5 Kasım 2006
TÜCCAR züğürtleyince eski defterleri yoklarmış. Bir zamanlar gazete sayfalarından eksik olmayanlar da züğürt tüccar misali eski defterleri açıyorlar son çare olarak. Her sabah gazeteleri açıp kendi yüzüyle karşılaşmak, insanda alışkanlık yapıyor. İsterlerse yerden yere vursunlar sizi, devamını arzu ediyorsunuz. Artık kimsenin umurunda olmamak, eşekten düşmüş karpuza döndürüyor insanı.
Herhalde yani.
Ki eski sanatçılar, siyasiler, bir zamanlar ana, baba ya da eş durumundan şöhret sahibi olmuşlar, bir bakıyorsunuz yeniden ortaya çıkmış bir şeyler anlatıyorlar.
Mesela, 20 sene önce başlarına bir şey gelmiş...
Fakat, "Bir keresinde elime kıymık batmıştı" şeklinde değil tabii. Bir nevi tavan arasındaki eski çeyiz sandığını karıştırmak gibi bir şey bu. Hani modaya uygun bir parça arayıp bulup çıkarırsınız ya...
Mesela, bugünlerde nedir toplumun en çok tepki verdiği, en çok ses getiren şey?
Kadına şiddet!
E, Allah’a şükür her kadının sandığından öyle yerlerde sürünmek olmasa da yenmiş bir tokat bulunmakta memleketimizde!
Aradan geçmiş 10 sene, 20 sene...
O tokat atan kocadan boşanılmış...
Hatta sokakta görseler birbirlerini tanımayacaklar neredeyse...
Fakat olsun!
Üç-beş gün gazetelere taşır ya bu mevzu onları...
Sonrası Allah kerim!
* * *
Anıların kaleme alınması var bir de.
Jübile misali.
Gerçi henüz 20’li yaşlarında anılarını yazmaya kalkanlar var ama onlar ayrı. Onlar, "Kim öle kim kala; bu işten toplanacak bir parsa varsa tehlikeye atmayalım, şimdiden toplayalım" diyorlar herhalde.
Uzatmayayım, artık ununu elemiş duvara asmış olan bazı "eski zaman şöhretleri"nin, yine eski insanların kefen parası diye kenara ayırdıkları üç-beş kuruş misali anıları var bir kenarda bekleyen.
Herkesin anıları var da bunlarınki "Hızır" bir nevi. Dar günde yetişip geliyor, son gürlüğü yaşatıyor.
"Nasıl anıymış bu?" derseniz...
"Biz eskiden su içerdik testiden" şeklinde değil elbet.
Daha ziyade başka tanınmış, sevilen kişilere atılmış çamurlardan oluşan anılar bunlar.
Mesela, "falanca nişanlımı elimden almıştı", "filanca zaten hiçbir kocasıyla geçinemedi" gibi şeyler.
Kimin köşesinde okuduğumu hatırlayamadığım (Hem de daha birkaç gün önceydi ama günde 7-8 gazete didik didik edilince böyle oluyor) bir anekdot... Ünlü birine (Bakın onun da kim olduğunu hatırlamıyorum. Ben istesem de anılarımı yazamam demek!) sormuşlar... "Birinin akıllı olup olmadığını nasıl anlarsınız?"
"Konuşmalarından" demiş o ünlü biri.
- Ya konuşmuyorsa?
- O kadar akıllısına rastlamadım.
Bu anı yazma işi netameli biraz. Hem illaki başkalarının mahremiyetine tecavüz ediliyor, hem de bir bakmışsınız yazanın 50 yılda yaptığı kale yıkılıveriyor.
MIŞ-MUŞ
40 yıl sonra balık bulamayacakmışız.
Balığın bizi bulamama ihtimali de az değil.
Hızlı yemek yiyen erkek erken boşalıyormuş.
Biz erkeğin kalbine giden yolun midesinden geçtiğini bilirdik, başka yerlerden başka yerlere yollar da varmış demek!
Yıllardır bilimsel araştırmalarda kobay olarak kullanılan farelerin ömrü uzamış.
"Maaşa zam, işe nihayet" gibi bir şey... Sanki sağ fare kalmış gibi!
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
İşte bu kadar! Bir araştırma, durumu net bir biçimde ortaya koymuş.<br><br>Erkek kısmı, her gün, sekiz farklı kadını ikişer dakika göz hapsinde tutuyormuş. Fakat bu, İngiltere’de yapılan bir araştırma. İngilizlerin "Güzele bakmak sevaptır" ya da ne bileyim "Göze yasak olmaz" gibi veciz sözlerden haberi yok elbet. Haliyle göz ucuyla bakıp geçiyorlar demek. İki dakika nedir...
Bizimkiler ise bir kadın gördüğünde göz kesilirler adeta, malûmunuz.
Dolayısıyla Türk erkekleri hakkında fikir sahibi olmayan birini bu araştırmadan hareketle bilgilendirmek isterseniz iki dakikayı 12 dakika olarak değiştireceksiniz.
Fakat kimse erkeğin 12 dakikada bakmaya doyduğunu zannetmesin. Doymaktan değil, o esnada gözü başka kadına takıldığından... Yani bir nevi "ara veren yanıyor" durumu.
Hal böyle olunca sekiz kadın yerine de 48 kadından söz edilebilir.
Oturduğu sandalyeyi karşı masadaki kadına göre ayarlayan erkek vardır, ki daha çok sevaba girsin!
Mesela öğle saatlerinde, civarında işyeri bulunan parklarda, takım elbiseli, kravatlı birtakım adamların konuşlanmış olduğunu görürsünüz. Bilin ki topluca sevaba girmek için oradadırlar!
Önlerinden geçen kadın, bunların nefesiyle uçmuyorsa, artık o onun kendi günahkárlığındandır!
*
Eskiden erkekler daha meraklıydı yalnız...
Bakarken bir de soru tevcih ederlerdi kadına.
"Hepsi senin mi?"
Ki o zamanlar kadının herhangi bir yerinin kendisinin olmaması ihtimali sıfıra yakındı.
Şimdikinin tersi yani.
Fakat erkek, kadında, devir icabı mevcut olan tüm "iç ve dış destekler"den haberdar olduğundan, kaş yapayım derken göz çıkarmamak için herhalde, hiç o konulara girmeden sadece bakmayı tercih ediyor artık.
Erkeğin her geçen gün kendini geliştirdiği de bir gerçek.
İşi tesadüfe bırakmıyor mesela.
Hani beklemiyor ki bakılacak kadın gelsin, kapısının önünden geçsin!
Gidip yerinde buluyor.
Neresidir yeri?
Misal Akmerkez.
Bunu "erkekler artık daha nazik" diye de ifade edebiliriz. Ayağına beklemek yerine kalkıp ayağına gitmek kadının...
*
Araştırmacılar durumu kadın açısından da incelemişler elbet.
Kadın da her gün iki farklı erkeği 30 saniye inceliyormuş.
Yalnız Türkiye’de biraz daha aşağı ineceksiniz. Kadın, erkeğin tersine, Avrupalılar’dan daha geridedir bu hususta.
Daha zeki olduğundan mıdır artık, yoksa daha bir insan sarrafı olduğundan mı, erkeğe bir saniye göz ucuyla bakması yeterlidir.
Ne menem biri olduğunu şıp diye anlar ve beğendiyse bile bakmaya devam edeceğine baktırmaya mesai harcar.
Zaten araştırmanın devamı da beni doğruluyor sayılır.
Kadın erkeğin gözüne bakıyormuş daha ziyade.
Neden?
"Bana bakıyor mu acaba?" diye!
Ondan sonra gelsin saç parmaklamalar, dudak oynatmalar...
Gerçi boşuna. Erkeğin gözü saçta başta değil zira. Daha aşağılarda. Göğüs, kalça ve bacaklarda. Araştırma öyle diyor.
*
Her ne kadar kadın erkeğe "Gözü bende mi?" diye bakar dediysem de esasında beğenilmenin ötesinde bir şeyler arar kadın o gözlerde.
Mesela zeká parıltısı...
Aşk...
Ya da ne bileyim o meşhur elektriklenme hadisesi... Hani olacak mı olmayacak mı...
Fakat erkek o esnada kalçalara odaklandığından gözlerin buluşması gerçekleşemez.
Zurnanın zırt dediği yer tam burası oluyor işte!
Kadınla erkeğin gözleri, dolayısıyla akılları başka yerdedir!
Dünya kurulalı beri bir türlü istenen uyumu sağlayamamış olmalarının temelinde yatan şey budur!
Erkek için sizin Ebru mu, Zeynep mi, Neslihan mı olduğunuzun hiçbir önemi yoktur. Fark etmez.
Onlar ortada gezinen bacaklarla, bacakların üstündeki kalçaların farkındadırlar sadece.
"Tanışmadan önce böyle olması normaldir" diyeceksiniz.
Tanıştıktan sonra da bir şey değişiyorsa ne olayım!
Araştırma pek güzel koymuş ortaya.
Kadının gözü garpa, erkeğinki şarka bakmaktadır!
Mesele budur!
MIŞ MUŞ
Erdoğan YİMPAŞ’la ilgili haberler için medyaya yüklenmiş: Son günlerde YİMPAŞ modası çıkardılar.
Teveccüh göstermiş Başbakan’ımız... "Moda"nın esas yaratıcısı onlar, biz ise sadece takipçiyiz.
Deprem uzmanları internette kavgaya tutuşmuş.
7,4’çüler 6,7’cilere karşı!
Son yağmurlarda 23 kişi hayatını kaybetmiş.
Bir de "yağmur uzmanları" peydahlanıp vatandaşı "yağmura hazırlıklı" hale getirseler iyi olacak!
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2006
AH Sevgili Názım Hikmet! Kalkıp baksan bir... Esas manzara bu devirde.
58 yaşındaki emekli imam, üzerinde "Ahiret Hava Yolları" yazan biletler bastırmış mesela.
Hareket yeri: Dünya
Varış yeri: Ahiret.
Uçuş saati: Her an kalkabilir.
Müracaat: Azrail adresten teslim alır.
Eve büyü için gelenlere bu biletlerden veriyormuş.
Fakat imam çağdaş adammış, kabul etmek lazım!
Otobüsle de yollamaya kalkabilirdi.
"Ahiretağası Turizm"
Çaylar şirketten!
Yok be ne çayı!.. Zemzem suyu!
***
Afyon’da 10 yıldır otlak yüzünden husumet içerisinde olan iki aile nihayet savaşmışlar!
Sonuç: 7 ölü.
Otlağın durumu: Değerinden habersiz, otlaklığını sürdürmekte!
***
İznik’in bir köyünde, muhtara kızan köylüler, protesto amacıyla akli dengesi yerinde olmayan 4 kişiyi ihtiyar heyetine seçmişler.
Köylüler sonra başka köye mi göçmüşler?
Hayır.
Fakat yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Bkz. kendi partimize kızıp öteki partiye oy vermelerimiz. Sanki dönüp dolaşıp kabak bizim başımıza patlamayacakmış gibi. Patladı nitekim.
***
Hülya Avşar bir televizyon kanalına Türkiye’nin ekonomi gündemiyle ilgili açıklamalar yapmış.
Rakamlarla işlerin yolunda gittiğini ancak yakında ekonominin gerçek yüzünün ortaya çıkacağını belirtmiş.
Yatırımların daha çok arsaya yönelik olması gerektiğinin altını çizmiş.
Hayır, isim benzerliği değil!
Bildiğimiz Hülya Avşar.
Zaten televizyonda anlatırken denk gelmediyseniz gazetelerin ekonomi sayfasında rastlamışsınızdır. Fotoğrafı da vardı.
Oydu vallahi!
***
Geçtiğimiz günlerde sular altında kalan Urfa’nın Ceylanpınar İlçesi’ne ziyarette bulunan AKP’li milletvekili, "Devlet nerede?" diyen vatandaşı azarlamış:
"Kes sesini, çok konuşma!"
E, normaldir.
Ne demişler... "Anasına bak kızını al, başbakana bak vekilini al."
Kimse dememiş gerçi ama ben diyorum.
***
Türkiye bu yıl Guinness Rekorlar Kitabı’na kişi başına yılda 200 kilo ekmek yiyerek girmiş.
Ne diyeyim, birisi "Sizin Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeniz için bin fırın ekmek yemeniz lazım" dedi zahir!
Fakat 200 kilo ekmek yediğimizi diyetisyenlere söylemeyin, onlar bizim kişi başına günde üç ince dilim kepek ekmeği yediğimizi zannediyorlar!
MIŞ-MUŞ
NASA tarafından Mars’a 90 günlüğüne gönderilen robot bin gündür oradaymış.
İltica etmiş olabilir.
*
Sanayi Bakanı Coşkun, Yimpaş’ın Almanya’da yaptığı açılışlara katılmasıyla ilgili "Siyasiler müneccim değil" demiş.
Önümüzdeki seçime partilerden birer de "müneccim aday listesi" rica ediyoruz.
*
Tarık Akan dizi için 20 yaş gençleşmiş.
Hep böyle kal! Hep böyle kal!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
KÜÇÜCÜK bir kız. Yani öyle duruyor. 26 yaşındaymış oysa.
Yüzü boyasız.
Saçı röflesiz ki pek rastlanır bir durum değil.
Üstü başı, hani ne denir... Ev hali.
Hem de fotoğraflarının çekileceğini biliyor, röportaj veriyor çünkü.
Artist o.
Gerçi şimdi oyuncu deniyor.
Fakat artistler epeydir çok değişti.
Gösterişli, güzel, süslü püslü, bakımlı birini tarif ederken "artist gibi" denirdi eskiden.
Şimdi kırmızı ojelisini bulmak zor artistin.
Takma kirpikli köylü kızları çıkmıyor artık karşımıza filmlerde.
Tamam da...
Sadeliğin de çeşidi var.
Bir hakiki sadelik var mesela, bir de sırf moda olduğu için bürünülmüş sadelik var.
Sözünü ettiğim küçük kız hakiki sadelerden.
Boşverin üstünü başını, gülüşünden anlaşılıyor.
Ve tabii ki konuşmalarından.
Dersine çalışıp gitmiyor röportajlara. Sunmak istediği bir "mal" yok çünkü ortada. Kendisi var.
Soruyorlar, cevap veriyor. Hakiki benliğiyle.
Hissediliyor samimiyeti.
Tek bir yüzü var.
Başbakan’ın eşinin verdiği yemeğe katılmamış mesela. Politikalarını desteklemediği için.
Biz el öpüp bağlılıklarını bildirenlere alışkınız daha ziyade. Bağlılığa bir diyeceğimiz yok elbet ama "gelene gidene bağlılık" şeklinde olunca...
Hayvanları seviyor.
Ama elbisesine uygun renkte bir kedi kapıp objektifin karşısına geçmek şeklinde değil. Rol icabı ağlaması gerektiğinde sokak köpeklerini aklına getirecek kadar gerçek bir hayvansever.
Sibel Kekilli’den bahsediyorum.
Geçtiğimiz pazar günü Milliyet’te Asu Maro’ya, Vatan’da Leyla Umar’a verdiği röportajları okudum ve çok sevdim Sibel Kekilli’yi. Zaten "Duvara Karşı"da oyunculuğunu da çok beğenmiştim.
"Düşündüğümü söylemek hakkım. Bu hakkı kimsenin almasını istemiyorum. O yüzden de Türkiye’de temelli yaşayamam" demiş Maro’ya.
Yaşamasın zaten.
Yoksa bakmışsınız araziye uymuş, sahiden "artist" olmuş.
Olabilir yani. Başkalığa izin vermez bu topraklar. Basın ve halk el ele verdik mi... Nitekim "Sibel Kekilli operasyonu" başlamış. Kızcağız şaşkın. "Almanlar daha çok sevindi Altın Portakal’ı almama" diyor. Buradaysa jüriden biriyle yattığı söyleniyormuş.
Velhasıl bize ne lazım Orhan Pamuk, Sibel Kekilli, Cem Yılmaz...
Biri iyi yazar değil, öteki hırsız, beriki bedenini satıyor!
Sırada kim var "hakiki"lerden?
Gelsin öğütelim.
MIŞ-MUŞ
Liselilerin yüzde 72’si depresyondaymış.
Şu depresyonu idareli kullanın gençler! İleride daha çok lazım olacak!
Erdoğan 8 günlük tatil için "Hapisten sonraki en uzun tatilim" demiş.
Baykal’dan bir hayır(!) duası gelebilir: "Allah daha uzunlarını, hatta temellisini nasip etsin!"
Sibel Can’ın poposu gulet için ilham vermiş.
Adam iyi ki fırıncı değildi.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2006
BİR kere 1-0 mağlup olarak dünyaya gelir kadın.<br><br>Yani kimine göre. Hatta çoğunluğa göre.
Mesela neymiş efendim, yeni doğmuş kız çocuğu dermiş ki, "Beni 40 gün için kapıya koymazlarsa ondan sonra kendimi sevdirmesini bilirim nasıl olsa".
Kapıya konma ihtimali var anlayacağınız.
Peki bir toplulukta bir an sessizlik olduğunda "Kız doğdu" denmesine ne buyurursunuz?
Demek ki kız doğunca insanların nutkunun tutulmasına yani?
* * *
Kadının bu dünyada ekstradan bir işi vardır her işin yanında.
"Her şeye rağmen" akıllı, güçlü, başarılı, şu bu olduğunu anlatmaya, göstermeye, ispatlamaya çalışmak.
"Her şey"se kadının "kadın olma" halidir.
Kadın ömrü boyunca adeta "Survivor" yarışında gibidir.
Yatakta iyi, mutfakta becerikli, salonda hanımefendi, oturma odasında şefkatli, işte başarılı, sokakta dönüp bakılası olması beklenir kadından.
Bir erkeğin, mesela bir tek işinde başarılı olması yeterlidir oysa. Artık kimse bir şey beklemez kendisinden. Su damlası kadar meziyetinin çağlayanlar kadar semeresi vardır.
* * *
Zordur kadın olmak.
Fiziksel olarak bile.
Bütün kadınların mezarına "Hiçbir şeyden çekmedi karnından çektiği kadar" yazılsa yeridir mesela.
Karın denen nahiye kadın vücudunda çuvallamıştır.
Bütün kadınların daima karnından zoru vardır.
"Muayyen günü"nde olsun olmasın... Ağrısı yoksa sızısı, sızısı yoksa şişkinliği vardır.
Karnının, kasığının huzura erdiği gün sayısı pek azdır kadının.
Kadının ömrü, külotuna bakmakla geçer bir de.
O malum meretin bazen "gelmiş" bazen "gelmemiş" olmasını dileyerek. Ama hep endişeyle.
O meret de dileklerle inatlaşır adeta.
Dört gözle beklendiğinde gecikir, hiç lüzumu olmadığında erkenden geliverir.
Yaşlılıkta dahi külota bakmaya devam edilir. Yine endişeyle tabii. Hani maazallah olur ya... Bu sefer hayırlara vesile olmaz çünkü gelişi.
* * *
Yüzüne bir kere krem sürmüş erkek, "bilmemneseksüel" şeklinde bin türlü rütbe verilmek suretiyle taçlandırılırken, kadının saç, kıl, tüy, tırnak, cilt, vs. işlere hatırı sayılır bir mesai harcaması sıradan bir vakadır.
Kadın, bir sporcu misali, fakat ondan farklı olarak maç boyu değil 24 saat, rakiplerini kollamak durumundadır.
Eksik olmasın(!) erkek kısmı ömür boyu rakipsiz bırakmaz kadını.
Burada kesmek zorundayım. Aslında tefrikalık mevzu bu ama...
MIŞ-MUŞ
Üniversitelerde yapılan ankete göre her 3 üniversiteliden biri "Töre için ben de öldürürüm" demiş.
"Fişek gibi gençlik geliyor" dedikleri doğruymuş! Hatta "gibi"si fazla!
İslam ülkeleri ilk kez kadın için toplanıyormuş.
Du bakalım... Katlimizin vacip olduğu çıkmasın da toplantıdan!
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
Evlilikte erkek egemenliğinin bir simgesi sayılıyor epeydir, kadının, kocasının ayaklarını yıkaması. Neredeyse her kadına bu soruluyor...
"Kocanızın ayağını yıkar mısınız?" Kadının verdiği cevaptan evdeki denge durumu anlaşılıyor zahir.
Peki anlaşılır mı hakikaten?
Misal, Çemişkezek’teki iki kumalı, oniki çocuklu kadın, ayağını yıkamıyorsa kocasının... Hani bir o eksikse...
Şöyle söyleyeyim, mesela fincan yere düşmüş tuzla buz olmuş, lakin kulbu sapsağlam duruyor. Sevinecek miyiz yani?
*
Fakat benim esas anlamadığım, Ebru Şallı gibi bir kadına neden sorulur kocasının ayaklarını yıkayıp yıkamadığı?
Duruşu, sosyal konumu itibarıyla "Bu kadın kocasının ayaklarını yıkıyor mudur acaba?" şüphesi bir an olsun insanın içine düşmezken...
Herhalde başlığa çıkacak bir enteresanlık arandı.
Nitekim o da soranı boş çevirmemiş "Yıkarım" demiş.
Sabah akşam bu işe kalkıştığından değil elbet.
Hem Harun Tan’ın bile kendi ayaklarını yıkadığına ihtimal vermiyorum ki kalkıp karısına yıkattırsın bir de.
Hangimiz ayaklarımızı leğene sokup yıkıyoruz kuzum?
24 saat sıcak suyun aktığı evlerde yaşıyoruz. Duş almadan sokağa çıkmıyor, yatağa girmiyoruz. (Ebru Şallı’yla Harun Tan’ın da dahil olduğu renkteki Türklerden bahsediyorum elbet.)
İlaveten neden leğene sokup yıkayalım ayaklarımızı?
Ayrıca, kimin evinde leğen kaldı?
Vileda kovasına sokacak halimiz yok!
Hangi devirdeyiz arkadaşlar?
*
Fakat icap ettiğinde bütün kadınlar kocalarının, bütün kocalar da karılarının ayağını yıkamalıdır.
Normali budur.
20 senelik kocanız ameliyat olmuş mesela... Uzun süreli bir banyo yasağı var... Yıkamaz mısınız ayağını?
Hatta tırnağını kesmez misiniz?
Ha, "Allah’ım bir vesile ihsan eyle de şu kocamın ayaklarını yıkayayım" denmez elbet ama yıkanır.
Evlilik biraz da budur.
Dayanışmadır.
Hani ne derler... "İyi günde, kötü günde."
Yoksa gezip eğlenilecek, sevişilecek çok adam var sokakta.
Bazı durumlar "insanlık" icabıdır.
Özetle, "Kocanızın ayağını yıkar mısınız?" sorusunun cevabıyla o kadın ve kocası hakkında bir fikir sahibi olamazsınız. Ya da olursunuz da doğru olmaz.
Mesela şimdi Ebru Şallı kocasına "kul köle", kocası da "kodu mu oturtan" biri midir?
Hiç sanmıyorum.
"Hiçbir şartta kocamın/karımın ayağını yıkamam" diyen, vicdansızın tekidir bana göre. Karşı taraf ilk tökezlediğinde toz olacak demektir.
*
Bir de "dört duvar arası" durumu var.
"Dört duvar arası" öyle bir yer ki orada erkekle kadının büründüğü haller hiçbir şey için ölçü olamaz.
Orada neredeyse herkes "Gündüz insan, gece kurt" misali.
Daha bu yaz pek romantik bildiğimiz biri nasıl şaşırttı bizi, unuttunuz mu?
Diyeceğim ayak yıkama, yıkattırma çok hafif kalabilir.
Fakat sırf kadını hizmetkár olarak gördüğü için ayağını yıkatan nice kendini bilmez vardır elbet.
Onlar "görünen köy"dür zaten.
Ve yapacak bir şey yoktur.
Tekamül etmelerini beklemekten başka...
MIŞ MUŞ
Baykal "Sağ bize geliyor" demiş.İyi. Siz "sağ" biz selamet.
Türkiye’de üç kişiden biri hastaymış.Öteki ikisi de ya futbol hastası, ya komşunun kızına hasta.
Cep telefonu kullanımı erkeklerde kısırlık yapıyormuş."Cep"le bir doğum kontrolü yapılamıyordu, o da oldu.
Okullar "vahşi batı" gibiymiş.Olsun! Batının iyisi kötüsü olmaz!
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2006
SON zamanlarda Dünya’nın sonunun "ısınma" ile geleceğine dair haberler okuyoruz.<br><br>Babaannemi hatırlıyorum bu vesileyle. Onun da bir tezi vardı Dünya’nın sonuyla ilgili. Bina ile zina çoğaldığında son gelmiş olacaktı.
Bu tez o kuşağın ortak teziydi galiba. Hatta annemin kuşağı da bayrak yarışı misali devraldı tezi.
Aslında onların hesabına göre şu sıralar Dünya’nın son günlerine gelmiş bulunuyoruz ama hálá yeteri kadar zina edemedik midir nedir...
Tezin biri ötekine mani değil elbet. Yani bilim adamlarıyla babaannemin öngörüsü aynı anda gerçekleşebilir.
Fakat benim tamamen farklı düşüncelerim var Dünya’nın sonuyla ilgili.
Öyle şeyler olmalı ki... Hani "Rüyamda görsem inanmam" dedirtecek cinsten.
Aslında patenti bana ait bir düşünce değil bu. Olmayacak bir şey duyduğumuzda "Allah Allah! Dünya’nın sonu mu geldi?!" demez miyiz?
Demek ki insanoğlunda, Dünya’nın sonuna doğru "olmayacak şeylerin olacağı"na dair bir bilgi var.
Mesela...
Erkek kısmında bir sadakat, bir sadakat... İttiriyorsunuz gitmiyor!
Veya...
Cüppeli Ahmet, bir kilim iki sedirden oluşan mütevazı evinde oturmuş Kuran okuyor!
Ya da...
İmara açık arazilerin orman alanına dönüştürülmesine dair yasa TBMM’de onaylanmış!
Gazetelerin sağlık sayfasına bakıyorsunuz...
- Vücutta katı yağ eksiği bağışıklık sistemini zayıflatır!
- Bitki çayı yerine kahve içiniz!
- Sigarayı ihmal etmeyiniz!
- Ham işine ağırlık veriniz!
- Tatlıyı sofranızdan eksik etmeyiniz!
- Tuz, un, şeker! Üç büyükleri seviniz!
Ya da şöyle bir haber:
Bülent Ersoy, önceki gün Ortaköy’deki incik boncuk tezgáhından 5 YTL değerinde kolye aldı. 10 YTL değerindeki yüzüğü ise pahalı buldu. "Ben zaten sadeliği severim, yüzük takmasam da olur" dedi.
Ben mesela...
Karşımdaki her kimse arka arkaya üç cümle sarf etmeye muvaffak olmuş! Nasıl olmuşsa olmuş, araya girmemişim!
Hülya Avşar, uzatılan mikrofonlara "Bu konuda yorum yapmak bana düşmez" demiş!
Bilin ki hakikaten Dünya’nın sonu gelmiştir.
MIŞ-MUŞ
Yapılan araştırmaya göre kızlar gece dekolteli, gündüz düşük belliymiş.
"Spor teşhir", "Abiye teşhir"!
Avustralya’da siyahi anneyle beyaz babanın biri siyah biri beyaz ikizleri olmuş.
Burada olsaydı Çarşı grubu pankartı açmıştı... "Erkek adamın siyah-beyaz çocuğu olur."
Bafa Gölü ölmüş.
Türkiye’nin öteki dünyadaki fiziki haritası hızla tamamlanıyor!
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2006
Ela ile Lale ata atla.<br><br>Teli ele al, alta at. Ata eti ele ilet.
Ata etli eli al.
Ali eli al, ata atla.
Ata teli telle.
Teli alta it, atla, al.
Al etle, al telle.
Ata tel al, Lale at.
h
Talat ile Ali 1 aile.
Nasıl cümleler ama?
20-30 sene sonra benzer cümlelerle yazılmış romanlar çıkabilir karşınıza.
"Ata Lale’nin etli elini aldı dudaklarına götürdü, ’Gel 1 aile olalım’ dedi.
O sırada az ötede teli tellemekte olan Talat onları gördü. Hemen teli alta atıp ata atladı ve Lale ile Ata’nın yanına geldi. Elini Lale’ye uzattı. ’Lale eli al, ata atla’ dedi."
Böyle şeylerle karşılaşabiliriz.
Çocuklar okuma yazmayı artık bu cümlelerle söküyorlar zira.
Bilmiyorum "Ali topu tut"un suyu mu çıkmıştı.
Ben eğitimci değilim gerçi ama, al, at, ata, atla, alta gibi benzer seslerin öğrenmeyi zorlaştıracağını, çocukların bunları birbirine karıştıracağını düşünüyorum.
Sonra, Talat ismi nereden çıktı?
Onca isim arasından buluna buluna bunun bulunmasının sebebi nedir?
"Talat"ı dili dönüp de doğru telaffuz edebilen bir yetişkine rastlamamışken henüz 7 yaşında çocuğa ilk iş olarak bu ismi öğretmek...
"Talat ile Ali 1 aile"
"1 aile"ye dikkatinizi çekerim.
Matematiği de aradan çıkarmak istediler zahir. Türkçe güme gidiyor bu arada ama olsun! Sonra bir ara doğrusunu öğretirler herhalde.
Bu da bir yöntemdir belki. Önce yanlış öğretmek!
O yaşta kaydedilen bilgilerin "ilk aşk" misali kolay unutulmayacağından haberleri yok belli ki.
***
Fakat dediğim gibi ben eğitimci değilim.
Belki de yıllarca üstünde çalışıldı, nihayet en şahane sistem bulundu. Gerçi ihtimal vermiyor insan. Ne demişler: "Adı çıkacağına canı çıksın."
Neyse...
Üstünde çalışılmış bile olsa "Netice fos çıktı" diyebiliriz. Zira yukarıda ancak dörtte birini sıralamış olduğum cümleleri ezberleyip yazabilen çocuk yok. Varsa da 35 kişilik sınıftan iki kişi. Bana gelen bilgi bu. Bilmiyorum hedeflenen bu muydu...
Zaten artık duruma dayanamayıp isyan eden ve can havliyle bana ulaşan bir velidir bu satırların sebebi.
Durumsa, gece yarılarına kadar, bırakın okuyup ezbere yazmayı, bir türlü "Talat teli alta it, atla al" diyemediği için çocukların, bunu dedirtemediği için velilerin karşılıklı ağlayıp durmalarıdır.
Sahiden merak ediyorum, eski fiş cümlelerinin nesi vardı?
Belki de "’Ali topu tut’ kuşağı"ndan memlekete bir hayır gelmediğine hükmettiler, bir de "Talat teli telle"yi deneyecekler!
MIŞ-MUŞ
Mor çekirdekli domates yetiştirilmiş.
Üreticisi emekli bir modacı olabilir.
Araştırmaya göre cinsellik yaşı kızlarda 18.5’muş.
Ön çalışmalar hariç tabii.
Dünyanın sonu "ısınma" ile gelecekmiş.
Fakat bunu insanoğluna kış ayazında söylemeyin, hiç tınmaz!
Yazının Devamını Oku