Organize İşler

GEÇTİĞİMİZ çarşamba günü Organize İşler’in galasındaydım.

Hiç lafı dolandırmadan direkt fikrimi söyleyeyim, filmi beğendim ben.

Ha, günlerce etkisinde kalınacak, yıllar sonra bile sözü edilecek klasikler arasına girecek bir şaheser olmayabilir ama "Gördüğüme sevindim" denecek bir film.

Ben güldüm, tipleri sahici buldum, İstanbul’a áşık oldum, bir saniye bile sıkılmadım; filmin sonunda sahneye çıkan sanatçıları da nezaketen değil, gerçekten içimden gelerek coşkuyla alkışladığımı fark ettim.

Filmi henüz görmeyenlerin -ki vizyona gireli iki gün olduğuna göre çoğunlukta olmalılar- aklında bulunsun, görenlere ise bir nevi hasbihal etmek olsun diye aldığım notları aktarıyorum.

Bu film gayet rahat İstanbul’un tanıtımı için kullanılabilir. Yok, "Bakın ne işler organize ediyoruz" manasında değil; İstanbul’un gece ve gündüz havadan çekilmiş görüntüleri muhteşem. Bunda İstanbul’un gerçekten güzel bir şehir olmasının yanı sıra tekniğin mükemmelliğinin de rolü var.

Diyaloglar çok sahici. Hiç yazılmış gibi değil. Oyuncuların da payı büyük tabii bunun böyle yansımasında.

Çekimler sırasında film hakkında gazetelerde yazılan çizilenlere bakınca bunun adeta bir Berrak Tüzünataç filmi olduğunu zannetmiştik; ancak göz açıp kapama süresi içinde geldi geçti Berrak. O anda gözünü kırpıyor olanlar çıkışta "Hani Berrak Tüzünataç da var demişlerdi?" diyebilirler.

Başak Köklükaya adında "çok iyi" bir oyuncuya sahip olduğumuzun farkında mıyız acaba?

Nefretten sevgiye bir-iki mimikle bir geçişi vardı ki...

Yılmaz Erdoğan, Vizontele’lerde olduğu gibi yine kendisine asla torpil geçmemiş.

Süpermen Samet’i (Tolga Çevik) eve götürüp himayeme alasım geldi.

Bu filmin benim için bir dönüm noktası olma ihtimali var. Üzeyir’in (Erdal Tosun), Samet’in "Neden hiç konuşmuyorsun" sorusuna verdiği şu cevap nedeniyle: "Eskiden çok konuşurdum, bir faydasını göremeyince bıraktım" (Tam bu kelimelerle olmayabilir ama bu mealde bir şeydi).

Berfin Erdoğan resmen iyi oyuncu. Bilmeyen inanmaz ilk filmi olduğuna.

İnsan hırsızlar ile dolandırıcılara da sempati duyabiliyormuş demek. Bugünlerde biri çantamı kapıp kaçsa arkasından gülümseyerek bakabilirim. Hatta "Güle güle harcayın Asım Bey!" diye seslenebilirim.

Yılmaz Erdoğan "yurdum insanı"ndan sonra "organize işler"i de dilimize sokmuş bulunuyor. Kendi hesabıma, yeri geldikçe kullanırım ben bunu.

Cem Yılmaz’ın "Cem Yılmaz"lığı öyle kanımıza işlemiş ki hiç alakasız bir kimlikle karşımıza çıkmasına, üstelik harika bir oyun çıkarmasına rağmen kıkırdamaktan kendimizi alamadık.

Ustalığın da bu kötü yanı var. "Artık ne söylesem de az gelir" düşüncesiyle susuyoruz karşılarında. Demet Akbağ ile Altan Erkekli’den bahsediyorum.

Film özellikle teknik olarak bir "Amerikan filmi" gibi sürdü, "Türk filmi" olarak sona erdi. Bir nevi ders vererek "mutlu son"la bitti zira. Oysa iyi ya da kötü bir "son" isteyen hikáyesi yok ki filmin. İstanbul’dan, belgesel tadında bir kesit neticede.

Neden habire filmin bütçesi tartışılıyor? Tek bir mekánda, iki kişi arasında geçen, dolayısıyla ucuza çıkan bir film "kötü film" midir?

Ya da bir filmin bilmem kaç milyon dolara mal olması kabahat midir?

Bir anlasam şu tartışmanın dayanağını.

MIŞ-MUŞ

Türkiye’de 561 canlı türü yok olma tehdidi altındaymış.

"Adam gibi adam"lar da dahil buna.

Bin Ladin’in yeğeni, erkek dergisine seksi pozlar vermiş.

Mozaik aile!
Yazarın Tüm Yazıları