21 Ocak 2006
Başlık bilmece gibi oldu biraz ama konuyu tek cümleyle özetlemeye kalkınca bu çıktı. Nedir konu?
"Kadın-erkek ilişkisi" pınarından şişelenmiş olan "ilişkinin bitişi", daha doğrusu "bitemeyişi" mevzuu.
Siz de farkındasınızdır... Türkiye’de ilişkiler bitiyor ancak tarafların bunu idrak etmesi zaman alıyor.
Hadi evlileri bir kenara bırakalım, işin içinde para pul konuları, çocuklar falan var fakat evi barkı, kesesi ayrı olan sevgililer de bitiremiyorlar bir türlü aslında bitmiş olan ilişkilerini...
Sürünüyorlar, tükeniyorlar, tüketiyorlar ama kesip atamıyorlar.
Özellikle kadınlar...
"Kız evi naz evi" diye bir laf vardır; biraz kapsamını genişletip biraz da günümüze uydurursak hakikaten kadınlar ilişkiye başlarken de bitirirken de nazlanıyorlar.
Bakıyorsunuz senelerce peşinden koşturan kadın, sonunda senelerce peşini bırakmıyor erkeğin.
Neden acaba?
Şu aşağıdakilerden biri veya birkaçı ya da tamamı olabilir mi nedeni?
3 Kadınlar olaya hálá "vermek" olarak bakarlar ve toplumun "Çok kişiye veren"e iyi gözle bakmadığına inanırlar, bu sebepten iyi-kötü bir ilişkide sebat ederler.
3 Kadınlar erkeklerden daha akıllıdır. Her "yeni"nin bir gün nasıl olsa "eski" olacağını bilir, bildikleri, alıştıkları "eski"de ısrar ederler.
3 Kadınlar ilişki esnasında kendilerini fiziksel olarak salıvermişlerdir. Yeni bir ilişki için tekrar "fit" olmak lazımdır. E, zordur, kim uğraşacaktır.
3 Kadınlarda sahip oldukları her şeyi, parasını, suyunu, b.kunu çıkarana kadar kullanma huyu vardır.
3 Tam kişilik olarak aslına rücu etmek suretiyle rahatlamışken, yeni biri için yeniden "şirinlik muskası" kılığına girmek çok yorucudur.
3 Kadın, erkeğin bir başka kadına gitme ihtimaline karşı, o tarafa hiç olmazsa "son kullanma" tarihi geçmiş bir adamı teslim etmek amacıyla ilişkiyi uzattıkça uzatır.
Kaldırım yazarı
Ele alınan konuların çeşitliliği bakımından "Ortaya karışıkçılar" diyebileceğimiz bencileyin yazarlara bir konuda ihtisaslaşmamız söylense bir gün...
Gerçi kendiliğinden var böyle bir durum.
Kadın-erkekçiler...
Polemikçiler...
Kediciler...
Turistler...
Anneler...
Sevişgenler...
...falan şeklinde sınıflandırılmamız mümkün halihazırda.
Fakat illa resmiyete dökülecek olursa, herkesten kesin olarak bir dal seçmesi istenirse, ben "Kaldırımcı" olmayı tercih ederim.
"Kaldırım yazarı" yani.
Bundan "boş gezenin boş kalfası" olmak istediğim anlamı çıkmasın. Sadece az önce, "engelli kaldırım" yürüyüşü sırasında, engellerden birini aşamayıp düşen bir ruh halini yansıtan bir tercihtir benimkisi.
Yani şu anda haftanın 7 günü 7 gazeteye birden "Kaldırımlar" hakkında yazsam doymam gibi geliyor. Üniversitelerde tez konusu olmalı kaldırımlar...
"Türkiye’nin Kaldırımları."
Fakat kitabı açıp bakıyorsunuz ki kaldırım falan yok!
Heyetler gelmeli dış ülkelerden...
Ha bire hapishanelere bakıp gideceklerine kaldırımlara da bakmalılar biraz. Esas işkence burada. Kaldırım var fakat üstünde yürünmüyor. Hani kırk gündür susuz adama karşıdan su göstermek gibi.
Fotoğraflar çekilmeli...
Hani olur ya... Sonraki kuşakların hiç olmazsa yirmi metre bitmiş kaldırımı olursa bir gün "Nereden nereye gelmişiz" diye baksınlar.
Lütfen birisi bana İstanbul’da kıyısı köşesi, ağacının dibi, bordürü, kapağıyla tamamen bitmiş; çukuru, tümseği olmayan, üzerinde öbek öbek kırık dökük taş artıkları bulunmayan bir kaldırım göstersin!
Abes olan ne biliyor musunuz...
Türkiye’de, üzerinde bu kadar çalışma yapılan başka bir şey yok.
Siz, gelmiş geçmiş herhangi bir belediyenin herhangi bir hususa "kaldırım çalışması"ndan daha fazla önem verdiğini duydunuz, gördünüz mü?
Gelen, kaldırımdan başlıyor, giden kaldırıma bir defa daha el atmadan gitmiyor.
Buna rağmen biz kaldırımın üstünde üç beş metrede bir caddeye inmeden gidemiyoruz.
Bakın, o gün markette toz şeker bulamadı diye bunu memleketin en önemli meselesi olarak ha bire anlatan "kahvehane ihtiyarları"na benzediğimin farkındayım.
Fakat vallahi kaldırım önemli.
MIŞ-MUŞ
Futbol AKP’yi ikiye bölmüş. Döner bıçağıyla mı?
Coca Cola’nın zirvesi bir Türk’e emanetmiş. İster misiniz ilk iş "Coca-Cola"yı "Cola-Turka" yapsın?
Ağca’nın serbest kalmasında hesap yanlışlığı olduğunu savcılık da belirlemiş.
Herkes hemfikir... Bilmeyen, adam tünel kazıp çıktı zannedecek.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2006
SİZE, áşık olduğum ilk erkekten söz etmiş miydim? İlkokuldaydım...
Zaten kime sorsanız ilk aşkını, daima "ilkokuldaydım" diye başlar söze.
Gerçek aşkın içine seksin karışmaması gerektiğine kanaat getirmiş olmaktan mıdır artık...
Ya da "Aşkı ilk tattığımda 16 yaşındaydım, her fırsatta, kapı arkasında bile sevişirdik" falan diye cevap verene "o....." gözüyle bakılması ihtimaline karşı ilkokuldaki o masumane kıpırtıları "ilk aşk" olarak sunmak suretiyle işin içinden sıyrılma gayreti midir... Hele benimki daha da masum bir durum. Kalem, silgi vs. alışverişi bile olmadı "ilk aşkım"la aramızda. Benden yaşça bayağı büyüktü zaten. Türkiye’de yaşamıyordu üstelik. Bir yabancıydı.
Fakat yine de zaman zaman odama alıyordum onu. Hatta yorganın altına.
"Hakikaten çok masummuşsun!" diyeceksiniz.
Peki, uzatmadan söyleyeyim, ilk aşkım bir çizgi roman kahramanıydı. Yorganın altında buluşmamızın nedeniyse annemin bu tür kitapları okumama izin vermemesiydi.
Evet, ilk aşkım Tommiks idi.
Bu ismi böyle tek başına telaffuz etmeye dilim alışık değil aslında. Her zaman Teksas’la beraber anılırdı Tommiks.
Tommiks-Teksas.
Hatta bu tür kitapların genel adı olmuştu ikisi.
***
Aslında Teksas’ın Çelik Blek’ine de áşıktım.
Hatta Red Kit’e de haksızlık etmeyeyim.
Fakat işte Tommiks’i daha uygun buluyordum kendime.
Çelik Blek daima yarı çıplak gezdiğinden, Red Kit de kıçını kırıp bir yerde oturmadığından mıdır artık "Babam vermez beni bunlara" diye bir düşünce mevcuttu bilinçaltımda herhalde.
Tommiks subaydı hiç olmazsa. Bir maaşı vardı muhtemelen. Yeri yurdu belliydi.
Benimki biraz "mantık aşkı"ymış farkındaysanız...
Kaptan Swing’e hiç takılmadım mesela. Kaptanların her limanda bir sevgilisi olduğu dedikodusu kulağıma çalındığı için midir...
Aşk falan işin gırgırı tabii... Ama şunu da unutmamak lazım ki kahramanlara áşık olunmasa da áşık olunacak adamların o kahramanlar gibi olması gerektiği fikri yerleşip kalıyor galiba derinlerde bir yere.
Fareden korkan ya da ağlayan veya yalan söyleyen erkeklere çok şaşırmışımdır mesela bir zaman... Yani bizim gibi etten kemikten olduklarını anlamam epey zaman aldı.
***
Tommiks-Teksas’ın Türkiye’ye gelişinin 50. yılıymış bu yıl. Bu nedenle gazeteci Haşim Öz özel bir albüm hazırlamış. Ben de Aktüel’de okudum. Aklıma da bu vesileyle geldi ya zaten çocukluğumun "yakışıklılar"ı...
Rahmetli Turgut Özal’ın "Tommiks-Teksas okuyorum" demesinden sonra annemde bunların faydalı kitaplar olduğu kanaati de oluştuğuna göre, alenen alıp okumamda bir sakınca yok artık.
MIŞ-MUŞ
Dünyada kadın lider sayısı 11’e çıkmış.
Biz gördük geçirdik!
*
Çağla Şikel, "Kendimi takdir ediyorum" demiş.
E, bir kişi bir kişidir.
*
Erbakan’a cezaevi yolu görünmüş.
Desenize başına devlet kuşu konacak!
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2006
BULDUM!<br><br>Aşkın yozlaşmasına, kadın-erkek ilişkilerinin, neredeyse her çiftin iddiasının aksine, eskisi kadar "seviyeli" olmamasına sebep olanı buldum! Tam kabinde pantolon deniyordum ki...
Arşimed gibi bağırarak dışarı fırlamadım gerçi ama henüz bir paçasını bacağıma geçirmiş olduğum pantolonu çıkarıp attım.
Evet suçlu bu pantolondu!
Ve onun gibi bütün pantolonlar!
Şöyle tarif edeyim, üstünüzde birkaç beden büyükmüş gibi duran, neredeyse evin bütün eşyasını yanınızda taşımanıza imkán verecek kadar bol cepli, ilaveten, her yanı düğmeli, zımbalı, bağcıklı, kısaca "bir zili eksik" diyebileceğimiz pantolonlar.
Yalnız pantolon değil tabii.
Ona yataklık eden başka şeyler de var.
Mesela bu dünyadaki yolculuğuna, adeta gelebileceği son noktadan başlayan tişörtler.
Zannedersiniz kumaş dokunalı 40 yıl olmuştur. Ben diyeyim öyle solmuş, siz deyin öyle yıpranmış, bir yanı kalkmış, bir yanı sarkmış...
Üzerinde deliği olanlar daha da makbul.
Ve tabii ki ayakkabılar.
Modayı takip etmeyen, eskilerden kalmış biri bakınca topluca beden eğitiminden çıktık zannedebilir.
Ya da topluca askere çağırıldık da botları çektik ayağımıza gidiyoruz...
Bunlar kadınların kıyafetleri... Erkeklerinkini ayrıca tarif etmiyorum, onlarınki de "tıpkısının aynısı" zira. Bir gün değiştirseler birbirleriyle kimse farkına bile varmaz.
***
Şimdi kılıklar böyle olacak, aşk eskisi gibi kalacak öyle mi?
Olmaz!
Garip kaçar.
Ne mum ışığı, ne bakışmalar, ne de adeta romandan çıkma sözler uyar bu görüntüye!
Fakat "Seni her gördüğümde oha oluyorum tamam mı" cuk oturur.
Böyle pantolona böyle dil!
Hakikaten inanıyorum kıyafetin rolüne. İnsanın ruh durumuna direkt etkisi var.
Bakın, o oha olan kıza gülkurusu rengi ipek saten bir elbiseyle ona uygun bir de topuklu ayakkabı giydirin, takın boynuna da iki sıra inci... Eğer yukarıdaki cümle yerine "Yüreğimde kanat çırpan bir kuş var sanki" demezse ne olayım.
Hatta bakarsınız utancından hiç konuşmayıp sadece gözlerini kırpıştırarak oturur.
***
Tamam, rahatlık, ben de moda olduğu günden beri giyiyorum falan ama vallahi bizi bu hale bu kıyafetler getirdi.
Bakın benim şu köşede "edebi eser misali" yazılar sunamıyor olmamın nedeni de bu olabilir. Davetlerde bakıyorum "edebi" arkadaşlarıma... Gayet şık elbiseler, etoller falan... Bende ise gündüz giydiğim pantolonun aynısı. Ha bir tek düğmeler kararmış metal yerine parlak taş mesela. O kadar.
Tekrar ediyorum, bizi bu pantolonlar mahvetti!
Gerçi "tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan" sorusu burada da sorulabilir. Ama netice olarak ikisi arasında sıkı bir ilişki olduğunu kabul etmek durumundayız.
MIŞ-MUŞ
Kış bebekleri, yaz bebeklerine oranla daha akıllı oluyormuş.
Bir de bu çıktı! Sarışınlıktan yırtsanız buna yakalanıyorsunuz.
*
Türkiye’de yastık altında 118 milyar dolar varmış.
E, hırsız ne yapsın... "Güle güle harcayın" diye mesaj çekecek hali yok!
*
Balların yüzde 37’si sahteymiş.
İyimser olacaksınız... Yüzde 63’ü hakiki!
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2006
BİLMİYORUM şu son günlere kadar farkında mıydınız...<br><br>Meğer iç içe yaşarmışız kuşlarla, tavuklarla. Adeta 24 saat onlarla düşüp kalkarmışız.
Düşüp kalkmış olmak için birebir ilişki içerisinde bulunmak şart değil. Ömrünüzde hiç kümes görmemiş bile olabilirsiniz.
Şöyle söyleyeyim... Bir kuş tüyü yastığınız da mı yok?
Buyurun işte!
Aynı yatağı paylaşmış oluyorsunuz!
Vallahi benim abartmam değil, gazeteler yazıyor.
İnsan insan olalı böyle kapsama alanı geniş virüs görmedi sevgili okurlar!
Pastayı bile aldı içine.
Hadi pastada yumurta var, elmada ne var?
Armutta, ayvada?
Şahsi tedbirleri arasında sebze, meyve yememek de olan tanıdıklarım var. Kuşların gagalamış ya da pislemiş olması ihtimaline karşı...
Doğru olabilir.
Kuş bu... Affedersiniz sıça sıça uçuyor. Ne bilelim nereye denk getiriyor. Tarladaki maydanoza mı, domatese mi...
Düşüp kalkmak dediğim bu işte!
Kendilerini görmeseniz maydanozla selam gönderiyor!
* * *
Fakat arkadaşlar!
Bu "arkadaşlar"ın içinde ben de varım.
Aklımızı başımıza toplayalım.
AIDS’in ilk ortaya çıktığı günleri hatırlarsınız...
Sivrisineğe kadar götürmüştük işi.
Sivrisinek önce bir AIDS’liyi, sonra da gelip bizi sokacaktı.
Sivrisinekten daha önce kimleri soktuğuna dair referans isteyecek halimiz yoktu. Zaten hangi delikten ne zaman eve girdiği, nerede saklandığı, hangi aralık sokup gittiği bile belli değildi falan.
O günlerdeki paniğimizi çok iyi hatırlıyorum. Toplu ölüm bekliyorduk.
Çok şükür yıkılmadık ayaktayız.
Bunu da atlatırız.
Ha, hijyene dikkat edeceğiz biraz. Fakat biliyorum, en zor yanı budur. "Alışmadık kıçta don durmaz" derler.
* * *
Hayır, biz atlatırız da olan ekonomiye olacak yine, ona yanıyorum.
Garibim... Gelen vuruyor, giden vuruyor zaten.
Torbadan her seferinde ayrı bir sektörü göçertecek bir felaket çıkıyor.
"Bana ne tavukçuyla yumurtacıdan!" demeyin.
Virüsün yastığınıza kadar ulaşmasından daha kuvvetli ihtimaldir krizin cebinize ulaşması.
Sizi bilmem... Ben bu işi abartmamaya karar verdim.
Bugünden itibaren tavuk, yumurta ve mamullerine geri dönüyorum. Markalı olanlarına tabii.
MIŞ-MUŞ
Sibirya soğukları geliyormuş.
Balkanlar, Sibirya... Havayı da "dış yatırımcılar"a açtık!
İzmirliler daha çok boşanıyormuş.
Başbakan buna da "Gávur İzmir" gibi bir tanımlama bulur bakarsınız.
El Kaide’nin İspanya sorumlusu bir Türk’müş.
E, hamaset nutuklarıyla büyüte büyüte... Bazen çocukların yanlış anladığı da oluyor böyle.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2006
’Artık İzmir’e dönün" dedi annem. "Baksanıza ’hayatta kalma rehberi’ falan vermeye başlamışlar." İçinde yaşarken fark etmiyor insan. Karşıdan korkunç tabii. "İstanbul’da hayatta kalma rehberi" diye bir şeyi duyunca...
Bir zamanlar hayat ne güzeldi oysa.
Paspasın altına anahtar bıraktığımız günleri hatırlar mısınız bilmem. Hırsızların kulağına gidecek kadar yaygın bir durum olmasına rağmen paspasın altından anahtarı alıp da eve giren birini yazmadı hırsızlık tarihi.
Onların da kendine göre bir namusu olduğundan mıdır artık...
Hırsızlığın da bir raconu vardı belki o zamanlar...
"Açık kapıyı geç, kapalı kapıyı aç!"
Galiba hálá var o racon.
Duyduğuma göre kapkaççılara çantanızı direnmeden teslim etseniz de hiç olmazsa iki tokat atıp öyle gidiyorlarmış.
Yani hak etmek için illa bir emek harcayacaklar!
Emniyet Müdürlüğü’nden alınan bilgiler doğrultusunda Tempo dergisinin hazırladığı rehberde kapkaça, gaspa; oto, ev ve işyeri hırsızlıklarına karşı vatandaş olarak alacağımız önlemler sıralanıyor. Burada tekrarlayacak değilim, çoğu bildiğimiz, akıl ettiğimiz şeyler zaten.
Esas mesele...
Can ve mal güvenliğimizin sağlanması işinin tamamen bize havale edilmiş olması.
Kuru sıkı tabanca, biber gazı, elektroşok aleti falan mı temin edersiniz, kick boks kursuna mı gidersiniz, evinizi Beyaz Saray ayarında güvenlik zamazingolarıyla mı donatırsınız artık...
Top bizde netice olarak.
Belki de "Demokrasi"den yola çıktılar. Klasik tarifiyle "Halkın kendi kendisini yönetmesi"dir ya...
"Kendi kendisini de korusun o zaman" diye düşündüler zahir.
Zaten memleketin her bir işi başka bir yerlere emanet... En son İçişleri Bakanlığı’nı da bize verdiler işte.
Hayır, devletin yatırım yaptığı eski zamanlarda hiç olmazsa temel falan atarlardı. Gerçi su basmanın çıktığını gören olmazdı, temel çukurunu su basardı daha ziyade ama olsun!
Erdoğan eli küreksiz ilk başbakanımız oluyor. Onun yerine uçuş kartı var elinde. Vira uçağa biniyor, uçaktan iniyor.
Hayırlısı bakalım.
Kuş gribi geyiği
Çok şükür her türlü felakette, ilk şoku atlattıktan sonra konu üzerine mizah üretmek gibi bir huyumuz var.
Hatta dikkat ettiniz mi bilmem, ölü evleri en çok gülünen, eğlenilen yerlerdir neredeyse.
Taziyeye gidersiniz, bütün eş, ahbap, dost orada... Rahmetliyle yaşanan komik anılardan başlanır fıkralara kadar gidilir. Bir muhabbet bir kahkaha... Özel olarak başka bir yerde gülüp söylemek üzere toplanılsa bu kadar randıman alınmaz.
E, kuş gribinden de bize yakışır bir şeyler çıktı haliyle.
İşte bir kısmı benim mamulüm olmak üzere kuş gribi geyikleri:
Kuşum Aydın’la temastan da kaçınılmalı mıdır?
Milli Piyango’nun logosu "kuş" olarak kalacak mıdır?
"Talih kuşu sizin de başınıza konabilir" sözünü duyan vatandaş kaçacak delik aramaz mı?
Kuş kondurmak: Birine kötülük yapmak. Mesela kızdığınız birinin penceresine gripli güvercini götürüp konduruyorsunuz... Pislesin dursun.
Başına kuş pisleyen doğru piyangocuya koşardı, şimdi hastaneye koşuyor.
Kuş kafesi: Hastanelerin kuş gribi servisi.
Kuş uykusu: Kuş gribini hafif atlatma hali.
Kuş gibi uçup gitmek: Kuş gribinden rahmetli olmak.
Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar? İkisinden de grip çıkar.
Bundan sonra "kuş uçmaz kervan geçmez" yerler daha kıymetli olacak.
Bu felaket karşısında topluca kuş gibi çırpınırken virüsün bizi kuş zannetme olasılığı var mıdır?
"Kuş beyinli"ler hastalığa daha mı çabuk yakalanırlar?
Arpacı kumrusu bugünleri öngördüğü için mi yaratıldığı günden beri düşünüp durmaktadır?
Ne sinir di mi?
MIŞ-MUŞ
Dünya şirketleri "kuş gribi planı" yapıyormuş.
Bizse "plan"dan ziyade "sürpriz"i severiz.
Bayramda 1664 kasap kendini kesmiş.
E, bayram hepimizin bayramı; danalarla koyunların da!
Baykal "Seçim 2007’de diye 2006’da oturmam" demiş.
Aksi halde 2008 itibarıyla temelli oturabilir.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2006
HEM kanatlı dostlarımın, hem tamamımızın canından olma ihtimalinin derdine düşmüş, atlamışım bayramı. Gazeteye gönderdikten sonra fark ettim ki kuş gribini konu ettiğim yazımın yayımlanışı bayramın birinci gününe denk geliyor.
Oysa bayram günü karamsar olmamak lazım.
Neyse ki ömür biter bayram bitmez.
"Bayramlaştırılmış sade günler"i de katarsak önümüzde bugünle beraber üç "yazı günü" daha olduğuna göre durum telafi edilebilir.
***
Fakat önce bayram deyince aklıma takılan bir hususu dile getirmek istiyorum.
Çocukluk günlerinin bayramları söz konusu olduğunda neden herkesin aklına ilk gelen şey ayakkabılardır?
"Bayramlık eteğimi hiç unutamam" diyen birine rastladınız mı?
İnsanın, üzerindeki elbiseyi tam olarak görmesi için illa boy aynasına bakması gerekirken, ayakkabılar, yürürken, otururken, her daim göz önünde olduğundan daha mı çok aklında kalmıştır acaba?
Nedir ayakkabıyı bir pantolondan, bir etekten daha önemli kılan şey?
Bir husus daha var merak ettiğim.
Yine bayramla ilgili.
Bayram ertesinde durum muhasebesi yaptığınız oldu mu hiç?
Hani bayram hakikaten kutlu oldu mu olmadı mı diye?
Hayır, o kadar temenniye insanın gözüne gözüne giren bir iyilik hali olması lazım orta yerde. Yok, eğer yaprak bile kımıldamamışsa SMS israfından başka bir şey değil demek ki.
***
Merak ettiğim hususların arkası kesilmiyor.
"Deliye her gün bayram."
İlk kimin ağzından çıktıysa bu söz...
Bu zat, bir gün gelip üç günlük bayramların dokuz güne çıkarılacağını öngörmüş biri midir?
Sonra şu var:
"Açtırmayın şimdi bayramlık ağzımı!"
Bu, nedir bu?
Açılırsa içinden ne çıkar?
Daima tehdit olarak kullanıldığına göre bayram şekeri tadında bir şeylerin çıkmayacağı kesin.
Fakat o halde neden "bayramlık"?
"Bayram gelmiş neyime sanki çok ..."
Bu sözü ilk duyanlar üç noktayı görünce acaba Tayyip Erdoğan’ın bir sözü müdür diye düşünebilirler.
Hayır, değil.
Halk arasında yıllardır "serbest dolaşım" yapmakta olan bir veciz(!) sözdür bu.
Mucidinin kim olduğunu ben de çok merak ediyorum.
Gerçi bir tahminim var.
Bayramda tatile çıkmayı ilk akıl eden kişidir.
Bu sözü etmiş ve bavulunu alıp gitmiştir.
MIŞ-MUŞ
Kadınların çoğu bir dáhinin beynine sahip olmak, bol paralı hayat gibi seçenekleri ellerinin tersiyle itip belinin ince olmasını tercih ediyormuş.
Onları değil, kadınların diğer özelliklerini elinin tersiyle iten erkekleri, hatta bütün toplumu ayıplamak lazım.
*
AKP’de "Kuş gribi komplo" diyen çokmuş.
Haklılar! Kuş dediğiniz zaten yumurtlayan omurgalılar takımının kanatlılar sınıfından "dış mihraklar" grubuna mensup bir hayvandır.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2006
"KUŞ gribi"ne ben de kurban verdim. Hayallerim öldü.
Horozların ötüşüyle uyanmak, yumurtaları kümesten henüz sıcaklığını kaybetmeden kendi ellerimle toplamak istediğim, kazlı ördekli çiftlik hayatı hakikaten "hayal" oldu.
"Hayal" olarak kalacağını bildiğiniz hayal ölmüş oluyor.
Gerçekleşmesi en imkánsız gibi görüneninde bile "Bir gün mutlaka" inancı vardır zira derinlerde bir yerde.
"Kuş gribi" aldı götürdü bunu.
Elimi virüsten önce tutup hayalimi gerçekleştirmiş olsaydım, herhalde Erzurum-Horasan’daki o adam gibi yalvarırdım itlaf ekiplerine...
"Tavuklarıma dokunmayın! Onlar benim her şeyim."
Gerçi adamın derdi başka, o ayrı konu.
Ve muhtemelen virüsü kapmış da olurdum. Koçyiğit Ailesi’nin çocukları gibi ben de hasta tavukların gözyaşlarını ellerimle silerdim çünkü.
Onlar gibi üşümesinler diye eve alıp, sevip okşardım, eminim.
***
Hani abuk sorular vardır... İnsanı tercihe zorlayan... Çocukluğumuzda anket defterleri vardı... Oralarda çıkardı karşımıza. Şimdi bazı röportajlarda da çıkıyor.
İnsan hangisini seçeceğini şaşırır, ne diyeceğini bilemez hani...
Hayvanseverler bu durumda şimdi.
Bir tarafta hepimizin hayatı, bir tarafta canlı canlı yakılan zavallı hayvanlar.
O sahneyi unutabileceğimi hiç zannetmiyorum. Kaçmak isteyen tavuğu... O bağırışları...
Farklı derinliklerde de olsa bütün insanlarda var olduğunu düşündüğüm öldürme, işkence etme, kan akıtma arzusunun bu vesilesiyle ortaya çıkışı var galiba biraz da.
Fırsat bu fırsat.
Nasıl olsa kimse bir şey diyemez.
Öyle ya... İnsan hayatıdır söz konusu olan.
Hayır, hazırlıksız yakalandık, başka yol yöntem arayacak zaman yoktu diyeceğim ama öyle de değil. Aylar oldu tehlike ortaya çıkalı. Hiç olmazsa medeni ülkeleri taklit etseydik. Herhalde vardır itlafın daha insanca bir yolu.
Neyse... "Ne olacak bu memleketin hali" misali klişe şikáyetleri bir yana bırakalım. Bugüne kadar bir fayda sağladığı da görülmedi zaten.
Milletçe "kayış" olduk.
***
Onu bunu bilmem.
Ben hayallerimi diriltmek istiyorum.
Bırakın benim hayallerimi, penceremizdeki güvercine, bindiğimiz vapurun arkasından alçala yüksele gelen martılara, yanıbaşımızda zıplaya zıplaya gezen serçelere her baktığımızda "ölüm" mü gelecek yani bundan böyle aklımıza?
Hayatın tadı tuzu mu kalır?
Ve hatta aklımıza gelen başımıza mı gelecek?
Hani bazen durduğunuz yerde çok sevdiğiniz birinin bir gün öleceği düşer aklınıza... Bu acıyla nasıl başa çıkacağınızı düşünürsünüz... İçinden çıkamayıp, kovarsınız aklınızdan... Öyle yapıyorum şimdi.
Birisi bir çaresini bulsun şunun!
Ne olur...
MIŞ-MUŞ
Devlet Bakanı Şener, Türkiye’de istifa müessesesinin işlemediğini belirtmiş.
A öyle miymiş?! Katiyen inanmayız!
***
Antarktika hariç beş kıtada Türk’ten türemiş 472 farklı soyadı varmış.
Fakat hindilerle tavuklar kaldırımlarda dizi dizi, çoluk çocuk 1 YTL’ye kan revan içinde tüy yoluyorlar, o ayrı mevzu.
***
Bayram için Türkiye’den yurtdışına tüp bebek turları başlamış.
Sahi Diyanet bu konuda hiçbir açıklama yapmadı bugüne kadar. "Gávur tüpü"yle hamile kalmak caiz midir, değil midir...
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2006
KADINLAR, kocalarına evlilik yıldönümü hediyesi olarak "kızlık zarı" vermeye başlamışlar. Dünyanın başka yerlerinde başlayan moda bize de gelmiş.
"Amanın!" dedim duyunca, "Oradan buradan paraya ihtiyacı olan garip kızları bulup getiriyorlar herhalde."
"Yok artık!" demeyin.
Kocasının doğum gününde pastadan dansöz, striptizci çıkarttıran kadınları duyduk. Yurdum kadınının mezhebi iyice genişlemiş olamaz mı?
Fakat öyle değilmiş.
Meğer kendi zarlarını diktiriyormuş kadınlar.
İzmirli bir diktirici, "Kocam çok sevindi" diyor. "Seks hayatımız canlandı."
Allah Allah!
Demek evliliklerde bir süre sonra heyecanın kaybolmasının nedeni, misal 750 kere sevişmiş olmaktan gelen kanıksama hali değilmiş.
Kansızlıkmış mesele!
Öyle ya... Kadın aynı kadın.
Aynı beden, ezbere bilinen üslup... Fazladan bir tek kanama var. Ve heyecan geri geliyor.
Yıllarca günahını aldık adamların.
Zar peşinde olmaları "namus" yüzünden falan değilmiş.
Düpedüz kan görmekmiş istedikleri.
On beş kişiyle yattıktan sonra nikáha iki gün kala zarını diktiren kızların vicdanı rahat olabilir o halde!
Netice olarak evli kadınların işi hakikaten zor.
Bu mücadeleye can dayanmaz. Habire evliliği canlandırmak için bir yol bulacaklar. Nedense hep kadından bekleniyor bu. Sırf kadına yol göstermek için basılan dergiler var piyasada.
Bugüne kadar kadını elinde tutmak için erkeğe akıl veren iki satıra rastlamadım.
Gerçi iki koldan çalışılsa ne olacak... Bitmiş ilişkiye heyecan katmaya çalışmak, son sürat gitmekte olan arabanın önüne geçip geriye doğru itmeye uğraşmaktan başka bir şey değil.
Çizme-pantolon beraberliği
GEÇTİĞİMİZ günlerde "Çizmenin içine tıkıştırılan pantolonlar" mevzusuna rastladım birkaç köşede.
Şık durmadığı, hoş olmadığı, hatta sakil bir görüntü oluşturduğu noktasında birleşiyordu yazar arkadaşlar.
Genç kızlığını çizmenin içine pantolon sokarak geçiren ve hálá da bunu sıklıkla yapan biri olarak fikir beyan etmesem olmaz şimdi.
Aslında katılmıyor değilim onlara.
Fakat bir ölçüde.
Durum, çizmesine, pantolonuna ve de bunları taşıyan vücuda göre değişir diyorum.
Çizme dediğiniz çeşit çeşit...
Pantolonla giyilecek olanı var, etekle yakışanı var. Hatta eteğin dar ya da bol, uzun ya da kısa oluşu bile önemli.
Benim de çizmenin sırf burnunun görünmesinden hoşlanmadığım çizme ve pantolon beraberlikleri var.
Ama "Pantolonun altından çizmenin görünmesi hoş olmuyor" diyemem. Sadece, "Mesela kargo tipi pantolonun altından Venedik gondoluna benzeyen bir çizmenin çıkması" diyebilirim.
Pantolon da önemli tabii. Çizmenin içine "tıkıştırılacak" değil "girecek" biçimde olmalı. Buna en uygun olanlar, vücudu saran kotlarla külot pantolon denilen paçası dar binici pantolonları galiba.
Ve tabii ki en önemlisi vücut.
Boy bos, kilo...
Aslına bakarsanız, çizmenin içine pantolon sokmaya gelene kadar kot pantolon çok az kişiye yakışıyor ama giymeyeni dövüyorlar neredeyse.
MIŞ-MUŞ
Kuş gribine karşı kuş pisliğinden uzak durmalıymışız.
Vay be! Üstümüze kuş pisleyince "Bana bir kısmet var!" demek de tarihe karıştı.
Zayıflamak için yarım saat seks yapmak lazımmış.
Bakarsınız spor salonlarına bunu da koyarlar!
Kadın-erkek eşitliği ancak 200 yıl sonra sağlanacakmış.
"Erteleme" süsü verilmiş "iptal".
Yazının Devamını Oku