Pakize Suda

Ayna ayna söyle bana...

18 Ağustos 2005
<B>HOLLYWOOD’</B>un ünlü estetik cerrahı Dr. <B>Francis R.Palper, </B>bizim <B>Siren Ertan’</B>a güzellikte 100 üzerinden 100 verdi biliyorsunuz. Gerçi biz onun güzel olduğunu zaten biliyorduk.

‘Nereden?’ derseniz, adı üstündeydi...

‘Sosyetik güzel.’

Fakat hakkını yemeyeyim, ‘Güzelim işte, daha ne olsun!’ demedi, iş hayatına atıldı, tasarımcı oldu kızcağız.

Yalnız çok üzüldüm, geçenlerde kalbini kırmışlar. Bir restoranda yemek yerken masada bulunan kadınlardan biri, ‘Bence en güzel Ceyla Gölcüklü. Hem güzel hem kültürlü çünkü’ demiş. Bunun üzerine Siren Ertan derhal mekánı terk etmiş.

Sarayına varınca avcıbaşını yanına çağırıp emir vermiş: ‘Ceyla Gölcüklü’yü ormana götürüp öldürecek, yüreğini söküp bana getireceksin!’

Ne diyorum ayol ben?!

Tabii ki yok böyle bir şey. Ertan sadece yeryüzünde kendisinden daha güzel bir kadının var olduğunu düşünen biriyle aynı mekánda bulunmayı reddetmiş. Bundan normal ne var!

Zaten konumuz bu iki hanımefendi değil. Allah her bir santimetrekarelerini güle güle kullanmayı nasip etsin kendilerine! Yani sağlık sıhhat içerisinde güzelliklerinin tadını çıkarsınlar demek istiyorum.

* * *

Ben esas ‘konuşan ayna’ rolündeki kadının ‘Senden güzel Ceyla var, çünkü hem de kültürlü’ sözünden yola çıkarak kültürle güzellik arasındaki ilişkiyi irdelemek istiyorum.

Duyan da bilimsel laflar edeceğim zanneder... Oysa sadece ‘Ne alakası var’ diyeceğim.

Hakikaten ne alakası var... Tamam güzellik bir bütündür de bu, kadınla ne yapacağınızla ilgilidir biraz da. Nikáhınıza alacaksanız bakın bütünlük var mı yok mu... Ama şampuan reklamı çekecekseniz...

Güzellik yarışmaları mesela...

Adı üstünde ‘güzellik yarışması’.

Kızları soymuş, orasını burasını inceliyorsun. Yani belli ki fiziki güzelliktir burada esas olan.

Fakat akılları sıra bir ağırlık katacaklar ya yaptıkları işe... Yarı çıplak kızlara, ‘Elinizde sihirli değnek olsa değiştireceğiniz üç şey ne olur?’ gibi manasız bir soru sormak suretiyle...

Üç lisan bilen, iki üniversite bitirmiş kızlar da katılıyor bazen yarışmalara. Fakat ‘Savaşları durdururum’dan öteye geçeni görmedik daha. Hani ötekilerden farklı olarak zeká pırıltısı taşıyan esprili bir cevap versinler... Yok.

* * *

Diyeceğim, bazı kadınları tablo gibi göreceksiniz.

Seyredeceksiniz sadece.

Tablodan aynı zamanda misal mikser de olmasını bekleyebilir misiniz?

Ve tablosuz bir ev düşünebilir misiniz?

Bırakalım bazı kadınlar da sadece güzel oluversinler.

Hayır, zaten güzellik geçince apışıp kalınıyor, bari şimdiden burunlarından getirmeyelim.

MIŞ-MUŞ

Araştırmaya göre kadınların göğüsleri giderek büyüyormuş.

Bir iki saat içinde büyüyeni duymuştuk da...

İlk cinsel deneyim 13 yaş altına inmiş.

Bugün sünnet, dün seks!

ABD’de yapılan araştırmaya göre parayla saadet mümkünmüş.

Biz onu yıllar önce ‘Parayı veren düdüğü çalar’ şeklinde ifade etmiştik.
Yazının Devamını Oku

Kadın-erkek eşitliği sağlandı!

16 Ağustos 2005
<B>GERÇİ </B>bu kadarını istemiyorduk...<br><br>Ama oldu işte! Bir kadın ‘namusunu temizledi’.

Böylece kadın-erkek eşitliği tam olarak sağlanmış oldu!

Dayaktan, içkiden falan bezip kocasını öldüren kadına çok rastlamıştık da ‘namus temizleme’ hadisesi ilk oluyor.

Okumuşsunuzdur, Samsun’da bir kadın, başka bir kadınla yatakta yakaladığı kocasını, tabancayla vurmak suretiyle öldürdü.

Burada eşitlik adına atılmış bir adım daha var.

Tabancayla vurmak!

Kadınlar, bütün gün zaten ellerinin altında olan aletlerle öldürme yoluna giderlerdi daha ziyade...

Mesela soğan doğradıkları bıçak.

Bir bakmışsınız kocasının penisini kesiyor bu defa...

Ya da çaydanlık.

Az önce attığı dayaktan yorgun düşmüş uyumakta olan kocanın kafasına bir çaydanlık kaynar su boca ediliyor...

Ellerinin alışık olduğu alet edavatla yapınca bu işi, psikolojik olarak öldürmüyor gibi hissettiklerinden midir artık...

Soğan doğrarken eli kaymaz mı insanın...

Çaydanlığı yanlışlıkla devirmez mi...

Olağan şeyler yani.

Bir bakmışsınız bu arada adam da gidivermiş...

***

Farkındayım, şaka götürür bir konu değil. Ben de uzatmayacağım zaten.

İnsanoğlunun kendini sevdirmekle ilgili bir zoru var. Hatta tek zoru bu bile diyebiliriz.

‘Beni sevin!’ diyor. ‘N’olur sevin!’

Bütün numaralar bunun için.

Başarı, şöhret, para, yalan, şiddet. Hangi taşın altına baksanız insanoğlunun kendini sevdirme isteği yatıyor.

İşte en son noktada, artık umut kalmayınca, cinayet bile işleyebiliyor.

‘Beni sevmeyen ölsün!’

Cinayet sebepleri yüzdelerine göre sıralansa herhalde birincilik ‘Beni sevmeyen ölsün’cülerindir.

Gazetelerin üçüncü sayfasını birkaç gün takip ederek anlayabilirsiniz. Bakın bakalım alacak verecek yüzünden canından olanlar mı çok, yoksa artık sevmediği kocasına dönmeyi reddettiği için ölenler mi...

İnsanoğlu her şeyin altından kalktı da şu zaafıyla baş edemedi.

Acıklı bir halimiz var netice olarak.

MIŞ-MUŞ

‘Kokuyor’ diye balık yemiyormuşuz.

Onun yerine ‘kokmayan’ bol soğanlı lahmacunu tercih ediyoruz.

*

Mars’a son model araç gönderilmiş.

Hayrola, oralarda da bi devlet büyüğü mü peydahlandı?

*

Evliler 23.6, bekárlar 33.3 dakika sevişiyormuş.

Evlilik ‘özetleme’yi öğretiyor diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Cevap alıyorum!

14 Ağustos 2005
<B>OKURU </B>bilmem ama bu köşe benim için çok faydalı. Sürekli bir şeyler öğreniyorum. Hani yazarla okur arasında bir alışveriş durumu söz konusuysa benim açımdan alış kısmı tamamdır. En son sarmısaklı dondurmanın var olduğunu öğrendim mesela...

Bir tez ileri sürerken öyle uç noktada bir örnek vereyim ki diyorum, ‘Yok devenin nalı!’ desin okur... Fakat işte yeteri kadar uca gidemiyorum demek...

Sarmısaklı dondurma varmış meğer. Fakat benimki tam bir bozgun sayılmaz. Durum fifti fifti. Türkiye’de değil California’daymış sarmısaklı dondurma. Bir sarmısak restoranı varmış. Bütün menü sarmısaklı yemeklerden oluşuyormuş. Üstüne de işte sarmısaklı dondurma... Restoranın adı Stinking Rose. Yolunuz düşerse aklınızda bulunsun.

Fakat lezzeti konusunda bir malumat veremeyeceğim. Adresi veren okurlarım bu hususta bir şey dememişler zira. Herhalde ‘Bugüne kadar bu lezzeti tatmadan nasıl yaşamışız!’ dedirtecek bir yanı yoktur. Defilelerin giyilemez tuhaf kıyafetleri gibi ‘Maksat şov olsun’dur herhalde ortaya çıkış nedeni...

* * *

Bir okurum da rezervuar meselesinin yarısını çözmüş. Öteki yarısının çözümünü ise içinizden birinden bekliyor.

‘Evde çağlayan var sanki’ demiştim hatırlarsanız... Okurum, rezervuara giren besleme suyunu rezervuarın alt bölümüne vermek suretiyle dolma işlemi sırasındaki sesi kesmeyi başarmış. Size kalan boşalma sırasındaki sesi kesmek.

Becereni bizzat tarihe kaydettireceğim demiştim. Sözüm söz. Yalnız Montgolfier kardeşler gibi ikili olarak geçeceksiniz tarihe, o var.

Adını sonradan yine sizden öğrendiğim yelkovan kuşlarının neden denizin iki parmak üstünden uçtukları konusunda bir aydınlatma da bir başka okurumdan geldi.

‘Bilgiyi paylaşacaksınız’ demiş bir büyük adam... (Emin değilim ama büyük ihtimalle demiştir biri.)

Aynen aktarıyorum.

‘Gündüzleri deniz genelde daha soğuktur. Denizin hemen üzerindeki hava soğur, ince, daha yoğun bir tabaka oluşturur. Özellikle orta/uzun mesafe uçucuları için enerji ekonomisi hayati önem taşır. Daha az enerji harcamak isteyen kuşlar da daha yukarıdaki sıcak hava yerine, kaldırma kuvveti daha fazla olan bu soğuk hava tabakasının hemen üzerinde (aynen deniz üzerinde seken taşlar gibi) uçmayı tercih ederler.’

İşte böyle!

Ben soruyorum, okur cevaplıyor. Haydar Dümen’in ters yüz edilmiş haliyim bir nevi.

MIŞ-MUŞ

Sibirya’da 11 bin yıllık buzul erimeye başlamış.

Bizimkiler duymasın, donunu alan koşar vallahi!

Ağar, Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi için ‘Sanki Türkiye’nin bir iline değil de yurtdışına gidiyor gibi bir hava yaratıldı’ demiş.

Şiirsever Başbakanımız iki mısra patlatabilir... ‘Nazar etme n’olur/ Sen de git, sen de duyur.’

Mali sistem artık daha dayanıklıymış.

Farkındayız! Kimsenin ekonomik durumunda bir düzelme yok, mali sistem iyi karşı koyuyor!
Yazının Devamını Oku

Yakıştıramadım...

13 Ağustos 2005
Haluk Bilginer’den izin çıkınca Aşkın Nur Yengi konser vermiş!<br><br>İnanmıyorum ben buna. Yani aralarında bir izin sorunu yaşandığına.<br><br>Haluk Bilginer kimdir? İngiltere’de de oyunculuk yapmış bir sanatçı. Yani mahalle esnafından Haluk Efendi değil. Ne zihniyet olarak, ne de çevresi itibarıyla. Sevgilisinin şarkıcı oluşunu ayıplayacak dar görüşlü insanlar arasında sürdürmüyor hayatını.

Peki Aşkın Nur Yengi kimdir?

Bu memleketin sayılı iyi şarkıcılarından biri. Yani pavyonda konsomatris değil. Ki kendisini bu hayattan çekecek birini bulunca kıçını kırıp evinde otursun.

Aman ha!

Yanlış anlamayın, konsomatrislere bir sözüm yok. Hatta fazladan bir sempatim var onlara karşı. Hiç rencide etmek istemem.

Ayrıca iş iştir. Ama kendimizi kandırmayalım. Pek de heves edilecek, idealleri süsleyen, mecbur kalmadan da yapılacak bir şey değildir. Kızınızın seçmesini ister misiniz mesela?

*

Neyse, konuyu dağıtmayalım...

Diyeceğim, Haluk Bilginer’in Aşkın Nur Yengi’ye sahne yasağı koyduğuna inanmıyorum...

Öyle bir eğilimi olsa Zuhal Olcay’a da yapardı aynı şeyi.

Aksi halde durum, iki ucu pislikli değnek. Ya Zuhal Olcay’ı kadın yerine koymuyordu, ya da Aşkın Nur Yengi’yi hakiki sanatçı saymıyor.

Ki ikisi de olamaz. Katiyen konduramam.

Netice olarak ne Haluk Bilginer’e bu yasağı getirecek zihniyeti, ne de Aşkın Nur Yengi’ye bu durumu kabulü yakıştırırım.

Bizim medyanın uydurması olmasına razıyım. Biz inandırıcılığımızı kaybedelim; yeter ki iki değerli sanatçı, çıktıkları yerlerden, sıradan kadın-erkeklere araba yolu yaratacak çağdışı davranışlara küt diye inmesinler.

Bu ne aşk dedikodusuna benzer ne başka şeye... Onların yerinde olsam bu iddiaları çok ciddiye alır, çıkar bir açıklama yaparım.

Gerçi söz konusu konserle yalanlamış sayılırlar ama, bir gün bile aralarında ‘yasak’ kelimesinin geçmediğini duymak isterim doğrusu. Hem bir kadın, hem de şarkı söyleyen biri olarak.

*

Ha şu da var tabii. Aşk bazen her şeyden vazgeçtirir insanı. Tahtını bırakanlar bile oldu. Ama ortada iki kişinin inisiyatifi dışında konmuş kurallar vardır; elinizin tersiyle itersiniz o kuralları, aşkı seçersiniz, herkes de alkışlar sizi... Bu başka bir şey.

Şunu söyleyeyim, Sezen Aksu hayatındaki erkeğe göre duruşunu değiştirdi mi hiç?.. Şarkı sözlerinden takip edebilirsiniz ancak duygularını. O kadar.

Ama Sibel Can gibi, duruma göre bir var bir yok olmayı seçtiyseniz bilmem. Gerçi o bile sonunda ‘Kararımı kendim veririm’ dedi. Bu vesileyle tebrik ediyorum kendisini.

Aşk geçer...

Sonra bir bakarsınız zaman da geçmiş.

Geçecek elbet.

Ama o arada kendinizden vazgeçmişseniz kötüdür. Çok kötü.

MIŞ-MUŞ

Müslüm Gürses metal söyleyecekmiş.

Esas hayranları kapısına gidip, ‘Yuvana dön baba!’ diye bağıracaklar yakında.

Demirel, ‘Özal Irak’a girdi de ben mi tuttum’ demiş.

Özlemişiz be!

Diyanet İşleri Başkanlığı ‘Evlatlıkla evlilik günah değil’ demiş.

Derdimiz buydu! Biri de çıkıp ayıp olmadığını söyledi mi tamamdır bu iş!
Yazının Devamını Oku

Su muzırlığı kışkırtır

11 Ağustos 2005
<B>ÇOCUKLUĞUMDA </B>yapmak istediğim bir sürü şey vardı... İleriye dönük değil ama hemen o günlerde.<br><br>Fakat yaptırmadılar.<br><br>Çocukluk insanın en özgür dönemiymiş gibi görünse de değil aslında... Sürekli göz hapsindesiniz ve neredeyse her şey yasak.

İşte o günlerde, üstümden ana baba baskısı kalkınca, yapmak istediğim her şeyi gerçekleştirmeye söz vermiştim.

Fakat o gün bu gündür hálá yapacağım...

Boşuna dememişler ‘Bugünün işini yarına bırakma’ diye... Olmuyor işte.

‘Borçlu geçmek’ gibi bir nevi.

Paçamda o günlerden kalma takıntılar var.

***

Radikal’de bir haber vardı; Diyarbakır’da belediye, şehrin meydanına yaptırdığı havuzun suyuna, çocukları girip oynamasına mani olmak için mavi pasta boyası atmış. Girerlerse bir hafta boyunca masmavi dolaşmak durumunda kalacakmış çocuklar. Daha önce her türlü yasağı denemiş belediye, fakat olmamış.

İşte bu haberi okuyunca aklıma geldi ertelediğim şeyler...

Nedir?..

Mesela ayakkabılarımın burnunu yere sürtmek... Delinene kadar.

Kanapenin üstünde sonsuza kadar zıplamak...

Arkadaşlarımın evinde istediğim kadar kalmak... Akşam olduğunu falan umursamadan...

Sinirimi bozanın saçını çekmek...

Günlerce eve girmeden yakar top oynamak...

‘Pis laflar’ söylemek...

Dikiş makasıyla káğıt kesmek...

Sadece çikolatayla beslenmek...

Duvarları çizmek, boyamak...

Şimdi bazı belediyeler şehrin bazı duvarlarını çocuklara teslim ediyorlar, resim yapsınlar diye...

Benim istediğim böylesi değil. Bir sanat eserinden ziyade kirlilik yaratmak benimkisi... Gelişigüzel çizmek, karalamak. Anlaşmalısının tadı olmaz ki.

***

Ve su...

O çocukların, o havuza girmek için nasıl karşı konulmaz bir istek duyduklarını öyle iyi biliyorum ki...

Suyla oynamak bütün saydıklarımın anasıdır bir çocuk için.Her türlüsü...

İşte o havuza girip arkadaşların üzerine su atmaktan tutun da parmakların ucu buruşana kadar elleri musluğun altında tutmaya kadar...

Yıkanırken ayakları şap şap yere vurmak...

Duştan gelen tazyikli suyla banyonun orasını burasını hedef almak...

Balkonda elde bardak kafasına su dökülecek birilerinin geçmesini beklemek.

Say say bitmez.

Su, muzırlığı kışkırtan bir şey hakikaten.

Fakat işte büyükler kontrol ede ede neticede bir otokontrol koyuyorlar çocukların içine. Bütün bunlar birer ukde olarak kalıyor.

MIŞ-MUŞ

Maliye Bakanı Unakıtan, yabancıya satışa tepki olarak istifa eden Erdemir ve İsdemir genel müdürlerine ‘Sana ne!’ demiş.

Tabii... Adamcağız kendi malı için hesap mı verecek bir de!

*

Ses dalgalarıyla vücuttaki yağlara veda edilecekmiş.

Sofralardan, şuradan buradan mütemadiyen gelen görüntü dalgalarını ne yapacağız?

*

Suudi Prens Faysal Bodrum tatiline gelirken saz heyetini de getirmiş.

Yerli tatilciler olarak Bodrum’a biz yapacağımızı yapmıştık da tepesine tüy dikme işi kalmıştı, Suudi saz heyeti yetişti demek...
Yazının Devamını Oku

Yok aslında birbirimizden farkımız

9 Ağustos 2005
<B>BİR </B>süredir gündemi Caddebostan Plajı’ndan donla denize girenler meşgul ediyor.<br><br>Cümleyi yanlış kurdum. Sanki gündeme onlar talipmiş gibi oldu. Oysa bir şey istedikleri yok. Denize girmek istiyorlar sadece.

Hazır belediye de bir plaj açmışken.

Daha önce Boğaz kıyısında, uygun gördükleri her yerde yaptıkları şeyi Caddebostan Plajı’nda yapıyorlar şimdi. Alıştıkları gibi, donla...

Ben Caddebostan’ın yıllar önceki o şaşaalı halini bilmiyorum. Herhalde Beyoğlu’na şapkasız çıkılmaması gibiydi durum. Fakat işte şimdi donla denize girenler var.

‘Sadede gel’ diyeceksiniz.

Geliyorum ve diyorum ki her iki zamanda da ortada tuhaf bir durum yok. O günlerdeki şıklık ‘devir normali’ydi. Bugünkü don paça durumu da öyle.

O günkü ortamı özel plaj timleri mi sağlıyordu?

Belediyenin zorlaması mı vardı Beyoğlu’na en şık elbiselerin giyilip çıkılmasında?

Yoo.

Toplumun profili oydu.

Şimdi de profil bu.

Gele gele geldiğimiz nokta bu yani.

Fakat ne yapacaksınız...

Sopayla mı değiştireceksiniz...

Bakarsınız 30 yıl sonra başka türlü olur.

Ama kendiliğinden.

Zorla değil.

***

Yol yordam bilmeyenler sırf donla denize girenler mi?

Plajda topuklu, taşlı terlikle gezmek...

Havuzun kenarına fön çektirip inmek...

Memelerin yarısı meydanda işe gitmek...

Markete, alışverişe, hatta cenazeye bile giderken gece makyajı yapmak...

Gündüzün kıyafetini gece, geceninkini gündüz giymek.

Ödül törenine blucinle katılmak...

Bunların donla denize girmekten hiç farkı yok.

Hepimiz yapıyoruz bu saydıklarımı...

Bir güzel de itibar görüyoruz.

Oysa dediğim gibi aynı kapıya çıkıyor.

Yani yok aslında birbirimizden farkımız...

Dolayısıyla birbirimizi eleştirmeye yüzümüz de...

MIŞ-MUŞ

Almanya Yaş Meyve ve Sebze İthalatçı Firma Birlikleri Başkanı, ‘Türk biberinde 400’den fazla yabancı madde kalıntısı çıktı’ demiş.

O maddelerin her biri için ayrıca talep etmediğimize şükretsinler!

Pamukkale’yi gezen Kültür ve Turizm Bakanı Koç, antik havuzda Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın yüzdüğünün söylenmesi üzerine ‘Her yere yıkanmaya mı gitti bu Kleopatra?’ demiş.

İleride kendisi için de soranlar olacaktır... ‘Her yere inci yumurtlamaya mı gitti bu Koç?’
Yazının Devamını Oku

Duşbükü’nden bildiriyorum

7 Ağustos 2005
<B>EVET,</B> Duşbükü’nden bildiriyorum...<br><br><B>‘Mevsim normali’</B> budur zira.<br><br>Şimdi siz beni keyif için buradayım zannediyorsunuzdur... Gündüz şezlongda, gece bar taburesinde...

Oysa hayır!

Ben buralara sorun saptamaya geldim.

Saptayıp size aktarmaya...

Bir nevi ‘inceleme gezisi’.

‘Bize ne Duşbükü’nün sorunlarından!’
diyeceksiniz...

Teessüf ederim!

Memleketin her parçası bizim.

Ben de bilirdim daha keyifli köşelere gitmeyi... Tatilimi oralarda geçirmeyi...

Fakat ne yaptım... Kalktım Duşbükü’ne geldim.

Fedakár Pakize!

Sorumluluk peşimi bırakmıyor.

Bu gazetecilik dediğiniz şey böyle bir şey işte!

Hiçbir zaman gevşeyemezsiniz.

Zaten gevşetmezler de.

Nereye gitseniz ahali rahat vermez.

Politikacıya bile ‘Sağlığınıza duacıyız’ derler de gazeteciden ha bire iş beklerler.

Dağın başına çıksanız çobanın biri gelir bulur sizi...

Yazmanızla şıp diye çözülecek bir derdi vardır mutlaka.

* * *

Uzatmayayım, Duşbükü’nden bildiriyorum.

Vallahi gözünüz kalmasın, tatilime nazar değmesin, keyif çattığım belli olmasın diye söylemiyorum hakikaten çok sorun var!

Bir kere çok dar burası...

Hani çişe bile grup halinde gidenlerdenseniz olmaz!

Yalnızlığı seven nesli tükenmişlerden olacaksınız.

İkincisi, teşhir imkánı sunmuyor insana...

Hevesle düzdüğünüz ‘plaj gardırobu’nuz elinizde kalır, söyleyeyim.

Hayır siz yine isterseniz pareonuzu bağlayın, taşlı topuklu terliklerinizin üstüne çıkın, halhalınızı takın da... Bir gören olursa gıpta etmez, Balıklı Rum’dan ambulans çağırır ancak, bunu da söyleyeyim.

Sonra ufuk yok burada...

‘Sabunluk’tan ‘süngerlik’e çeviriyorsunuz gözünüzü... Görüp göreceğiniz bu!

‘‘Sabunluk’ nerede, ‘gümüşlük’ün oralarda mı?’ diye soranlarınız olacaktır mutlaka...

Bunu sıcaklara yoracağım, söz!

Siz de benim saçmalamalarım için aynı şeyi yapın lütfen!

Ama ben sıcaktan şikáyet edemem.

‘Sıcaklarla aranız nasıl?’ şeklindeki, dünyanın en anlamlı sorusunu sordu geçenlerde bir taksi şoförü...

Katiyen beklediği cevabı vermedim. Sözüm var zira şikáyet etmemeye... İzmir’in sıcaklarından sonra İstanbul’da sıcaktan yakınmayı şımarıklık saydığımdan...

Aslında soruya muhatap olduğum sırada kaynama noktasına erişmeme tahminen iki derece falan kalmıştı.

Sahi insanın kaynama noktası kaç derecedir acaba?

Yok ama... Şikáyet etmeyeceğim.

Beynimin sulanması sıcaktan değil.

Su aldı benimkisi.

İnsan kısmı 24 saat tepesinden şar şar su akar şekilde yaşamaya programlanmamıştır herhalde...

Olacağı buydu...

Sulanmasa bile yaydı kendini, farkındayım.

MIŞ-MUŞ

Ankara-Paris gerginmiş.

Hayırlısıyla Sümeyye’yi baş göz etsek, Chirac’ı da nikáh şahidi yapsak gevşer mi acaba?

4x4 cipleri erkekler özgüven eksikliğinden alıyormuş.

Cipe değil kadınlara şükretsinler! Ya ‘cipe tav’ kadınlar olmasaydı?
Yazının Devamını Oku