4 Şubat 2006
Bana öyle geliyor ki nar ötekiler gibi fos çıkmayacak. Daha önce milletçe kürünü yaptığımız bir sürü şeyin sonradan öyle söylendiği gibi mucizeler yaratmadığı çıktı ortaya.
Fakat nardan ümitliyim.
Neden derseniz...
Muza benzemediği için.
Şöyle izah edeyim: Narın adeta ölüme çare olduğu anlaşıldı. (İnsanoğlundaki idrak hızına dikkatinizi çekerim.)
Anlaşıldı da yiyebilene aşk olsun!
Mesela çocuğunuzun eline muzu verdiğiniz gibi narı verebiliyor musunuz yesin diye?
Veriyorsanız ve o da döküp saçmadan, evi kızıla boyamadan ayıklayıp yemeyi beceriyorsa derhal el sanatlarına yönlendirin çocuğunuzu!
Ben koca kadın beceremiyorum.
Kendimi bildim bileli ne zaman nar yemeye kalkışsam sonuç fiyasko olmuştur. Kaç senedir vazgeçmiştim fakat işte bu sene "olmazsa olmaz" kimliğiyle çıkınca karşımıza...
En son iki gün önce denedim, gören mahallenin kurbanı bizim mutfakta kesilmiş zannederdi.
Hálá kapalı dolapların içinde nar suyu damlacıkları çıkıyor karşıma ve hálá kıyıdan köşeden nar tanesi topluyorum.
*
Sahi nar nasıl soyulur?
Kim 500 milyar istiyorsa buyursun cevaplasın!
Portakal gibi kuzey kutbundan güney kutbuna doğru bıçakla çizikler atmak suretiyle mi?
Elma gibi kendi ekseni etrafında döndürüle döndürüle mi?
Hadi bir şekilde soydunuz diyelim. Bir kere tanelerin çoğu kabukta kalıyor. Etle tırnak misali öyle bir kaynaşma hali...
Kabuktan vazgeçemeyen tanelerden siz vazgeçtiniz diyelim, geri kalan narı nasıl yiyeceksiniz?
Isırarak mı?
Bıçakla dilimleyerek mi?
İkisi de olmuyor. İnsanın eli yüzü, üstü başı trafik kazası yaralısına dönüyor.
Elinizin ayasını devreye sokacaksınız. Ezmeden, patlatmadan, nazikçe ovalamak suretiyle taneleri birbirinden ayırmaya çalışacaksınız.
Çok becerikli olduğunuzu ve netice olarak nar tanelerini bir káse içerisinde yemeye hazır hale getirdiğinizi varsayıyorum.
Sıra geldi zurnanın zırt dediği yere!
Çekirdekler yutulacak mı, yoksa ağızda suyu çıkarıldıktan sonra atılacak mı?
Eğer yutulacaksa bir müddet sonra bağırsak tıkanmasından hayata veda edilebilir.
Yok eğer ağızdan atılacaksa, bu nar denen şey kimsenin yanında yenmez! Hani neredeyse burun karıştırmakla aynı şey o posanın ağızdan çıkarılması işi. Kapıyı bacayı örtüp gizlice şey edeceksiniz.
Hiçbir ziyafette şurada burada ortaya nar gelmemesi boşuna değil. Bir tek aşurenin üstünde üç-beş tek görmemiz...
Doktorların "nar" değil de habire "nar suyu" demeleri de bundan.
Fakat suyunu sıkmak da mesele. Elektriklisi çıkınca eskiciye verdiğiniz o kollu, basmalı portakal sıkıcılarını geri alacaksınız.
*
Yani diyeceğim şu:
Bu narda bir hikmet var!
Zor tüketilmesinden belli.
Muz gibi, elma gibi yemesi çocuk oyuncağı olan meyvelere verilseydi bu "insanoğlunun dünyaya kazık kakmasını sağlama işi", doğanın dengesi bozulurdu.
Hem her şeyin bir bedeli var.
Bedava bir dilim ekmek vermiyorlar insana. Hiç zahmetsiz, düşük kolesterol, normal şeker, tıkır tıkır işleyen sindirim sistemi, damarlarda vızır vızır dolaşan kan, her daim gençlik, yetmedi dünya batana kadar ömür verecekler öyle mi?
Onun için nardan ümitliyim.
MIŞMUŞ
"Şehvet" iki yılda "şefkat"e dönüyormuş.Aşkın ömrü üç yıl, şehvetin ömrü iki yıl... Aradaki bir yıl geçiş dönemi oluyor zahir.
Kumar isteği bir hapla yok oluyormuş."Bilişim Çağı" falan fasa fiso, esas "Hap Çağı"na girmiş bulunuyoruz.
Sharon Stone Osmanlı tarihini öğreniyormuş.Bakalım onun da bizim gibi aklında kala kala Baltacı Mehmet Paşa’yla Katherina’nın aşna fişnesi mi kalacak.
Baykal "Unakıtan’ı milletin sırtından indirin" demiş.Sırtımız boş kalmaya alışık değil, üşütmeyelim sonra?
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2006
ASLINDA, ben aşk üzerine yazı yazmayacaktım.<br><br>Ama herkes yazıyor. Bir de, bizim aşklarımızın olmadığını düşünsünler istemem.
Aşk, insanlara özgü bir şey değil. Kuşlar, filler, karacalar, aslanlar, kediler, köpekler, kısacası tüm canlılar tabii ki áşık olurlar!..
Ben ilk áşık olduğumda, çok küçüktüm.
Komşumuzdu o...
Çitin aralığından burnumu uzatıp onu öperdim. Ama asla bir araya gelmemiz mümkün değildi, yasaktı.
Sonra bir gün, bizimkiler durumun farkına vardılar.
Babam beni karşısına oturtup, upuzun bir söylev çekmişti bana:
"Bir defa, o bir kangal... Senin otuz mislin, boylarınız uymuyor... Nasıl olacak o iş?.. Ayrıca sende yükseklik korkusu var."
Zaten sonradan vazgeçtim o aşktan.
Umutsuz bir aşktı.
***
Bugünlerde aptalca bir aşk izliyoruz.
Bizim Gorbi, bizim Çıtır’a áşık oldu. Çıtır çok güzel bir genç kız, tamam... Gorbi’yle boyları da uygun. Ama yaptıkları şeylerden ben bir şey anlamıyorum.
Bütün gece bahçede kaybolup, sonra üstleri başları yaprak ve çerçöp içinde içeri giriyorlar.
Gorbi’nin gözleri şaşı oldu, nereye baktığı belli değil.
Yaptıkları şeyler tuhaf.
Gorbi, Çıtır’ın kuyruğunu ısırıyor, o da onun ayağını alıyor ağzına, öylece dönüp duruyorlar.
Dönmedolap gibi.
Dön dön nereye kadar?
Gorbi’nin gözleri daha da şaşılaşıyor.
Babam, "Bunların fantezileri de bir tuhaf" diyor.
İkisi bir tabaktan yemek yemeye başladılar. Elbette önce Çıtır yiyip bitiriyor, salak Gorbi’ye kalırsa dibi...
***
Olsun, yine de aşk güzel bir şey.
Hayvanların da aşkları vardır.
O aşk sonunda yuvalar kurup yavrularını yaparlar.
Minik serçe yavruları görürseniz dallarda, onların mantık değil, aşk çocukları olduğunu unutmayın. İnce bacaklı taylar, minik kedi yavruları, kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek yavrusu...
Yunusların, aşkları uğruna okyanusu aştıkları yazılıdır... Kimi kelebekler sevişince öleceklerini bilip aşkları uğruna ölürler... Sıcağı seven kediler, aşk uğruna değil mi ki en soğuk ayı çatılarda geçirirler.
Ama insanoğlu tüm bunları göremez...
Anlayamaz...
Birçok şey gibi...
***
Yukarıdaki Yazı Pako’nun.
Pako’yu biliyorsunuz... Hürriyet’in eski yazarlarından... Babası Sevgili Bekir Coşkun’un deyişiyle "Küçük kara köpek".
Kendi gitti sayfası kaldı yadigár. Bir de, birini yukarıda okuduğunuz, yazılarının bir araya toplandığı kitabı "Ben Pako". Doğan Kitap’tan çıktı.
Kitabı bitirip bir süre sonra bu yazı için bir tanesini seçmek üzere yeniden elime aldığımda bir baktım ki "En komik bu", "Yok, en hüzünlüsü olsun", "Bu hepsinden etkileyici" derken güle ağlaya bir kez daha okumuşum tamamını.
Sonunda içinde aşk olanını seçtim.
Hürriyet okurları arasında pek yoktur ama olur ya hayvan sevmeyen varsa, aşk belki "aşka getirir" onları düşüncesiyle...
Acaba, hayvan sevmeyen demeyeyim de hayvan korkusu olan arkadaşlarıma birer kitap hediye etsem... Yazılardan biri olmazsa öteki bir mucize yaratacaktır elbet.
Hem kitabın geliri de barınaklara gidecek madem... Bir taşla iki kuş vurmuş olurum.
Ne? Kuş vurmak mı?
Bir hayvansever olarak acilen bu deyimin yerine geçecek bir başkasını arayıp bulmam lazım.
MIŞ-MUŞ
SSK hastanesinde 1 yaşındaki kız bebeğe gebelik testi faturası kesilmiş.
Neyse... Bebek erkek değilmiş hiç olmazsa!
*
Türk kadınının en büyük sorunu orgazmmış.
Yoksa Türk erkeğinin sorunu mu demeli buna...
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2006
70’li yılların ünlü ve yakışıklı bir futbolcusu... Cemil’le, Fatih’le aynı dönemde top koşturmuştu...
Önce Altay’da, sonra Fenerbahçe’de.
Bazen rastlıyorum, sık sık yolumun düştüğü semtte...
Felçli bacağını sürükleyerek geçip gidiyor önümden.
Muhtemelen futbolseverlerin adeta huşu içerisinde seyrettiği 90 dakikalardan birinde başına ya sert bir top isabet etti ya da bir tekme.
Felçten daha da kötüsü... Kendisiyle konuşmadım ama etraftan anlattılar, eşin dostun gönlünden kopanlarla sürdürebiliyormuş hayatını.
"Bu durumda çok insan var" diyeceksiniz.
Var elbet.
Ama o parlak günlerini hatırladığımdan mıdır, bana daha acıklı geliyor.
Adını vermiyorum.
İznini almadım çünkü.
Teşebbüs de etmedim. Durumunu herkese açıkça anlatıp yardım talep ettiğini duymama rağmen bir gazete köşesinde afişe olmayı istemeyeceğini düşündüm nedense.
Yanılmış da olabilirim, bilmiyorum.
Yani bu yardım çağrısı için kaleme alınmış bir yazı değil.
Nedir o zaman bu satırların nedeni?
Vallahi tam bilmiyorum.
Belki, "Ne nankör iş bu futbolculuk!" klişe cümlesini kurmak...
Belki, "Hey çok para var diye çocuğunu futbolcu yapmak isteyen ana-babalar! Futbolculuk bir meslek değildir, çocuğunuz bir de meslek edinsin" demek...
Belki şimdinin yıldızlarına, "Sırtınızdan çıkardığınız, terden ıslanmış formanızı hatıra olarak saklamaya talip olanlar bir gün ayağınızı sürüyerek yanlarından geçip gittiğinizi farkında bile olmayabilirler" hatırlatmasını yapmak...
* * *
Mutlaka Fenerbahçe camiasında biliniyordur bu futbolcunun durumu. Ben nasıl görüp duyduysam, başkaları da vardır.
Hiç mecbur olmayabilirler yardıma şuna buna... Fakat işte ister istemez kulüplerin böyle de bir sorumluluğu olmalı gibi bir düşünce geliyor insanın aklına.
Belki de yapmışlardır bir şeyler. Ama bazı kişilerin beli doğrulmayınca doğrulmaz ya...
Bu da olabilir.
Ve içinizde, "Zamanında kazandığının kıymetini bilseydi, niye başkaları onun durumunda değil?" diyenler de olabilir.
Haklısınız da...
Hiç bilmiyoruz ki özel şartlarını...
Neler yaşadı, ne oldu...
Ben üzülüyorum doğrusu gördükçe...
Belki formasını giydiği kulüpler de üzülürler, bu yazıyı okurlarsa.
MIŞ-MUŞ
Angelina Jolie, "Amerikalı olmak korkunç!" demiş.
Vallahi Amerikalı olmamak da az korkunç değil. Irak’a, İran’a falan sorun isterseniz.
Yapılan araştırmaya göre erkekler fiziğe önem vermiyor, kadınlar paradan etkilenmiyormuş.
Ay’da mı?
İstanbul’un binaları üflesen yıkılacak durumdaymış.
Okuyup üflemekten başka çaremiz yok; fakat onu da yapamayacağız demek!
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2006
SEVGİLİ Babacığım,<br><br>Mektubuma namazla başlıyorum. Hayır yani burada bu sefer namaz tartışılıyor da... Bu hükümet işbaşına geldiğinden beri İslamiyet’i bir ucundan tartışmadığımız gün yok. Kimimiz hükümetin hoşuna gitmek, kimimiz sinirini bozmak için... Neticede gündemde olmazsa olmaz hale geldi dinimizle imanımız.
Fakat bütün tartışmaların ucu dönüp dolaşıp kadına dayanıyor. En son işte, "Kadın, erkeklerle bir arada ve başı açık namaz kılar mı, kılarsa ne olur"... Budur sorunumuz!
Sen ne dersin bilmem ama İslamiyet’i diğer dinlerden ayıran en önemli özelliği kadına 365 gün 24 saat "dişi" olduğunu hissettirmesi galiba.
Bunca yasağa rağmen kadının kendisini bir seks abidesi olarak görmemesi mümkün değil.
Zaten bütün kadınların çabası bu değil midir?
Bütün giyinip kuşanmalar, dekolteler, takılar, süs püs, kokular, estetikler...
İslamiyet hiç bunlara ihtiyaç duyurmadan altını çiziyor "kadın"ın.
İsterse ağarmış olsun, saçının bir tek telinin bile baştan çıkarıcı olduğunu bilmesi bir kadının... Daha ne ister?
En çirkin kadının bile havaya girmesi işten değil.
Yeryüzünün, kadını "kadın" yerine koyan tek dini bence!
* * *
Sana kötü bir haberim var babacığım, yumurta sonunda nakavt oldu!
"Sonunda" diyorum, zira sen de biliyorsun, bir tavuğun kıçından ilk çıktığı günden beri yerin dibiyle göğün tepesi arasında sürekli gitti geldi zavallıcık. Kolesterol açısından...
Fakat yumurta olalı hiç bu kadar savunmasız kalmamıştı garibim. Kuş gribi diye yeni bir dert edindik de biz... Kümes hayvanlarının etinin yanı sıra yumurtadan da bulaştığı söyleniyor.
Gerçi 40 yıllık bir virüs fakat insana bulaşması ilk oluyor. Mutasyona uğramış da onun için...
Fakat ben virüsün değil, insanoğlunun mutasyona uğradığını düşünüyorum. Senden sonra insanoğluna bir beyaz et düşkünlüğü geldi ki... Şöyle söyleyeyim, ben kendi hesabıma son iki senede bir entegre tesisi yemişimdir.
Diyeceğim, zaman içinde kanatlı hale geldiğimize inanıyorum. Tabii virüsün kanadımız tam mı yarım mı bakacak hali yok, direkt kanatlı muamelesi yaptı bize. Bence durum budur!
Fakat demokrasilerde çare tükenmez. Demokrasi dediysem Türk demokrasisi tabii... Çaresi de ona göre oluyor. Mesela bir lokantanın camında "Yumurtasız menemen yapılır" yazıyordu.
"Diyet bal" gibi demek bu da.
Hayır, benim bildiğim balın şekeri doğal değil midir? Kendinden yani.
Fakat ben gelişmeleri biraz geriden takip ediyorum, belki de aspartamlı bal yapan arılar türedi!
Öptüm babacığım.
MIŞ-MUŞ
Papa, "Aşk olmadan seks ihanettir" demiş.
Papa’yla ters düştük! Biz içinde aşk olmayan sekse "ihanet" değil "kaçamak" diyoruz.
Erdoğan, "Medya yuva yıkıyor" demiş.
Tam tersine! Başbakan gündüz televizyon seyretmiyor galiba.
Yunuslar, beyinlerinin yarısıyla uyuyorlarmış.
Ne var... Biz de yarısıyla uyanıyoruz.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2006
Tiyatro oyuncusu Mümtaz Sevinç’i, sevgilisi, uykusunda bıçaklamak suretiyle öldürdü. Sebep, Sevinç’in ayrılmak istemesi.
"Bizim Kızlar" hiç olmazsa bu hadisede at gözlüklerini çıkarırlar herhalde.
Yoksa yine "Kadın neylerse güzel eyler" mi derler?
Hatırlarsınız... Bazı derslerde öğretmen sınıfı iki gruba ayırır, aynı konuda birbirinin zıttı iki tez verirdi savunmaları için.
Bazen karşı grubun tezinin doğruluğuna inandığınız halde size verileni savunmak durumunda kalırdınız. Hem de en ateşli bir biçimde.
Bazı kadın yazarların hali tıpkı böyle.
Sanki onlara da "Kadın daima haklıdır" tezi verildi.
Hayır efendim!
Fakat bunu söyleyince otomatikman "Erkekler haklıdır" demiş oluyorsunuz onlara göre. Objektif bakmaya çalışan kadına "içlerine sızmış hain" gözüyle bakıyorlar adeta.
Ben bu "Bütün kızlar toplandık" durumundan hiç hoşlanmıyorum.
Ağlaya sızlaya ortaya çıkarak "Örtmenim şu Ahmet’e bişey söyler misiniz saçımı çekiyo!" misali kocalarından şikáyet edip sonra tekrar o kocalarıyla aynı yatağa giren bazı şöhretli kadınları da sırf kadın oldukları için savunmak hiç içimden gelmiyor doğrusu.
Birkaç ay önce, şahsi sorunlarını toplumun kanayan yarasıymış gibi göstermek isteyen bu tip kadınlardan hiç etkilenmediğimi dile getirdiğim bir yazım yer almıştı bu köşede. Daha cesurunu Nuray Mert yazmış Radikal’de. 24 Ocak Salı günü. "Kendisinin Düşmanı Kadınlar."
Lütfen bulup okuyun.
Temizlik betondan gelir!
"Türkler en çok neye düşkündür?" diye sorsam...
Futbola, sekse, kahvehaneye, lüks arabaya, dedikoduya, çaya, işten kaytarmaya, televizyona...
Böyle uzayıp giden bir cevap çeşitliliğiyle karşılaşırım herhalde.
Fakat bilmiyorum şu da aklınıza gelir mi, ki bence gelmeli.
Beton dökmeye!
Vallahi.
Dikkat edin bakın, nerede iki metrekare boşluk görsek beton döküyoruz.
Hayatında evine bir kilo portakal götürmemiş olan birinin bile mutlaka iki torba çimentoyla çıkageldiği bir günü vardır kişisel tarihinde.
Pencereden bakın bir civarınızdaki evlerin, apartmanların bahçelerine...
Bahçe dediğim lafın gelişi... Yoksa topraksız, çiçeksiz yere bahçe dendiği nerede görülmüş?
Ha, bir tek bizde görülmüş işte!
Tabii düşkünlük derecesi kesimden kesime değişiyor. Mesela eğitim seviyesi düştükçe yürek başına düşen beton miktarı artıyor, buna karşılık toprak miktarı azalıyor.
Sonradan şehirli olanlarda ise bu durum tavan-taban yapıyor diyebiliriz. Memleketlerinde dağ bayır görmekten bıktıklarından mıdır artık...
Belki de medeniyete giden yolun çimenden değil betondan yapılmış olması gerektiğine inandıklarından...
Eminim Rumeli Hisarı’na falan bakıp "Ah bi de betondan olsaydı şu!" diye düşünenler vardır.
Sırf yere döksek neyse...
Zaman zaman önünden geçtiğim ve her seferinde hayranlıkla seyrettiğim bir taş duvar vardı. Bir apartmanın arka bahçesini çeviren... Taşların arasından çiçeklerin, yeşilliklerin fışkırdığı...
Geçen gün bir baktım... A, betona dönüşmüş! Yıkıldım resmen.
Fakat bunu yapanlar "Oh tertemiz oldu" diye hayran hayran seyrediyorlardır, eminim.
"Temizlik betondan gelir" diyor bile olabilirler.
MIŞ MUŞ
Erdoğan parti yönetimi ve bakanlara öfkeliymiş.
Böylece Türkiye’de öfkelenmediği kimse kalmamış oluyor, artık dışarı açılır herhalde.
Erkek-kadın bir arada ve baş açık namaz tartışılıyormuş.
İslam’ın 6. şartı: Günde 5 vakit 5 şart tartışılacak!
Davut Güloğlu ayrıldığı eşi ve sonradan hayatına giren kadınlarla ilgili "Melekten ayrıldım keleklerle uğraşıyorum" demiş.
...ve "odun" dile geldi!
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2006
HABERLİ gelmesi de ayrı bir dert.<br><br>Hazırlıksız yakalandığımızda yollarda kalıyorduk, bu defa hazırdık, yollar ıssız kaldı. Şehrin bu hali ötekinden beter bence.
Vallahi.
Kovboy filmlerindeki gibi...
Hani kovboy kasabaya gelir ki sokakta kedi bile yoktur...
Ondan önce haydutlar gelmiştir zira.
Herkes bir deliğe girmiştir, bir tek haydutlar kasabanın barında içki içmektedirler...
Barda içki içen haydut bile yoktu son iki gündür İstanbul’da.
Oysa Allah için bu defa herkes iyi çalıştı, yollar açıktı.
Fakat "kar" deyince otomatikman "felç" oluyor İstanbullular.
"Şartlı refleks" gibi bir nevi.
Daha ilk kar tanesi düşmeden battaniyeler dizlere çekilmişti bile.
Tedbirsever İstanbullular tedbir olarak eve kapandılar.
Diyorum ki, topumuzu kış boyu karın hiç kalkmadığı bir diyara götürüp yerleştirseler, dünya antropologlarını şaşırtmamız işten değil.
"Nasıl?" diyeceksiniz...
"İnsan"ın da bazı diğer canlı türleri gibi kış uykusuna yattığını göstererek!
25 senedir oturduğum muhitte, bir tek gün bile yerinde olmadığını görmediğim simitçi bile (evet, simitçiliği de sebat edilecek bir meslek olarak görenler var) camekánlı arabasını kilitleyip gitmişti.
Dükkánların çoğu kapalıydı.
Oysa hepsi lazımdı bana.
İnadına.
Valilik ve annem uyarıya başladığı günden itibaren ben de sokağa dönük programlar yapmaya başlamıştım.
"Herkes sokağa dökülsün" deselerdi, bu defa kendimi eve kapatırdım, eminim.
Huyum bu.
Bir şey yasak, tehlikeli, şu bu olmayacak!
Mesela "İnşaata girmek tehlikeli ve yasaktır" tabelasından daha çok çeken bir şey yoktur beni.
Birkaç inşaata girip bakmışlığım vardır hatta.
Bakın reklam sektörü benim gibileri göz önüne alarak yepyeni bir strateji geliştirebilir aslında.
Sigara paketlerinin üstündeki, gittikçe dozu fazlalaşan uyarılar beni ters yönde etkiliyor mesela.
***
Yukarıda bir ara annemden bahsettiğimi fark etmişsinizdir. Hemen açıklık getireyim.
Tahminime göre valilik bu sene birtakım vatandaşları da görevlendirdi. Ve yine tahminime göre annem bu görevlilerden biri. Hayır, yoksa neden yarım saatte bir arayıp "Sokağa çıkmayın!" diye uyarsın?
Belki de onun için bu defa "asayiş berkemal"di.
Aslında neye yanıyorum biliyor musunuz?.. Şöyle genel olarak hayatıma bakınca benim karla buluşmam çok ters zamana denk geldi. Sen kartopu oynayıp kardan adam yapacağın yaşlarda kar yönünden adeta Kerbela’yı andıran İzmir’de yaşa, tam düşüp oranı buranı kıracağın çağlarında kar yağsın kar üstüne!
Buna yanıyorum!
MIŞ-MUŞ
Kuş gribi virüsü kar altında donarak beklemeye geçmiş.
Neyse... Hiç olmazsa sırayla geliyorlar.
*
Kuveyt’te taht kavgası varmış.
E, bizimkine de bir şey kalmadı... "Seçim" diyoruz gerçi biz.
*
Ağca 2010’da çıkacakmış.
"Kesin çıkış" mı?
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2006
GÜN geçmiyor ki bir taksi durağının camında, direklerde, şurada burada kayıp köpek ilanına rastlamayayım... Hayvansever biri olarak sahiplerinin o anda ne durumda olduğunu tahmin edebiliyorum. Fakat onlar için fazla üzüldüğümü söyleyemem doğrusu. Üzüntüm köpekler için daha ziyade.
Zira her kayıp köpeğin bir sorumsuz sahibi olduğunu düşünüyorum.
"Her zaman dolaşır, döner gelirdi."
"Kapıyı açık bulmuş."
"Marketten iki dakika bir şey alıp çıkacaktım; hep kapıda beklerdi."
Şu, bu...
Neticede hepsi birer sorumsuzluk örneği.
Tamam, köpekler sadık ve akıllıdır, döner gelir ama işte dönmeyeceği bir gün de olabiliyor. Hırsızı, sapığı, haini var... Vızır vızır trafik var... Köpek ne yapsın.
Yarın benim köpeğim de kaybolsa hatayı önce kendimde ararım.
***
Hayvan almaya niyetlenenler önce kendilerini bir yoklamalılar.
Sorumluluk duyguları ne álemdedir...
Çocuk sahibi olmak bile daha fazlasını gerektirmiyor inanın.
Çocuk bir yaşa gelince yükünüzü hafifletiyor. Ama kedi köpek... Her zaman iki yaşında kalacak bir çocuğunuz olduğunu varsayın. Daima sizin dikkatinize, ilginize ihtiyacı olan...
Lütfen sahip çıkmayı beceremeyecekseniz hayvan sahibi olmaya kalkmayın!
Bunun hevesi olmaz.
Gerçekten istemek lazım.
Kendinize tam olarak güvenmiyorsanız barınaktaki köpeklerle tatmin edin köpek sevginizi.
Gidip sevin onları... İlaç, mama götürün.
Oralarda sokak köpeklerinin yanı sıra bir zamanlar bir heves alınmış sonra kapıya bırakılmış ya da işte kapı aralığından kaçtığı yabancısı olduğu sokaklarda yaralanmış, hırpalanmış köpekler de var.
Onların nüfusunu artırmanın álemi yok. Oralardaki, kendini o hayvanlara adamış iyi niyetli insanlara rağmen barınakların durumu hiç de iç açıcı değil.
***
Ne zamandır aklıma takılan bu konunun bugün beni böyle fazladan celallendirmesinin bir nedeni var tabii.
Bir arkadaşımın çok sevdiğim köpeği kayboldu yine. Yine diyorum; çünkü ikinci kayboluşu bu. İlkinde de size duyurmuştum, bulunmuştu.
Şansımızın iki kere yaver gideceğine pek inancım yok ama...
Sevgili Tuğçe Baran da yazmış Vatan’daki köşesinde... Bakalım, inşallah...
Puik 5 yaşında, dişi, orta boy Terrier cinsi. Beyaz; gözlerinin etrafında ve kuyruğuna doğru siyah lekeleri var. Kaybolduğu yer Rumelihisarı. Arka Bahçe. 15 gün oldu yok olalı.
Olur da görür, bulursanız (0212) 265 38 48 numaralı telefonu arayacaksınız bizahmet.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, "Picasso’yu rahmetle anıyorum" demiş.
Neyse... "Ben bu resimlerden daha güzelini yaparım" diyeni de görmüştük.
*
Bodrum geleceğin St. Tropez’iymiş.
Siz hálá geçmişin Bodrum’una yanın!
*
Erdoğan, "Erken merken seçim yok" demiş.
Bu sinirle seçimin gerçek zamanı geldiğinde "Seçim meçim yok" diyebilir.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2006
SEVGİLİ insanoğlu!<br><br>Bugünlerde aramız limoni. Söz almamızın nedeni de bu ya zaten...<br><br>Yok, barış çağrısı değil, bizimki içini dökme isteği sadece. "Kuş içini döker mi?" diyeceksiniz...
Sahi... Sizin gözünüzde biz canlıyızdır ama canımız yoktur.
Biz ölmeyiz bile hatta. Ancak telef oluruz. Di mi?
Oysa canımız yanar bizim de...
Can korkumuz da vardır. "Pırr" diye uçuvermemiz nedendir zannedersiniz...
Bir saçma değdiği zaman içimizden birine, eksilmiş olmayız sizin gözünüzde... Birbirimizin kopyası olduğumuz için midir, üç eksik beş fazla olmamız fark etmez size göre.
Evet, aynı türden olanlarımız birbirinin kopyasıdır hemen hemen. Yumurtadan çıktığımızda isim de konmaz bize. Yani birimizin ötekini görünce "A bu bizim Selahattin!" demesi mümkün değildir ama bir saçma değdiğinde birimize, "bir kuş ölmüştür".
Hepimiz bağrışırız o esnada.
Siz silah sesinden ürktüğümüzü sanırsınız. Ölen arkadaşımıza ağlarız oysa.
Pike yaparız bazen son defa yakından görebilmek için...
Leş kargalarını hatırlatacaksınız şimdi.
Tamam da onların zaten adı üstünde! Doğanın kanunu olarak varlar. Peki bazılarınızın "insan"ken "leş kargalığı"nı seçmesine ne diyorsunuz?
Neyse...
Üstüne konup sokağı pisletiyoruz diye ağaçları bile kesen "sevgisizler"i saymazsak sevdik birbirimizi bunca zaman.
Şarkılara, türkülere konu edeniniz...
Sevdiğine haber uçurmamızı isteyeniniz oldu.
Talih saydınız bizi...
Barışın sembolü bile olduk.
Pencerenizin önüne yem bıraktınız...
Çoluk çocuk elde dürbün konakladığımız yerlere koştunuz...
Sonra...
Yıllardır bizi kırıp geçiren bir virüs değişime mi uğramış ne...
Bir baktık ki aşağısı toz duman!
Şöyle söyleyelim, kanatlılardan kala kala bir "kanatlı pet" kalmış.
Şimdi bizim için de adeta "Görüldüğü yerde vurulacak!" emri var.
Hayır, merak ediyoruz, kendi aranızdaki bulaşıcı hastalıklarda da "ne olur ne olmaz" diye o "itlaf" dediğiniz şeyden yapıyor musunuz?
Ama haklısınız!
Bizi size sayıyla vermediler ya!
* * *
Bugün yeni bir haber aldık.
Avcılar, sulak alanlarda konaklayan bizlerin, her türümüzden 3’er tane vurup laboratuvara göndereceklermiş. Hasta mıyız değil miyiz diye.
Ya hasta çıkmazsak?
Sizin bir lafınız vardır hani... "B.k" yoluna gitmek" miydi...
Ama yine şu "Selahattin olmama" meselesi tabii.
Size bir şey diyelim mi...
Kendinizi medeniyet olarak bir noktaya geldiniz zannediyorsunuz di mi?
Bilişim çağı, üstün teknoloji, şu bu...
Fakat hálá ilk insanlar gibi öldürerek koruyorsunuz kendinizi, farkında mısınız?
Bir arpa boyu yol alamadınız aslında.
"Kuş beyinli" dersiniz bir de...
Hıh!
MIŞ-MUŞ
TSK köpeklerinin adı Türkçe olacakmış.
Aslında hepsi tek bir isimle de anılabilir...
"Karabaşçık" gibi mesela...
Erdoğan, "Türkiye koalisyon kültürüne hazır değil" demiş.
Onca tatbikata rağmen?
Yargıtay, "Başbakanlar hoşgörülü olur" demiş.
Bu sefer uyduramadık, bir dahaki sefere inşallah!
Yazının Devamını Oku