Pakize Suda

Mayomu giydim bekliyorum

8 Temmuz 2006
Bakın, teknede güneşlenirken gazetecilere yakalanınca kaçmayı anlıyorum.<br><br>Denizin ortasındasınız, "Aslında kendi aranıyor" diyemez kimse. Magazincilerin bekleştiği mekán kapıları gibi değil yani. Gerçi artık magazincilerin yetişmediği yer yok. Ay’a gitseniz, bakmışsınız sizden önce oradalar!

Fakat arkadaşlarımızın bu başarısında "yakalananlar"ın da payı yok değil. Yani yardımları hakikaten inkár edilemez. "Mayomu giydim bekliyorum" gibi haber göndermeler mesela...

"Neden yakalanmış gibi yapacaklarına çıkıp doğru dürüst poz vermezler?" diyeceksiniz.

Sebep çok.

Mesela "mayolu fotoğraf çektirmeyip hanım hanımcık bir imaj oluşturmak, böylece ’aile’ye hitap etmiş olmak" bunlardan biridir. Sanatçıların bu yönü kebapçıların "aile salonu"na tekabül etmektedir.

Fakat bir yandan da "göstermek" istemektedirler. E, ne olacak o zaman? Yakalanılacak elbet.

Bir diğer sebep, halkımızın röntgencilik sevdasıdır.

Ya da şöyle söyleyeyim, "gizlenen" "sunulan"dan daha caziptir. Daima.

"Yakalanmış" bir görüntü, karşıdakinin sırlarına vakıf olmak ya da gizli bir evrakı ele geçirmek gibi haz verir insana. Dikkatini her yeri ortada olan kadından ziyade iki gömlek düğmesi arasından görebileceklerine veren erkekleri düşünün... Onlar gibi işte.

Bir de muhabir arkadaşların "söke söke almak" suretiyle kazandıkları "acar muhabir" sıfatı var tabii.

Diyeceğim sanatçı, okur, gazeteci... Alan memnun satan memnun, uyum içerisinde yaşayıp gidiyoruz.

*

Bakın nereden nereye geldik. Mayoyla kaçanı anlıyorum da gelinlikle kaçana aklım ermiyor diyecektim.

Eski manken yeni şarkıcı Demet Akalın evlendi biliyorsunuz. Allah mesut etsin.

Fakat gelinlikli fotoğrafının çekilmesini istemeyip yüzünü sakladığını duyduk.

Düşündüm düşündüm, hak veremedim kendisine.

"Özel hayat" diyeceksiniz.

İyi de gerdeğe girerken görüntülemeye kalkmadı ki kimse. En sıradan gelinin bile hayatı boyunca çektireceği fotoğraftan daha çoğunu çektirdiği gündür düğün günü.

Öksürse haber olan, üstüne giyip de poz vermediği kılık kalmayan birinin bir de gelinlikli fotoğrafı çıksa gazetelerde ne olur?

Üstündeki kıyafetle, belediye binasının bir odasında değil de gelinlik giyerek davetliler huzurunda evlenmek, bu olayı herkesle paylaşmak istemek değil midir biraz da?

Acaba alışkanlıktan olabilir mi diyorum.

"Yakalanma" alışkanlığından.

Flaş patlayınca alışkanlıkla yüzünü sakladı belki.

Bakmışsınız balaylarını geçirecekleri otele de takma isimle kayıt yaptırmış! Kocasıyla aynı odaya değil de yan yana iki ayrı odaya yerleşmişler falan!..

Olabilir yani.

Hayırlı bir iş

Osman Müftüoğlu geçenlerde çok hayırlı bir iş yaptı. Hürriyet’teki köşesinde "Hem etine dolgun hem de memnun biri olabilirsiniz" dedi.

"Memnun" yerine "Güzel" deseydi daha da hayırlı olacaktı. Zira kadın kısmını esas ilgilendiren şey bu. Güzel görünüyor mu, görünüyorsa memnuniyet otomatikman gelir zaten.

Yoksa durduğu yerde balık etine falan razı olması mümkün değil.

Ama işte Müftüoğlu gibi yetkili bir ağızdan duyarsa... Gerçi bu da tatmin etmez ya kadını... Bakışlardan anlayacak illa ki. Bilhassa hemcinslerinin bakışlarından. Ama işte yine de bir çabadır hiç olmazsa.

"Hayırlı" sözcüğünü ise boşuna kullanmadım. Çünkü hakikaten topluca bindik bir alámete gidiyoruz kıyamete!

Artık neredeyse karşımızdakinden duyduğumuz "Biraz kilo mu aldın sen?" sözü, doktordan ömrümüzün son günlerini yaşadığımızı öğrenmekten daha yıkıcı etki yaratıyor ruhlarda.

Bence basın, modacılar, doktorlar birleşip bir seferberlik başlatmalılar. Son senelerde aksi yönde bir çaba içerisinde olduklarını düşüneceğim neredeyse. "Güzellik zayıflıktır"ı öyle bir soktular ki kafamıza hep beraber... Artık bizi bu yoldan döndürene aşk olsun!

"Ama ucunda sağlık var" diyeceksiniz.

Fakat "ruh sağlığı" diye bir şey de var arkadaşlar!

Ve maalesef hepimizinki gitti gider.

Ayrıca kasları eriyenleri de unutmayalım.

Bu yüzden çok hayırlı bir iş yaptığını söylüyorum Müftüoğlu’nun. Salı günkü yazısını kaçırdıysanız bulup okuyun.

"Her yaşın, her cinsin ve beden tipinin kendine has bir kilosu var."

Oh be!

Birden rahatlayıveriyor insan.

MIŞ MUŞ

Nil Karaibrahimgil pırlantacılar için yüzük tasarlayacakmış.Şarkıların da eti, sütü, tüyü oluyor gördüğünüz gibi.

Sophia Loren 70’inden sonra soyunmuş.Ne var... Bizimkiler 80’inden sonra soyunuyor. Hem de politikaya.

ABD’de bir adam 12 dakikada 53,5 sosisli sandviç yemiş.Herkesin rekoru ülkesine uygun; bazı ülkelerde 12 gün ağzına lokma koymayan rekortmenler var.
Yazının Devamını Oku

Bizim hiç suçumuz yok!

6 Temmuz 2006
BU ne canavarı oluyor acaba? Arabamıza, traktörümüze, kamyonumuza binmiş, doğru yolumuzda giderken(!) gelip canımızı alanın "trafik canavarı" olduğunu biliyoruz da bu her sene Şile’de boğularak can vermemize neden olan canavarın adı ne?

"Van Gölü Canavarı" gibi bir şey bu da belki.

Canavarlar mafya gibi aralarında paylaştılar zahir... "Van senin, Şile benim."

Görev bölümü de var belli ki.

İşte kiminden trafik, kiminden denizler soruluyor.

"Damdan düşüren canavar" da var tabii.

Sobadan zehirleyen...

Bizim hiç suçumuz yok!

Canavar sebep oluyor.

Gerçi trafiğin dışındakilere bir isim takmadık ama için için biliyor ve inanıyoruz ki bizim dışımızda bir suçlu mevcuttur!

Yıllardır yüzme bilenleri bile yuttuğunu duyduğumuz azgın dalgalı denize yüzme bilmediğimiz halde girmek, bir damlacık çocuklarımızı sokmak mesela...

Bizim suçumuz değil!

Olsa olsa devletin suçudur!

Ki koşa koşa gelip belimize ördekli can simidi takmamıştır!

Hain devlet!

Ya da girilmesi yasak olan bölgelere tabela dikmekle yetinmiştir.

Üç-beş psikolog koymaz oraya ki halka oralardan denize girmemesi yönünde telkinde bulunsun! Tek tek konuşa konuşa ikna etsin ısrarcıları!

Ya da ne bileyim, yok mudur şu dalgaların boyunu küçültecek bir yetkili?!

* * *

40 cankurtaran, 4 zodyak bot, 4 ambulans, 4 doktor hizmet veriyormuş Şile’de.

Herkesin yanına birer cankurtaran verilmeli! Refakatçi olarak.

"Damsız girilmez" gibi bir nevi, cankurtaransız girilmesin!

Doktor atanacak yerler kapsamına da alınabilir denizin kıyısı.

Görev yeri: Şile sahili.

Hatta her derde deva askerimiz ne güne duruyor?

Kıyıya bir kolordu kurulabilir!

Ne diyeyim...

Trafik polisini geçtikten sonra emniyet kemerini çözen insanlarız biz.

Allah bilir çaktırmadan el işareti yapan da vardır kemeri çözerken. Sanki "gelir vergisi"dir "emniyet kemeri"... Karşı tarafı nasıl kandırıp atlattığımıza seviniyoruz.

Bize her türlü "canavar" müstahaktır.

MIŞ-MUŞ

Klima, uykusuzluk, şişmanla evlenmek, sigarayı bırakmak obez yapıyormuş.

Obezite bahane arıyor.

Keremcem, "Unutulmaya hazırım" demiş.

Hayran kısmının henüz unutmaya hazır olmadığını bilince konuşmak kolay oluyor.

Dünya Kupası’na büyük ümitlerle hazırlanan Almanya’daki genelevler bekledikleri işi yapamamış.

"En baskını cinsel içgüdüdür" dendiğinde futbol icat edilmemişti zahir.

Araştırmaya göre Türkler ülkesiyle gurur duyuyormuş.

Her dakika her şeyinden şikáyet etmemiz ise kasapla sevdiği deri arasındaki ilişki oluyor.
Yazının Devamını Oku

İlk ağızdan...

4 Temmuz 2006
"BİRİNCİ kadın", "ikinci kadın", "iki arada kalmış erkek"... Haklarında çok yazıldı çizildi. Ben de yazdım, yazıyorum. Ama neticede yaptığımız hariçten gazel okumak oluyor.

Ne kadar iyi gözlemci olursak olalım, hayatımızın bir döneminde taraflardan biri olalım hatta... Hele bu, aksine öteki ikisini "hiç anlamamış" olduğumuzu gösterebilir "çok bilmek"ten ziyade. Bir de aradan geçen zaman var. Bir sürü şeyi unutturan, törpüleyen, değiştiren, silen, hafifleten...

Diyeceğim, olayı dumanı üstündeyken, ilk ağızdan dinlemek başka oluyor.

Bir okurumdan mektup aldım. Bir "ikinci kadın"dan. İçini dökmüş. Ben etkilendim. Bir de siz okuyun bakalım.

* * *

Evli bir adamla bir buçuk yıl önce boşanmayacağını bile bile beraber olmaya başladım. Çünkü áşık oldum.

Yaşım 27, onunki 45.

Her geçen gün biraz daha fazla sevdim. Öyle çok sevdim ki onunla yaşadıklarım için Allah’tan af dilerken onun için de aynı dilekte bulundum. Onun hep iyiliğini, mutluluğunu istedim.

Birlikte olmaya başladıktan kısa bir süre sonra bir ev tuttu bana. Başından çok sayıda ilişki geçmesine rağmen ilk kez böylesine kapılıyordu birisine.

Fakat boşanma ihtimali sıfırdı.

Sonra bana kıyamadı, evi kapattık, bitti.

Her gece cehennem azabı yaşadım. 2-3 ay sonra tekrar görüşmeye başladık. Ayrılamıyorduk.

Zarar vermek istemeyecek kadar çok seviyordum onu. Kaçtım, yurtdışına gittim. Sırf ona daha fazla bağlanmamak için.

Olmadı.

Bugüne kadar hep adı sanı belli, kim olduğunu Türkiye’nin bildiği arkadaşlarım, flörtlerim oldu. Ama evlenmedim. Çünkü kimseyi sevemedim, "İşte bu" diyemedim, aklım, ruhum, gönlüm tatmin olmadı. Erkekler hep áşık oldular, acı çektiler, kıskandılar, ben güldüm.

Bir bu adamı sevdim ve hep dedim ki, "Benim bu adamdan bir çocuğum olacak, bunu çok istiyorum".

Ben kaçtım, o kaçtı, kaçamadığımız bir zaman hamile kaldım.

Bana "Aldır" demedi.

Öyle çok sevindi ki...

Beni daha çok sevdi. Onun mutluluğunu, sevgisini gördükçe mahvoldum.

Ama evlenemezdi...

"Doğur, her şeyim senin" dedi, ama boşanamazdı.

Kürtaja ağlaya ağlaya gittik. Ben ağladım, o ağladı.

Ben o mutsuz olmasın diye hayatımda en istediğim şeyi öldürdüm.

Daha kalp atışları bile yoktu ama hayat, doğuramayacak bile olsam hamile olduğumu öğrendiğim o beş gün anlamlıydı.

Hayatım bitti.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

İnsan her şeyi yok sayabilir. Pişman olabilir, üstüne çizgi çekebilir. Ama bunu değil. Bu, yok sayılabilecek, unutulabilecek bir şey değil.

Hayatta en çok istediğim şeyi Tanrı bana verdi ama ben O’na geri verdim.

Şimdi, doğursaydım yaşayabileceğim tüm zorlukları görebildiğim halde çok pişmanım.

Çünkü nefes alamıyorum.

İşe zor gidiyorum.

Yaşayamıyorum.

Hayatımın anlamını, yaşamak için sebebimi kaybettim.

Bu adamı çok sevdim. Bir kadın ne kadar severse, ne kadar áşık olursa en çok, o kadar. Yeniden hamile kalıp çocuğunu doğurmak isteyecek kadar.

"O zaman hazır değildim, bugün her şeyi görüyorum" diyecek kadar. Bu kadar salak olacak kadar.

Çünkü bugüne kadar karşıma çıkan onlarca düzgün adamda bulamadığımı bu adamda buldum. Hayattan onunla yaşamaktan başka bir beklentim yok.

Yüksek lisans yapmış, yıllardır kendi parasını kazanan biri bu kadar saf, bu kadar duygusal olabilir mi?

Bu uçurumdan geri dönmeyi neden istemiyorum?

MIŞ-MUŞ

Rahşan Ecevit, Bülent Ecevit’in kulağına türkü söyleyecekmiş.

Fişi çekmek gibi bir nevi!

Bilim adamlarının, ömrü uzattığı ve prostat kanserini yavaşlattığı açıklamasından sonra nar ve nar suyu satışlarında patlama olmuş.

Sıra geldi nar suyu sahteciliğine.
Yazının Devamını Oku

’Vakıfsever’ olmak

2 Temmuz 2006
İKİNCİ çocuğuna hamile Britney Spears çırılçıplak poz vermiş. Daha önce de yapanlar olmuştu. Cindy Crawford, Demi Moore... Dışarıda bir hareket oldu mu içeride bunun geyiğini yapmak ádettendir.

Nitekim bizim ünlülere sormuşlar hemen:

"Siz de böyle poz verir miydiniz?"

Şu sıralar hamile ünlümüz bulunmadığından bir süre önce doğum yapanlara yöneltmişler soruyu.

Aslında son senelerde, ünlü ünsüz, karnını göstermeyen hamileye rastlamadık pek. Öyle robadan bollaşan elbiseler falan... Tarih oldu.

Çarşı pazar ortalıkta dolaşıyor karınlar.

Diyeceğim, bir dergide yayımlanacak fotoğrafın, ulaşabileceğinden daha çok kişiye canlı canlı sunuluyor zaten. Fotoğraf çektirilmiş, çektirilmemiş, pek öyle önemli değil.

* * *

Bu arada karnın ortada olup olmamasından ziyade şu hamilelik konusuna bir dokunmak isterim doğrusu.

Dünyanın sonunun yaklaştığına dair bir endişem var sevgili okurlar!

Hani bitkiler ölmeden önce can havliyle çiçek açarlarmış... Acaba diyorum bizim de sonumuz mu geldi?

Zira insan, insan olalı bu kadar çok çiftleşmemişti!

"Can havliyle ürüyor muyuz?" diye düşünüyorum.

Fakat bizden ziyade dış dünyada görülüyor bu "üreme harekátı". Belli ki biz her zamanki gibi aymazlık içerisindeyiz!

Ya da oralarda doğum yardımı falan mı yapılıyordur nedir... Baksanıza Britney Spears daha birincinin göbeği kesilirken ikinciye hamile kaldı.

* * *

Neyse...

Aslında başka bir konuya değinecektim.

Ebru Şallı malum soruya cevap verirken, "Bir dernek ya da vakıf yararına poz verebilirdim" demiş.

Dernek ya da vakıf yararına!

Bilmiyorum farkında mısınız, son zamanlarda herkes her şeyi dernek ya da vakıf yararına yapar oldu.

"İyi ya!" diyeceksiniz.

İyi ama biraz da tuhaf.

Aniden nereden geldi bu ulviyet?

Nedir bu, "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!" halleri?

Bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Mesela, "Akan suları durdurma" amacı yaratıyor olabilir mi bu vakıfseverliğin altında?

Öküz altında buzağı arıyor olabilirim ama mesela çıplak poz vermek... Hepimizde bir parça var olan kadınca teşhir arzusu, vakıf yararına olunca başka bir şekle mi bürünüyor?

Masumiyet kazanıyor belki.

Bilmiyorum ama hakikaten bir nedeni olmalı. Yani yardım için yanıp tutuşmanın dışında. Hiç olmazsa topluma yaranmak mesela.

Aman ha!

Yanlış anlaşılmasın, elbet o vakıflar bağışlarla yaşayacak ve yaşamaları önemli. Ama yerli yersiz, uluorta olunca insanın içine kurt düşüyor.

Hem para kazanmak ayıp değildir arkadaşlar! Onu bunu dolandırmadıktan sonra...

MIŞ-MUŞ

Bir kadın, kıskançlık yüzünden, eşini önce kızgın zeytinyağıyla haşlamış, sonra bıçaklamış.

Kadın ya... Alışkanlıkla haşlamış, doğramış. Arkadan fırına da verecekti belki.

Erdoğan için "Kasımpaşalı gibi davranmayı bıraksın" diyen AKP milletvekili Koçak, partisinden ihraç edilmiş.

Şimdi hepimiz ikna olduk ki "Kasımpaşalı gibi" davranmakla ilgisi yoktur Erdoğan’ın!
Yazının Devamını Oku

Yalanınız ne renk?

1 Temmuz 2006
Her akşam gün boyu söylediğimiz yalanların bir dökümünü yapmaya kalksak... Bilmiyorum yazacak bir şey bulamayan biri çıkar mı? Kendimize de yalan söyleme adetimiz olmadığını farz ediyorum tabii.

Fakat sorulduğu zaman herkesin cevabı aynı:

"Hiç yalan söylemem, söyleyeni de sevmem!"

Bir aylık dergi ünlülere sormuş meselá...

Sonuç: Sürpriz yok.

Kimse yalanı sevmiyor!

Ama "Hiç yalan söylemem" demenin en büyük yalan olduğu herkesçe bilindiğinden bir-iki ufak yalandan bahsediliyor. Ayıp olmasın diye.

Ve hepsininki bir daha ömür boyunca tekrarlanması istenmeyen kötü birer anı adeta! Trafik kazası gibi bir nevi!

Zaten hepsi çocuklukta söylenmiş. Bakkaldan sakız çalıp "ben çalmadım" demek gibi. Ya da okulu kırıp sinemaya gitmek falan.

Yetişinlikte ise kimsenin siftahı yok çok şükür.

Daha doğrusu, var da onlar yalan sayılmaz!

Hepsi "pembe" çünkü.

İnsanoğlu her şeyi kategorize ederken yalanı atlayacak değildi elbet. Onu da "pembe", "beyaz" falan diye ayırmış.

Aslına bakacak olursanız hepsi bu kadar. "Siyah yalan" yok meselá. Kimse söylemediğinden zamanla yok oldu herhalde bu kategori!

Peki nedir pembe yalan?

Televizyon karşısına yayılmış maç seyrederken "toplantıda" dedirtmek meselá, pembe yalan oluyor.

"Vallahi seni hiç aldatmadım" da öyle.

Karşıdakini enayi yerine koymak az şey değil gerçi ama bu, yalanı en fazla birkaç ton koyulaştırıyor.

"Koyu pembe yalan."

Kadınların erkeklerden bile bile duymak istedikleri yalanlar var meselá bir de. Karşı taraf geçit verdiğinde "Yeşil yalan" olabilir bakın bunlar!

Aslında oturup yalanlarımıza uygun renk bulmak eğlenceli bir iş olabilir.

"Hiç yalan söylemem" misal...

"Patlıcan moru" uygun mudur sizce?

Benim esas fikrimi sorarsanız, "Yalan gereklidir" derim.

Hayatı kolaylaştırır.

Vallahi ciddiyim.

Tamamen vazgeçin isterseniz... Deneyin bir... Bakın nasıl sarpa sarıyor işler.

Diyeceğim bu kadar aşağılamayalım yalanı arkadaşlar!

En büyük kurtarıcımızdır o.

Olmazsa olmazımızdır.

Hem sonra doğru dürüst yalan söyleyebilmek herkesin harcı değildir. Zeká gerektirir. Yani ortada önü sonu iyi hesaplanmış, baba bir yalan varsa zeká da var demektir.

Vallahi hálá ciddiyim.

Yetti ama

Hadi yumurtanın önce zararlı sonra zararsız; bir zararlı bir zararsız olmasına bir şey demiyoruz.

Kahvenin de.

Veya "hayat iksiri" diye sarıldığımız bir sürü şeyin fos çıkmasına da.

Fakat bu çok ciddi.

Bize "Aman altı ayda bir mamogram çektirin" demediler mi bugüne kadar?

Dediler.

Biz de koşa koşa gittik.

Fakat göğüs kanserine genetik yatkınlığı olanlarda hastalığa yakalanma riskini yüzde 54 artırıyormuş mamogram.

İyi mi?

Az buz da değil, yüzde 54.

Ne olacak şimdi?

Ne olacağını kısmen biliyoruz aslında. Bu işten acayip para kazananlar ayaklanıp "Olur mu efendim hiç öyle şey?" diyecekler. Siz şu satırları okuduğunuzda çoktan yapmış olurlar belki de.

Ama bizim içimize kurt düştü bir kere.

Uzak duracağız.

Ama bir yandan da kontrol şart.

Sahi biz ne yapacağız?

Kime, neye güveneceğiz?

Hálá bir sürü şeyde kobay olma durumu devam ediyor insanoğlunun. Sonsuza kadar bu sürecek herhalde. Her "yeni" biraz da bu demek.

Hani ne derler... "Öldürmezse yaşatacak!"

MIŞ MUŞ

Şimdi "nerd" erkek (zeki, teknoloji aşığı, içe dönük, sadık) modaymış.Şimdi bu eldeki mevcutlar ne olacak? Hayır ayakkabı değil ki topuğunu değiştirip modaya uyduralım!

Atatürk Havalimanı’nda 24 Mayıs günü çıkan yangının sebebi kırılan "taklit parfüm" şişeleriymiş. Boşuna "taklitlerinden sakınınız" demiyorlar!

Banu Alkan "Sanata hizmet ediyorum" demiş. Doğru. Sanatın "ne olmadığını" anlıyoruz sayesinde.
Yazının Devamını Oku

Aklım ermiyor

29 Haziran 2006
İNSANIN siyasete aklının ermemesi ne kötü! Meselá ben.

Gündemdeki şu ittifak olayını anlamak için o kadar çaba sarf ediyorum...

Nafile.

Mesut Yılmaz, Tansu Çiller’i aradı biliyorsunuz...

Rahşan Ecevit Demirel’e gitti...

Deniz Baykal da onlardan önce Bülent Ecevit’e "Kalk kucaklaşalım" demişti zaten.

Şimdi bütün bunlar ne için?

Gerçi memleketi kurtarmak için olduğunu biliyorum da anlamadığım bunu nasıl yapacaklar.

Zira daha önce hepsi ülke sorunları üstüne söz sahibiydi. Fakat o günlerde hiçbirimizin "Memleket hakikaten güllük gülistanlık, yani işler yolunda olursa bu kadar olur" dediğimizi hatırlamıyorum.

E, şimdi nasıl olacak?

"Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır" diyorlarsa "Aman kalsın o zaman!" diye haykırmak geliyor insanın içinden.

Fakat dediğim gibi, benim aklım ermez.

Belki de her şeyin bir zamanı vardır.

O zaman işte bu zamandır.

Tam zamanıdır yani.

Fakat bitmek bilmeyen hırsların tutunacak bir dal bulmasının "tam zamanı" da olabilir tabii.

***

Kimilerinin hırsının sonu olmadığı gibi benim de aklımın ermemesinin sonu yok.

Mesela...

Şimdi bu kurtarıcılar nasıl bir formülle hangi çatı altında, ne türlü bir oluşumla, ne gibi adımlar atarak yapacaklar bu işi?

Birbirlerini gazeteler eşliğinde ziyaretlerin sonu nereye varacak?

Ortak bir dilekçeye imza mı atacaklar, yoksa parti mi kuracaklar.

Parti kurmak kolay mı?

Aslında kolaydır da bunlar zamanında cenazeler dışında zinhar bir araya gelmezken cenazelerde de zinhar selamlaşmazken şimdi nasıl aynı partide birleşecekler?

Memleket için kişesel hırslar feda mı edilecek?

Yoksa tam tersine yeni hırslar için kin, nefret, prensip, inat, şu bu ne varsa hepsi bir kenara mı itilecek?

Bakın dönüp dolaşıp hırsa geldim yine.

Benim de aklım bir tek buna eriyor galiba.

***

Fakat bütün bu olanlar içerisinde iki şey hakikaten gözlerimi yaşarttı.

Birincisi, Deniz Baykal’ın, Bülent Ecevit için açılan deftere "Kalk kucaklaşalım" yazması.

"Gözüm yaşardı" derken, yanlış anlamayın, gülmekten gözümden yaş geldi.

İkincisi, Rahşan Ecevit’in en acılı zamanda memleket aşkıyla yollara düşmesi.

Belki Bülent Ecevit bir ara "Rahşan, kucaklaşmak isteyenler var; ben demek sen demek, bizahmet kucaklaşıver hepsiyle" dedi.

Ya da "Burada boş boş oturacağına kalk toparla şu memleketi!"

Bilmiyorum artık.

MIŞ-MUŞ

Türkiye’ye yerleşmeye karar veren turist, Manavgat Şelalesi’ndeki tüp patlamasında hayatını kaybetmiş.

E öyle bir karar var idiyse zaten ölümü göze almış demektir.

*

Aysu Baceoğlu "En masum manken benim" demiş.

"En ince"yi, "En uzun"u falan biliyorduk da ihtiyaç hasıl oldu yeni bir kategori oluşturuldu demek!

*

Kendisine yarış atı hediye edilen Sibel Can "2 yıl sonra Gazi Koşusu benimdir" demiş.

Fakat bakmışsınız saz heyeti olmadan koşmuyor at.
Yazının Devamını Oku

Cart kırmızı

27 Haziran 2006
PARMAĞINI keseni duymuştuk da kırmızı boya sürme işi ilk defa oluyor. Gelinin kızlığının TAZE bozulmuş olduğunu ispatlamak üzere kanlı çarşafın erkek tarafından gösterilmesi ádeti var ya... Bir uyanık gelin, çarşafa kırmızı boya sürdü biliyorsunuz.

Fakat her işte olduğu gibi bunda da tecrübe şart!

Kızcağız tecrübesiz olduğundan yakayı ele verdi!

İnsan şunu gündüzden prova eder hiç olmazsa; elini alıştırır, bakar boya şişesi nereye konacak falan!..

Sen kalk yastığın altına koy!

Karyolanın altı aklına gelmedi demek!

Damat elini yastığın altına atınca tabii...

Ben, bu çarşaf gösterme hadisesi kimin aklına geldi ilk, onu çok merak ediyorum.

İnsanoğlu çeşit çeşit... Kimi falanca virüsü öldüren ilaç üzerinde uğraşırken kimi de demek düşündü düşündü bunu buldu.

"Kızlar kanlı çarşafı kaynanalarına göstersin!"

Etraftan, "Hay aklınızla bin yaşayın!" diye koşup el öpenler olmuştur belki.

Aslında adaletsizlik daha anatomide başlıyor. Kadınlara yalan söyleme imkánı tanımıyor vücutları.

Erkek, "Vallahi kimseyle sevişmedim bugüne kadar" diyebilir. Yalanını ortaya çıkaracak bir işaret yok vücudunda. Hoş, böyle bir yalana ihtiyacı da yok zaten. Kimse ona "ilk yatacağın kadın nikáhlı karın olsun" demiyor. Kadayıfın kaymaklısı.

Kadın kısmınaysa nişanelik (sözlüklerde aramayın, ben uydurdum) olarak kızlık zarı verilmiş.

Yıllardır bunu aşmaya çalışıyor garibim.

Bir kısmı da "Başlatmayın zarınızdan!" demek suretiyle aştı çok şükür. Fakat bir kısmı işte boya şişesiyle yatağa girmek durumunda hálá.

İşin tuhaf tarafı, "boyalı gelin"in muayenede bakire çıkmış olması.

Ne demeye boyayla girdi yatağa o zaman?

"Bakarsın benimki elastikidir, kanamaz lakin bu adam elastiki melastiki anlamaz" diye mi düşündü artık...

Ya da kadındır, çarşafının herkesinkinden daha cart kırmız olmasını arzu etmiş olabilir. Hani reklam filmi çekimlerinde domatesin kendi kırmızısı yetmez, bir de boyarlar ya...

Belki ileride konu komşuya anlatacaktı...

"Benimkini görecektiniz, nasıl cart kırmızıydı..."

***

Bakın belki de bu çarşaf gösterme hadisesi tamamen erkeği sınavdan geçirmeye yöneliktir. Hani muvaffak olabildi mi, olamadı mı?.. Fakat erkek kısmı bunu zamanla ne yapıp ne edip kadının aleyhine çevirmiştir.

Olamaz mı?

Aslında ortada gülünecek bir şey olmadığını söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Yaptığımız deliliğe vurmaktır.

MIŞ-MUŞ

Edirne’de 9 yıl önce temeli atılan havaalanı otlak olmuş.

Dünyanın en sağlam otlağı. Temeli var.

*

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, insanlar "zaman" kelimesini dillerinden düşürmüyorlarmış.

Bir tek zamana hükmedemediklerinden belki... Bükülmeyen elin öpülmesi yani.

*

Erdoğan, "Enkaz devredenler ellerini ovuşturuyorlar" demiş.

E, parayla değil sırayla... 4 sene sonra da siz elinizi ovuşturursunuz, yuvarlanıp gideriz.
Yazının Devamını Oku

Patlama

25 Haziran 2006
"BAŞ ol da istersen soğan başı ol." Kim, ne zaman demiş bilmiyorum ama var böyle bir söz.

Ne vesileyle hatırladığıma gelince...

Bizim de soğanımsı bir baş olma yolunda hızla ilerlediğimiz görülüyor.

Cinsel fantezi konusunda.

Bir haftalık dergiden öğrendiğimize göre "eş değiştirme"de Türkiye patlama yaşıyormuş.

Eş değiştirme, adı üstünde çiftlerin eşlerini değiştirmesiyle oluyor.

Temelli değil ama. Bir veya birkaç yatımlık.

Patlama olduğuna göre dünya liderliğinin de eli kulağındadır diyorum.

Neden derseniz...

Malum, biz namusuna düşkün bir milletiz. Namustan anladığımız da karımızın, kızımızın aşk meşk halleri oluyor tabii. Öyle hırsızlık uğursuzluk falan namusun kapsama alanına girmiyor.

Yani diyeceğim, davetlilerin gelinleri dudağından öperek tebrik ettikleri toplumlarda eş değiştirme olayı dünyanın sonu sayılmayabilir. Fakat on yıl önce boşandığı karısını, evlenmeye kalktı diye bıçaklayanların ülkesi olarak bu kampanyanın bizi aşacağını düşünüyor insan haliyle.

Ama değil işte.

Patlama var.

Uzatmayayım, patlama varsa ondan önce bir çatlama olmuş demektir.

Ar damarı çatlaması.

Ve artık kim tutar bizi!

Çatlamanın olduğu yerde patlama geçici değildir arkadaşlar!

Hem dünyada bir şey moda olsun da biz o modayı alıp suyunu çıkarmayalım... Ben görmedim.

Lider oluruz demem bundan.

Mesela, korkarım yarın komşunuzun çocuğu kapıyı çalar:

"Müsaitseniz annemle babam bu akşam sevişmeye gelecekler."

* * *

Fakat bir yandan da zaten çoktan patlamış olan namus cinayetleri sürüyor.

Aklı karışıyor insanın.

Yarın heykelimizin dikilmesi icap etse mesela... Denizkızı gibi bir şey çıkar ortaya herhalde. Altı kaval üstü şeşhane.

"Bir avuç ’fantezici’ bizi bağlamaz" diyeceksiniz.

Elbet.

Fakat kimler o "fanteziciler" biliyor musunuz?

Öyle gazetelerde her gün fotoğraflarını gördüğümüz, fikrimizce her türlü çılgınlığa uygun olan tipler değil. Derginin dediğine göre vapurda, otobüste rastladığımız sıradan insanlar. Hani bakınca konduramadığımız.

Parayla imanın kimde olduğu bilinmez, demek bir de fantezinin kimde olduğu belli olmuyor.

Hal böyle olunca, sayıları daha fazla olabilir diye düşünüyor insan. Memleket sıradan insan kaynıyor zira. E, kendilerini kaydettirecek halleri yok, "Biz ’fanteziciler’ takımının ’eş değiştiriciler’ sınıfındanız" diye. O zaman nereden bileceksiniz kaç kişi olduklarını?

Son olarak...

Ne diyeyim...

Libidomuz vahim durumda demek.

Yerlerde yani.

Ki kıpırdatmak için bunu bile yapıyoruz.

MIŞ-MUŞ

Atıklarını arıtmayan fabrika kapatılıyormuş. Orman yakana 10 yıl hapis cezası verilmiş.

Adam mı oluyoruz ne?!...

Ana-babaların kumbaraları tırtıkladığı ortaya çıkmış.

Vay! "Para bozuyoruz" diye yediler demek bizi yıllarca.

Urfa’ya Oxford değil ama Bilkent geliyormuş.

Pantolon uyduramadık...
Yazının Devamını Oku