Pakize Suda

Eylül geldi

10 Eylül 2005
Geçenlerde fark ettim... Karşıdan karşıya geçerken, araç trafiğinin tek yönlü olduğu yollarda bile iki tarafı kolluyorum. Yeni fark ettiğime göre, bunu düşünmeden alışkanlıkla yaptığım geliyor akla.

Ama hayır.

Tamam, alışkanlık var ama çift yönlü trafiğe alışmış olmak değil. Güvenmemek alışkanlık olmuş bende.

Bilinçaltımda şu var:

‘Burası Türkiye. Her an yasak olan taraftan da bir araç gelebilir. Hatta gelmezse şaşarım.’

Buna ‘Yok artık daha neler!’ diyecek olan yoktur herhalde. Olmadık şey değil söylediğim. Bu diyar, bağrında yaşattığı herkese iki kere tedbirli olmayı öğrettiğinden durumumda yadırganacak bir taraf yok sanırım. Fakat sırf buralı olmakla ilgili değil... Birazı da yapımdan geliyor.

Ta çocukluğuma inmeyeyim şimdi. Daha yurdum halini tam olarak idrak edecek kadar tecrübe sahibi olmadığım günlere gideyim. Tedbiren asansöre binmezdim mesela. Asansörün en üst kat tavanını delip gökyüzüne fırlamasını, ya da yerin yedi kat dibine çökmesini, gideceğimiz katta durmasından daha yakın bir ihtimal olarak görürdüm.

Diyeceğim pek iyimser biri olduğum söylenemez. Hatta ‘kötümser’ beni incitmemek için özenle seçilmiş bir tanımlama sayılır.

*

Nitekim yeğenim bundan yedi ay önce iki aylık hamile olduğunu söylediğinde ilk lafım ‘Eyvah, nasıl doğuracaksın!’ olmuştu.

O günden bugüne kızcağız beni teselli etmek durumunda kaldı:

‘Korkma, göreceksin bak bir şey olmayacak.’

Sanki doğuracak olan benim...

Yapılır mı bu!

Fakat yaptım işte. Her gün kızın yüzüne karşı endişelendim. Neyse, öyle böyle sonuna geldik.

Fakat geldik de ne oldu... Son bir ayda bu sefer de çocuğun yeğenimin içinde öylece kalacağı endişesi belirdi bende. Tıp tarihi yazmış mı böyle bir şey?

Hayır.

Fakat bu beni yolumdan döndürür mü?

Asla!

Her şeyin bir ilki vardır.

‘Ayol sezaryen denen bir şey var!’ diyenler oldu.

Hımm... Demek çocuğun çıkmaması gibi bir ihtimal var ki, sezaryen diye bir şey icat edilmiş!

‘Hayır’ dedi birisi. ‘Aslında sezaryenin icat nedeni başka.’

Neyse burasını kurcalamayayım şimdi. Doktorlarla aram zaten limoni. Hem kurunun arasında yaş da yanıyor sonra, olmuyor.

*

Uzatmayayım, insanın korktuğu başına geliyor. Ya da son moda deyimiyle, düşünce gözüyle her şeyi çağırmak mümkün. Ben becerdim. Çocuk annesinin içinde kaldı.

Aletlerin ‘Son 48 saat’ dediği günden beri, yani 12 gündür elimizde çanta bekliyoruz. On dakikada bir içimizden biri soruyor.

‘Var mı?’

Sancı yani.

Kızcağız suçlu suçlu ‘Yok’ diyor.

Demiştim ben, kaldı işte orada!

Annem İzmir’den ‘Allah’ın işine karışmayın’ diyor.

‘Ama ultrasonlar, testler, şunlar, bunlar... Çocuğun bugün dünyadaki 10. gününü doldurmuş olması lazımdı.’

Bu itirazımız üzerine, büyük ihtimalle günahlarımızın affolması için dua etmiştir annem.

*

Uzatmayayım, 12. günün sonunda ipin ucunu bıraktım. Kızın henüz altı aylık hamile olduğuna dair bir kanaat oluştu zira bende. Bilmiyorum yani. Belki de tecrübeli bir ebenin karnı şöyle bir yoklaması lazım. Fakat Pakize Suda olarak böyle bir teklifte bulunmam olmaz. Benden ancak yeniden aletlere sokulmasını istememi beklerler.

Aslında bu yazı burada bitmişti sevgili okurlar. Ama inanmayacaksınız haber geldi, bu sefer doğum sahiden gerçekleşiyormuş.

Koşup gidiyoruz. Fakat ne mümkün. Tarihe geçmiş anne-kız çatışmalarından biri daha yaşanıyor. Bizimkilerin birbirine karşı verdiği ilk mücadele bu. Anne ‘Normal doğurucam’, bebek ‘Sezaryen isterim’ diyor. Ne o vazgeçiyor ne öteki.

Bizse tarihin canlı tanıkları olarak Jinemed’in koridorlarını arşınlıyoruz.

Sevgili doktorumuz Aylin Keriş kimden yana tavır alacağına karar verebilmek için dakika başı anneyi muayene ediyor.

Ve nihayet!

Evet, eylül geldi. Hem de daha ilk anda kendi şartlarını kabul ettirerek.

Şükür bizim de bir bebeğimiz oldu. Yandınız artık okur olarak...

MIŞ-MUŞ

Kadınlar 40’ından sonra cinselliği daha yoğun yaşıyormuş.

Allah son gürlüğü veriyor demek.

Hülya Avşar-Kaya Çilingiroğlu boşanıyorlarmış.

E, artık neredeyse kendiliğinden düşecekti nikáh.

İnsani kalkınmada gerilemişiz.

Hamle yapacağız da hız almak için önce geriliyoruz!
Yazının Devamını Oku

Mal bulmuş mağribi gibi olduk

8 Eylül 2005
<B>SON </B>reklam filminden sonra <B>Kadir İnanır’</B>la ilgili yazılıp çizilenlere bakıyorum da... Erkek çocuklar yaparlardı birbirlerine eskiden... İçlerinden biri misal kazara kızlara yakıştırılan bir renkte bir şey giyerdi üstüne... Karşısına geçip bağırır: ‘Kız Ali... Kız Ali!’

Biz de bağıracağız neredeyse...

‘Kız Kadir, kız Kadir!’

Onun o ‘Asarım, keserim’ haline alışınca tabii... Şimdi birden ‘Yıkarım, asarım’ deyince...

Aslında kimse sahiden şaşırmış, yadırgamış değil. Yani öyle olmalı. Kadir İnanır’ın bugüne kadar ‘Benim bir imajım var, ona uymayan rolleri kabul etmem’ dediğini duydunuz mu?

Ben duymadım.

Böyle beyanatlar veren arkadaşlar var ama. Şunu oynamam, bunu oynamam diyen...

Kimisi de bir rolle imaj yapıyor kendisine. Misal mafyalı bir dizide rol almışsa bakıyorsunuz dışarıda da havaya girmiş mafya gibi geziyor.

Uzatmayayım şaşılacak bir şey yok aslında. Fakat bize mevzu lazım. Onun için mal bulmuş Mağribi gibi olduk birden. Epey gider artık bize bu.

***

Benim korkum yazılanları ciddiye alacak olanların çıkması. Zira biz gülüp geçmesini bilen millet değiliz. Espriler illa ‘kör gözüm parmağına’ şeklinde olacak ki...

Ben de şu yazı işine başladıktan sonra fark ettim. Belki de gülmeyi ayıp saydığımızdan hálá... Her şeyi ciddiye alıyoruz.

Diyeceğim ‘Kadir Abi’nin bittiği andır’ falan gibi başlıkları görünce hakikaten çamaşır asmayı erkeklikten feragat etme olarak algılayanlar olabilir.

İş güç konusunda tam da kıvamına getirmişken Türk erkeğini tekrar ‘Evin reisidir, hiçbir şeye el sürmese yeridir’ durumuna döndürmeyelim. Korkum bu.

Oysa Kadir İnanır erkeklerin normalleşmesine katkıda bulunmuş olabilir bu reklamla.

‘Kadir Abi yıkarsa ben de yıkar asarım’ diyecek nice erkek çıkacaktır eminim.

Fakat medyanın yüzünden olamayacak bu, ona yanıyorum.

***

Son olarak, Kadir İnanır’ı hakikaten tebrik ediyorum. Kimse kendiyle böyle dalga geçmemişti bugüne kadar. Yapanlar var gibi görünse de aldanmayın. Sırf üstüne gitmek için yaratılmış suni aksaklıklar onların dalga geçtikleri.

Kadir İnanır’ı seven imajıyla seviyordu zaten ama küçük bir kesimle arasında bu yüzden bir mesafe var idiyse o da yok oldu. Kadir İnanır herkesin Kadir İnanır’ı oldu.

MIŞ-MUŞ

Hırsızlar Başbakan’ın koruma amirini bile soymuşlar.

Şu hırsızlar banka hesap numaralarını verseler de gidip direkt paralarımızı yatırsak artık diyorum.

*

Kültür ve Turizm Bakanı Koç’un 110 kiloluk balerini balet ve 87 kilo çıkmış.

Koç’un belki haklı olduğu taraf vardır ama iki yanlış bir doğruyu götürdü.

*

Ecevitler’in imam nikáhı varmış.

Bir de renksiz bulurduk adamcağızı... Onun kadar sürpriz yapan çıkmadı.
Yazının Devamını Oku

Protesto ediyorum

6 Eylül 2005
<B>HER </B>şeyi orta yerde yaşayabilir misiniz?<br><br>Özel durumlarınızın herkesçe bilinmesini ister misiniz? Mesela, sevgilinizle evinizde geçirdiğiniz gecenin tüm detaylarından bütün Türkiye’nin haberdar olmasını?

Ne yediniz, ne giydiniz, birbirinize ne dediniz, nerede seviştiniz...

Sevgilinizle olması şart değil, yalnız geçirdiğiniz saatler için de aynı şey...

Peki çektiğiniz mesajları herkesin okumasını ister misiniz?

Sahi, kim ister gözetlenmeyi?

Bana BBG evini hatırlatmayın lütfen!

Oradakinin ‘yapay özel hayat’ olduğunu hepimiz biliyoruz. O evdeki hiç kimsenin gerçek hayatında gözetlenmek istemediğinden eminim. Onlar da çoğumuz gibi perdeleri aralık kalsa huzursuz olurlar herhalde.

Bilmiyorum, ‘Benim gizlim saklım yoktur, bütün memleket içeri buyursun’ diyen var mıdır...

Gerçi son yıllarda her şey tersine döndü. Belki benim kadar mahremiyete önem verenlerin ruh sağlığından şüphe etmeli artık. Olabilir yani.

Ama ben yine de benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğuna inanıyorum.

***

Fakat istemeseniz de bir gün geliyor, her şeyiniz ortaya dökülüyor.

Sırf sevgilinizin duyacağını zannederek sarf ettiğiniz en müstehcen sözleriniz...

Geceliğinizin, iç çamaşırınızın rengi...

İnsanlar kahvelerini yudumlarken okuyorlar bunları.

‘Hop, n’oluyor!’ da diyemiyorsunuz üstelik.

Artık yaşamıyor oluyorsunuz çünkü.

Evet bir cinayet ya da intihar sonucunda ölen herkesin başına geliyor neredeyse bu dediğim.

Her gün bir örneğine rastlıyoruz gazetelerde.

Olayın aydınlatılması için bütün detaylar gerekli olabilir. Ama bunları bütün Türkiye’nin bilmesi, duyması da gerek midir?

‘Amaaan, ben benden gittikten sonra...’ diyebilirsiniz tabii.

Ben diyemem şahsen.

Ölümümden sonra da olsa hayatımın böyle afişe edilmesini hiç istemem.

Onun için bu tarz haberleri kendi çapımda protesto ediyorum, okumuyorum. Ben bilmeyeyim bari. Bir kişi bir kişidir.

MIŞ-MUŞ

Evi 4 kez soyulan gazete yöneticisine polis, ‘Siz en iyisi bir silah alın’ demiş.

Hatta eliniz değmişken biraz da devriye gezin!

*

Kültür ve Turizm Bakanı Koç, ‘110 kiloluk balerinlerimiz var’ demiş.

Sonra ağzı var diye habire konuşan bakanlarımız var.

*

Erdoğan, ‘Avrupa bizimle şaka yapmasın, konuşmaları keseriz’ demiş.

Kadir İnanır, yerini Erdoğan’a bıraktı.
Yazının Devamını Oku

Bizler merdaneli makineydik

4 Eylül 2005
<B>BAYRAMLARA </B>takıldık kaldık ya biz... Oysa galiba en çok okullar değişti. Benim kuşağımın öğretime tabi tutulduğu yıllarda eğitim sistemi denince akla gelen, okulların ilkbaharda açılıp sonbaharda kapanmasıydı.

Okullar açılınca okula gider, kapanınca sokakta oynardık.

Hepsi bu.

Hiç hatırlamam ki annemle babam habire okulumuza gelsinler...

Ya da evde hangi okula gideceğimize dair tartışmalar yaşansın...

Torpil yapacak tanıdıklar aransın...

Doğduğumuz gün hangi okula gideceğimiz belliydi neredeyse... Mahalledeki ilkokul, sonra en yakın lise. Bunun dışına çıkan pek azdı. Bir de o günlerden hatırladığım, babamın kaçıncı sınıfta olduğumuzu her seferinde unutup bir soran olduğunda soruyu aynen bize ilettiğidir.

Anneme, ‘Sakın ders çalışmaları için baskı yapma’ dediğini bir de...

Zorla güzellik olmayacağını bildiğinden herhalde. Okuyacağımız varsa okurduk. Nitekim okuyacağı olan okudu.

* * *

Ne oldu da bu günlere geldik bilmiyorum.

Ana babalar ellerinde káğıtlarla mütemadiyen bir yerlerden bir yerlere koşuşturuyorlar.

Herkes birbirine Milli Eğitim’de bir tanıdığı olup olmadığını soruyor.

Başvurular, formlar, tercihler... Olmadı yeniden. Bir belirsizlik, bir keşmekeş.

Hiç konu komşunuzun liseye başlayacak çocuğuna hangi okula gideceğini sordunuz mu?

Ben sordum birkaçına.

Her seferinde cevabın ortalarında esnemeye başladım.

Hepsinin uzun hikáyesi var.

Neticede yarım saatten fazla anlattılar, lakin hangi okula gideceklerini öğrenemedim. Onlar da bilmiyordu zira.

* * *

En son, bu yıl hiç kimsenin okulunu bıraktığı gibi bulamayacağını duyduk. Her şey değişmiş.

Demek bu sene ancak sistemi öğrenecek çocuklar. Seneye inşallah derslere gelir sıra diyeceğim ama zor. Seneye sistemin yeniden değişmesi Allah’ın emri!

Hayır bu kadar uğraşmanın neticesinde zehir gibi çocuklar yetiştirsek...

Program sayısı arttıkça arıza yapma ihtimali de artan çamaşır makineleri misali... Bizler merdaneli makineydik belki ama evladiyeliktik. Yani aldıklarımızla hálá idare edebiliyoruz. Mahcup olmadık.

Darısı şimdiki çocukların başına!

MIŞ-MUŞ

Başbakan, ‘Havai fişeklerin de masaya yatırılması gerekiyor’ demiş.

Yatırırız, hem de ‘havai fişek problemi’ olan ilk ülke olarak tarihe geçeriz.

Türkiye’de en çok antibiyotik alınıyormuş.

E normaldir, nereye neşter vursanız cerahat fışkırıyor.
Yazının Devamını Oku

Fotoğrafta yokum

3 Eylül 2005
Ota şeye üzülmemenin çaresini buldum!<br><br>Yatağımın tam karşısındaki duvara dünyanın uydudan çekilmiş fotoğrafını astım. Sabah gözümü açıp bakıyorum, karşımda fotoğraf. Türkiye zor seçiliyor. İstanbul ona keza. Bense hiç görünmüyorum.

Gün boyunca tam bir şeyleri ciddiye alacakken aklıma fotoğraf geliyor, bir koşu gidip bakıyorum ki yokum.

Gerçi bu durum gücüme gitmiyor değil. Dünyanın en mühim hadiselerinin orta yerinde bulunduğumu zannederken aslında yok olduğumu görmek...

Benim hayallerim, benim isteklerim, benim yapacak işlerim, benim görülecek hesaplarım, benim hastalıklarım, benim geleceğim, benim anılarım, benim her şeyim bütün dünyayı kaplamışken fotoğrafta gözükmüyorum!

İnsan biraz daha yakından çeker şu fotoğrafı!

Hatta birer vesikalık çekip verir elimize. Ki şu dünya üzerindeki önemimizle uzaydan görünüşümüz arasında bir denklik sağlansın!

Aslında karar verebilmiş değilim. Hayatı ciddiye almakla almamak arasında...

Alınacaksa ne ölçüde alınacak...

Hangi konularda nereye kadar...

İçinden çıkamayınca bir alıyorum ciddiye, bir almıyorum.

Fakat dengesiz bir durum çıkıyor ortaya.

Bunun başka bir yolu olmalı. Hani yani ikisinin birleşmesinden yoğurtla suyun karışımından çıkan ayran misali başarılı bir neticeye varılmalı. Diyorum.

Ben şimdi bunun peşindeyim.

Kahvenin günlüğü

Kahvenin çok faydalı olduğu anlaşılmış!

Aslında günlük tutmak lazım.

30.08.2005 Salı... Kahve aklandı.

31.08.2005 Çarşamba... Kahve b.klandı.

Tabii bu kadar değil. Bunun yumurtası var, çayı var...

Benim hayatı ciddiye bir alıp bir almamam gibi, bunlar da bir öyleler bir böyle.

Sırayı şaşırdınız mı papatya falına bakabilirsiniz. Aklandı, b.klandı, aklandı... Bakarsınız o gün sıra hangisindedir ona göre şey edersiniz.

Bir de ‘zannedildiği kadar faydalı olmadığı’ anlaşılanlar var.

Ispanak mesela... Demirle öyle pek de sıkı fıkı olmadığı çıkmıştı ortaya bir aralar...

Bu durumdakiler günlüğe ‘Tarihte bugün’ şeklinde kaydedilebilir.

‘12.05.1999... Ispanağın demirsiz günlerinin başlangıcı...’

Ya da ne bileyim, demir açısından şeyttirilebilir... ‘Demirin açığa alınması’ gibi.

Tabii bir süre sonra ‘göreve iadesi’ söz konusu olacaktır. ‘Ispanağın iade-i itibarı’ da denilebilir buna.

Bu konularla ilgili hiçbir şey sonsuza kadar süremez. Öyle tarih kitabı gibi olacak hali yok tabii. Misal IV. Murat öldüyse ölmüştür. Bir gidip bir gelecek değil.

Fakat kahveden bunu bekleyemezsiniz. Bir faydalı bir faydasız olması tabiidir. Siz de dolayısıyla bir içecek bir içmeyeceksiniz.

Bu iki durumun bünyenizde ne gibi etkileri olduğunun doğrusunu ise asla öğrenemeden bu dünyadan göçüp gideceksiniz.

Araştırmacılara selam ederim!

MIŞ-MUŞ

Erdoğan ‘Kulağı kesiklerin ciğerinden geldim’ demiş... Özal Türkiye’yi silah cehennemine çevirmiş.

Memleketimden başbakan manzaraları!

Türkiye Avrupa’nın en güvenli ülkesiymiş.

Hırsızlar açısından mı?

Ankara’da bir düğünde çocuklar havaya ateş açmış.

Adam olacak çocuklar!

Uçaklarımız 502 hatayla uçuyormuş.

Ona öyle demezler ‘İman gücüyle uçuyor’ derler.
Yazının Devamını Oku

Dönüşüm muhteşem oldu!

1 Eylül 2005
<B>GÜNLÜK </B>rutin içerisinde yapmaktan en çok keyif aldığın şey nedir diye sorarsanız, gazete okumak derim. Bir bardak çay ve sigara eşliğinde...

Sevdiğim yazarları tatlı niyetine sona saklayarak...

Öyle internetten falan değil... Sayfaları çevire, katlaya...

‘Peki tatile çıktığında ilk hangi alışkanlığından vazgeçersin?’ diye sorun bir de.

Gazete okumak.

Bu ne yaman çelişki anne!

Demek ki bilinçaltımda iş olarak görmeye başlamışım gazeteyi. Bu haberden mış-muş çıkar mı, çıkmaz mı? Keyif falan palavra demek. İlk fırsatta vazgeçtiğime göre...

Gerçi meslekten olmayanların da yaptığı budur. Tatilde gazete okumamayı, televizyon seyretmemeyi prensip haline getirmiş çok kişi var.

İş günlerini hatırlatacak hiçbir alışkanlığı yanında taşımayarak her zamankinden yüzde yüz farklı bir zaman dilimi yaratmak amacıyla mı artık... Yoksa bir can sıkıcı haber ağızlarının tadını bozmasın diye mi...

Gerçi ikincisinden şüpheliyim. ‘Elálemin derdi bizi mi gerdi’ şeklinde bir lafın mucidi bir toplum olarak ucu bize dokunmayan hiçbir felaket felaket değildir, dolayısıyla bizi sarsamaz!

***

Neyse ben yine kendime döneyim.

Benimkisi biraz da utançtan. Gazeteyi elime alıp da herkesin işinin başında olduğunu görünce utançla karışık bir suçluluk duygusu geliyor. En iyisi gözüm görmesin diyorum. Yani tahminim bu.

Tatili ayıp sayan bir aileden geliyorum zira ben. Babam bir gün olsun yan gelip yatmak için işine ara vermiş değildi. Neredeyse dünyanın yarısını gezmiş biri olarak her seyahati iş gereğiydi.

Annem derseniz kendimi bildim bileli tatile çıkanları esefle kınamaktadır.

Ablam, ailenin bu husustaki ilk ‘kırıcı’sıdır. Şeytanın bacağını kırmış ve her sene üç ay tatil yapmak suretiyle ailemizin yüzkarası olmuştur!

Fakat tabii ki mecbur kaldığından. Yoksa kendi özgür iradesiyle değil. İstanbul Devlet Operası’nda sanatçıdır kendisi. Opera yaz tatiline girince ne yapsın... ‘Hiç olmazsa bir bekçilik işi ayarlayın bana’ diyecek hali yok yönetime.

Ben ailenin ikinci ama esas ‘kırıcı’sı oluyorum bu durumda. Kendi isteğimle ayrıldım izne. Fakat alışmadık şeyde don durmaması misali bir hafta boyunca bir oramdan hastalandım, bir buramdan... Zaten bir yandan da Davetsiz Misafir’in çekimleri sürdüğünden ‘part time’ tatil oldu benimkisi.

Neyse şükür, aileme yakışır bir evlat olarak ‘full time’ çalışmaya başladım yine! (Sonunda Allah bana da içinde İngilizce sözcüklerin geçtiği bir yazı kaleme almayı nasip etti. Bu açıdan ‘dönüşüm muhteşem oldu!’ diyebilirim.)

MIŞ-MUŞ

Başbakan’ın telefonla aradığı vatandaş, ‘Beni işletmiyorsunuz di mi?’ demiş.

Yok, müsterih olabilirsiniz, işletme bu hususta değil.

*

Kültür Bakanı Koç’un, Devlet Tiyatroları’nda yaptığı atamalara karşı direniş büyüyormuş.

Uyuduğu günleri mumla arar olduk.
Yazının Devamını Oku

Formula 1

21 Ağustos 2005
<B>DAHA </B>önce de birkaç kez belirttim... Kapsama alanı dışında kaldığım birtakım şeyler var. Hiç ilgimi çekmeyen... Dolayısıyla bilgimin de olmadığı... Fakat bazen durum öyle bir hal alıyor ki... Öyle bir kuşatılıyorum ki o şeyle... Mecburen, ‘Nedir, n’oluyor’ diye bakıyorum.

İşte Formula 1’le tanışmam, geçtiğimiz cuma günü böyle bir mecburiyetle gerçekleşti.

‘Yuh! Bunca zamandır ancak şimdi ha!’ diyeceksiniz.

Bakın anlatamadım galiba.

Bütün hazırlıklardan haberim vardı.

Formula 1 manzaralı siteler bile yapıldı hatta, biliyorum.

Bakın bu da ayrı bir konu. Araba yarışı pistine bakan evde oturmak isteyenler kimlerdir merak ediyorum doğrusu.

Hadi Formula 1 çok önemlidir, herkes memleket aşırı gelip seyrederken, insanın aynı hadiseyi üstünde pijamayla karpuz yiyerek balkonundan seyretmesi bir ayrıcalıktır diyelim. Fakat bu yarışlar sittin sene sürecek değil. Yarından itibaren ne mana ifade edecek bu manzara onu merak ediyorum.

Fakat yine benim bilmediğim bir durum vardır mutlaka. Habire yeni sitelerin yapımına başlandığına göre... Belki de artık tarihi bir değer söz konusu olacak. Misal, Çaldıran Savaşı’nın geçtiği yerlere bakması gibi evin...

Ya da ‘Şurası göz göze geldiğimiz yer, burası baş başa kaldığımız yer’ misali ‘Şurası Schumacher’in tozu dumana kattığı yer’ diyecek olan, aynı zamanda anı da sever yarışseverlerin rağbet etmesi bekleniyor. Ne bileyim.

* * *

Nerede kalmıştık...

Ha, elbet her türlü hazırlıktan haberim vardı. Fakat işte ilgimi çekmeyen olaylar karşısında her zaman olduğu gibi bu sefer de uzayda bir yerde uzaylılar için bir şeyler yapıldığı düşüncesi ve hissiyatı içerisindeydim.

Fakat bu uzaylılık hali artık tersine dönmeye başladı galiba. Yani bu ilgisizlikle birçok konuda ben ‘uzaylı’ kalıyorum.

Bir yandan da ABD’nin zırt pırt gidip gelmelerinden uzay, ıraklık ifade eder olmaktan çıktı. Bilinmezliği de kalmadı. Bizim ‘Beyaz Türkler’in toplaşıp tur düzenlemeleri an meselesidir hatta. Belki onlardan önce gazetecilerden bir grup oluşturulur.

Diyeceğim, bir şeyin hayatımdan ne denli ırak olduğunu anlatmak için neyi örnek vereceğim uzay yerine, onu düşünüyorum.

Uzatmayayım, netice olarak Formula 1, bana bilmediğim bir dünyanın kapılarını açtı.

‘Açtı da ne oldu, gittin seyrettin mi, ne öğrendin?’ şeklinde bir seri soru soracaksınız.

Seyretmedim, bir şey de öğrenmedim. Ama bakın oturup içinde ‘Formula 1, araba yarışı, pist, Schumacher, tozu dumana katmak’ gibi tamamen teknik (!) kelime ve deyimlerin geçtiği bir yazıyı kaleme aldım.

MIŞ-MUŞ

Fazla mesai yapanlarda kaza ve hastalık riski yüksekmiş.

Maksat araştırma olsun! Yarın bakmışsınız, denize girenlerde girmeyenlere oranla boğulma riskinin yüksek olduğunu koymuşlar ortaya...

Ananaslı tuvalet káğıdı çıkmış.

Çok şükür, kıçımızla ağzımız arasındaki ayrımcılık kalktı!

AKP Muğla Milletvekili Terzibaşıoğlu, üzerinde Erdoğan’ın resmi bulunan pastayı kesmeyi reddetmiş.

Belki İstanbul’daki Recep Tayyip Erdoğan Bulvarı’ndan da geçmiyordur, hani ayaklar altına almış olmamak için.
Yazının Devamını Oku

Yaşasın Türkiye!

20 Ağustos 2005
Bizim gazetenin ekonomi sayfasında Türkiye’nin jean ihracatında dünya liderliğine koştuğu haberini görünce <B>‘Hey gidi günler!’</B> dedim. Bu lafı çok sık eder oldum zaten. Neye alamet olduğunu anlarsınız... Gerçi 30 yaşında artık yaşlandıklarına dair hüzünlü yazılar yazan arkadaşlarımız var. Aslında hak ettikleri iki tokattır ya... Yine de anlamıyor değilim onları. Fikrin ve hissin en oynak olduğu husustur bu yaş ve yaşlılık konusu. Birkaç sene sonra 30 yaş için tamamen farklı şeyler düşüneceklerdir.

Uzatmayayım, ‘Hey gidi günler’ diye andığım zamanlarda bırakın ihraç etmeyi, kendi kıçımıza giyecek jeanimiz yoktu. Hatta ne menem bir şey olduğundan bile habersizdik. Tam hatırlamıyorum, belki filmlerde falan görmüş olabiliriz.

Jean’le tanışmamız Türklerin Almanya’ya işçi olarak gittiği yıllara denk düşer. Ellerinde sapından tuttukları kasetçalar ve işte ayaklarında o mavi şeyle izne geldikleri günlere...

Fakat bu sadece bir tanışmaydı. Jean’in belden aşağımızın doğal derisi haline gelmesi ise daha sonraki yıllarda gerçekleşti.

O zaman nerede bulup da giyeceksiniz...

Zor.

Önce ‘Almanyalı tanıdık’ peşine düşeceksiniz...

Rica minnet bedeninizi yazdığınız káğıdı eline tutuşturacaksınız...

Sonra oturup bir sene geçmesini bekleyeceksiniz ki, adam yeniden izne gelsin...

Kader kader olalı belki de ilk ve son defa o günlerde Anadolu’nun yüzüne gülmüştü. Jean sayesinde. Almanya’ya göç büyük şehirlerden ziyade Anadolu’dan gerçekleştiğinden, ilk defa jean sahibi olmak Anadolu insanına nasip olmuştu.

Şimdi gençler inanmayacaklar Türkiye bir zamanlar jean’i olanlarla olmayanlar diye ikiye ayrılırdı.

Vallahi.

Olanlar olmayanları adam yerine koymazdı.

Belki de ilk bölünme tehlikesini o zaman yaşadık... Olabilir yani.

Sonra...

Sonrasını hatırlamıyorum.

Her şey birdenbire oldu. Yani neredeyse bebeklerin doğumhaneden zıbının altına jean giydirilmek suretiyle çıkartıldıkları bugünlere nasıl geldik hatırlamıyorum.

Hatırladığım yokluğuyla bolluğu.

İşte nihayet ihracat lideri olmak üzereymişiz.

Kibariye olsa şimdi bu yazıyı ‘Yaşasın Türkiye!’ diye bitirirdi.

Kolayı sıcak içiniz!

Üç kardeş olarak yıllardır sürdürdüğümüz çabalar tam meyve vermek üzereyken her şey sil baştan oldu.

Annem mağlup olmak üzereyken galip geldi. Bilim adamlarının büyüklerin öğütlerini doğruladıklarını okudu gazetede. Hani ‘Islak saçla yatmayın’ gibi şeyler...

Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz; bizim gibi sıradan insanların onayına razıyken bilim adamlarının onayı geldi aniden. Kendisi şu anda zafer sarhoşluğu içerisinde. Ve her sene yeni icatlarla uzayan meşhur listesini yeniden sürdü önümüze.

Hayır, uyulacak gibi olan var olmayan var...

‘Terli terli soğuk su içmeyin!’ mesela... Neredeyse terden ibaret olduğumuz şu günlerde idrar sıcaklığında su içeceğiz yani.

Ya kolaya ne demeli?.. Annem dünya deviyle inatlaşıyor adeta.

Ne yazıyor kolanın üzerinde?

‘Soğuk içiniz.’

Annem ne diyor?

‘Sıcak içiniz.’

Bilmiyorum buzdolabı görmemiş kolayı denediniz mi hiç... Aynı anadan olmadığımıza göre nereden bileceksiniz...

‘Dondurma eritilip sıvı haline getirildikten sonra tüketilecek!’

Şefin tavsiyesi!

Bütün bunlar faranjit olmamak için yapılıyor. Fakat maaile faranjit olduğumuzu söylesem...

Islak saçla yatmamayı anlayabiliyorum.

Ama annemde ‘ıslak saç’ ana başlığının altı, uzayıp giden tren yolları misali.

‘Islak saçla sokağa çıkma!’ tamam da ‘Islak saçla evin içinde yürüme! Yürüme hızının yarattığı rüzgár çarpabilir!’ de var mesela...

Ne diyeyim...

Son günlerde bilim adamlarına çok sataşmıştım, bana bir oyun edecekleri belliydi!

MIŞ-MUŞ

Japon bilim adamları robotların hissetmesini sağlayacakmış.İnsanların hissizleşmesi ise kendiliğinden oldu.

Korsan kitap ve CD satışında dünya rekoru kırmışız.Toplanıp toplanıp bakana çıkmalar bunaymış.

Japonya’da 7,2’lik depremde 60 kişi yaralanmış.Moralinizi bozmayın, biz onlardan daha iyi durumdayız! Bugün İstanbul’da deprem olsa o kadar yaralı çıkmaz. Herkes öleceğinden...
Yazının Devamını Oku