanlış gerçeği bu. Stabil bir işi olsun üç beş kuruş geliri olsun sonra zevklerinin peşinde koşsun diye bakılıyor, orada kalitesizlik başlıyor.
Tabi ki her şey için geç kalınmış oluyor. Tarihe geçmiş sanatçıları incelerseniz hepsi çok küçük yaşlarda çıraklık yöntemiyle ustalarından öğrenerek yola çıkmışlardır. Sonra akademisyen olmuşlardır. Önce becerilerini ifşa etmişlerdir sonra üniversitelere ya da kurullara kabul edilmişlerdir. Bizde tam tersi, biz istiyoruz ki önce diplomayı alalım sonra kendimizi ispatlayalım. Tümden gelim-tümevarım, işte biz orada sorun yaşıyoruz.
Ben anaokulu kurmaya karar verdikten sonra dünyada bu işin nasıl yapıldığını araştırdım. Şunu gördüm; dünyada bir radyasyon kirliliği sorunu var ve buna en çok maruz kalan da çocuklarımız, cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar, televizyonlar, müzik çalarlar, arabalar, mikrodalga fırınlar, halojen lambalar, avmlerdeki aydınlatmalar, klimalar, aslında beyin erozyonu yaratacak o kadar çok dalga sistemine maruz kalıyor ki çocuklar bunlardan kurtulmak için ne yapıldığını araştırdım. Amerika'da şöyle bir okulla karşılaştım; Silikon Vadisi'nin zenginlerinin çocukları radyasyonsuz okula gidiyorlar. Çocuklar yerde oturuyor, çimlerin üstünde, ellerinde örgü şişleri, çekiç, çivi, tamamen doğal bir ortam, televizyon, tablet, bilgisayar hiçbiri yok. tamamen doğal hazırlanmış ortamda el becerilerini, beyinsel gelişimlerini tamamlıyorlar ve sonra hayattaki gerçeklerle yüzleşiyorlar.
Bunu yapan dünyanın en büyük bilişim firmalarının sahipleri ve aşırı zengin aileler. Bu pedagojinin temelinde Waldorf denen bir Alman'ın olduğunu keşfettim, bunun üzerine bir araştırmaya girdim. Ayrıca Waldorf eğitmeni olmak için başvurdum, bir yüksek lisans eğitimine başladım "Çocuk bilimi ve tin, yani çocuk ruhu nasıl işleniyor mesela çocuk doğarken hangi kodlarla doğuyor, aslında çocuk dediğimiz birey kimdir, kaç bedenden oluşur, bu bedenlere hangi zamanda müdahale edilmelidir" konularında uluslararası platformda hocalardan eğitim alıyorum.
Çok yanlış. Zaten bizim mevcut eğitim sistemimizin ayakları çok sağlam değil, çok ciddi yanılgılar üzerine kurulu, hala pedagojisi oturmamış bir eğitim sisteminde çocuklara tablet dağıtarak o dersten verim almayı beklerken çocukların o tabletleri nerelere kullandığı ortaya çıktı. Buna müdahale edebilecek bir alt yapımız yok çünkü. Hazmedilmeden yenen her şey midede ağırlık yapar. Bu da onun gibi bir sonuç.
Rica ederim umuyorum faydalı olur.
Paylaş