Pakize Suda

Aşkın ’K’sı

21 Nisan 2007
Aşk...<br><br>Yazmak istemiyorum aslında. Çok yazdım.

Özellikle bu köşenin ilk yıllarında.

Fakat dokuz yıl oldu.

Şu sıralar "aşk" yaşına gelmiş olan okurlarım o zaman ilkokul çağındaydılar. Değerli fikirlerimden(!), tecrübelerimden faydalanamadılar yani.

Adalet değil bu!

Ben bıkmış olsam da, hizmet devam etmeli.

Bakın şimdi sevgili genç okurlarım, bir kere aşkın ömrü sahiden de kısadır. Tıpkı söylenişi gibi.

"Aşk" deyin bakın...

Gördünüz, ağzınızı bir açıp bir kapattınız, oldu.

İşte kendi de böyledir aşkın.

"A"sındayken bir bakarsınız "K"sına gelmişsiniz.

Ki "K"sı en tatsız bölümüdür. Aynı zamanda en uzun. Evet, bazen "K""A"sıyla "Ş"sinin toplamından uzun sürer.

Neden derseniz, insan "Aşk"ın "A"sına pek heveslidir. Hatta bazen "Ş"yi "A" zannettiği bile olur hevesten. Fakat buna karşılık "K"yı fark etmesi zaman alır nedense.

Bazen de fark etse kabul edemez.

Ya da kabul etse, işine gelmez.

İşine gelse, karşı tarafı ikna edemez.

Böyle uzar gider "Aşk"ın "K" hali.

Ve ne acıdır ki, "K" geçip gittikten sonra bile taraflar bir süre etkisinden kurtulamazlar.

Sanki "A" ile "Ş" hiç yaşanmamıştır.

Sanki "K" hiç yaşanmamıştır.

Hele bir de başka bir "Aşk"ın "K"sındaysanız o sıralar, eski "A"yla "Ş" burnunuzun direğini sızlatır.

Zaten "K"lar unutulmazsa bir süre sonra, yeni "A"lara yelken açılamaz.

Ya... İşte böyle.

Devam ederiz.

Oh olsun!

Birinin düştüğü kötü duruma böyle sevinmek pek ahlaklı bir şey değil, biliyorum. En azından böyle uluorta sevinilmez, insan adet olduğu üzere içinde saklar. Fakat artık şu okuyacağınız yazıya soyunmuşken duygularımı saklamanın manásız olacağını düşünüyorum.

Efendim, mesele şu:

Genç bir hakimle bir üniversite öğrencisi internette tanışıp bir ay içerisinde evleniyorlar. Fakat 18 gün sürüyor evlilikleri.

Biri ötekini şiddet uygulamakla, öteki öbürünü bedensel bozukluk ve deformasyonlarını saklamakla suçluyor.

"Bedensel bozukluk ve deformasyonu saklama"nın nasıl olduğunu biliyorsunuz. Zira bu artık adeta "bir internet klasiği" oldu. Kendi fotoğrafınızın yerine uygun gördüğünüz bir mankenin fotoğrafını gönderiyorsunuz.

Kime?

İnternet üzerinden oynaştığınız şahsa. Daha geçenlerde bir üniversite öğretim görevlisinin başına geldi hatırlarsanız.

Hani hocam, Yüksel Ak’ın fotoğrafını görüp aşık oldu da düğün masrafları için yüklüce bir miktar para gönderdi, sonra karşısına çıka çıka bünyesinde beş mankeni birden barındıran bir kadın çıktı hani...

İşte o hadiseyi bize duyuran gazetelerin mürekkebi kurumadan bir yenisi çıktı karşımıza.

Ben bu duruma düşenlere, kadın-erkek ayırmadan "Oh olsun!" diyorum.

Müstahaktır!

Değil evlenmeye kalkışmak, internetten domates almaya bile karşıyım. Ellemeden etmeden...

Kapıya çürüğü mü gelir, yeşili mi...

İnternetin "havasından mıdır suyundan mı" karşısına oturan yalancı kesiliyor.

İsterseniz aylarca, yıllarca yazışın, karşınızdakinin kim olduğunu anlamanız zor. Ama ne anlatıyorsa tersinin doğru olduğunu düşünür ve razı olursanız mesele yok elbet.

İnsanoğlu, etiyle kemiğiyle, bütün falsolarıyla birbirinin karşısında dikilip durmaktayken bile kendini yutturma eğilimindeyken, internette neden "Doğrucu Davut" olsun?

Olmuyor nitekim.

Yoksa herkes bilir internetten başını bağlamayı ama oturup duruyoruz bakın!

Evet, açık açık "Oh olsun!" diyorum.

MIŞ MUŞ

ÆErdoğan 14 Nisan mitingini yorumlamış: Altı sıfır attığımız banknotlar gibi.

Kim demiş teşbihte hata olmaz diye?

Æ İstanbul-Bursa 75 dakikaya inmiş.

Bakmışsınız yarın selamlaşıp geçmişler birbirlerinin yanından.

Æ Bu yazın rengi turuncuymuş. Aman küresel ısınmayı tetiklemesin!
Yazının Devamını Oku

Çocuklar çukurlarındır!

19 Nisan 2007
YENİ bir kimliğimiz oldu. "Çocukları foseptik çukuruna düşen ülkenin evlatları."

Artık adi vaka haline geldiğinden, gazetelerin iç sayfalarına ve tek sütuna düştü, bu sebeple gözünüzden kaçıyor olabilir ama neredeyse her gün, Türkiye’nin bir yerinde, bir çocuk foseptik çukuruna düşüyor.

"Nedir bu durum?" diye soracak olursanız, ben kendi hesabıma birkaç cevap verebilirim.

Mesela, "Kapak özürlüyüz" diyebilirim.

Veya "Kapak bizi bozar abi".

Belki de "şeffaflığın iyi bir şey olduğu"ndan şunu çıkardık:

"Bırakalım b.kumuz görünsün."

"Kedi miyiz pisliğimizi örteceğiz?!"
diye düşündüğümüzü de söyleyebilirim.

Gerçi sıra kabahat örtmeye geldiğinde iş değişir, o başka.

Neticede her gün bir çocuk foseptik çukuruna düşüyor ve düşmeye de devam edecek belli ki.

Alıştırın kendinizi.

Hatta zaten alıştık bile.

Ben gazeteme bir teklif götüreceğim. "Hürriyet" logosunun sağ alt köşesine de "Çocuklar çukurlarındır" yazalım, olsun bitsin!

* * *

Konu tatsız bugün, ne yapalım...

Devam edelim.

Şu, Aksaray’da 33 kişinin ölümüne neden olan kaza...

Milletçe üzüldük, kahrolduk, hayatını kaybedenleri uğurladık... Şimdi sıra suçluların tespitine geldi.

Fakat her zamanki gibi tali yollarda geziyoruz. Korkarım neticede esas suçluya "uzaktan akraba" birini günah keçisi yapıp çıkacağız işin içinden. Veli Göçer’i 17 Ağustos’ta yaşadığımız felaketin tek sorumlusu ilan ettiğimiz gibi.

Bakıyorum da sanki kazanın tek sebebi, geziye, ilan edilenden daha çok çocuğun katılmış olması.

Yani otobüste on çocuk eksik olsaydı kaza olmayacaktı!

Veya "Hiç olmazsa ölü sayısı daha düşük olurdu" demek istiyorlar.

Bu mantıktan hareketle, bütün araçların koltuk sayısı yarıya indirilirse trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin sayısı otomatikman azalmış olur (mu)!

Şoför kaç saattir direksiyon başındaydı?

Yolda işaretleme hatası, eksiği var mıydı?

Otobüs yola çıkmadan önce bakımdan geçmiş miydi?

Bunlar da var elbet. Ama arka planda. Önde çocukların ilan edilen sayıdan fazla oluşu var. En azından ben bu satırları kaleme alana kadar böyleydi.

Ya ben önem sıralaması yapamıyorum...

MIŞ-MUŞ

Çikolata yemek, öpüşmekten daha fazla zevk ve heyecan veriyormuş.

Daha emniyetli hem... Dilinizi ısırmaz.

Yeşim Salkım, "Ağır ve seviyeliyimdir" demiş.

Biz kendiliğimizden anlamayınca kızcağız beyan etmek zorunda kalıyor, ne yapsın!
Yazının Devamını Oku

Bıyıkları kesmek lazım

17 Nisan 2007
SİZE bir soru...<br><br>Eşinin kariyeri uğruna işini gücünü terk etmiş, onun peşine düşmüş kaç erkek duydunuz? Benim aklıma Özer Çiller geliyor bir tek. Onu da takdir eden olmadı. Bin tane mana aradık.

Alışık değiliz çünkü.

Hatta bu da "erkekliğe sığmayan" şeylerden biri galiba. Yüksek sesle söylemesek de...

Türkiye’nin en ünlü assolistlerinden birinin kocası, eşinin yanında geziyor diye yıllarca ayıplandı, adam yerine konmadı neredeyse. Çok değerli biriydi oysa. Yadırgayanlardan farkı, onlardan çok ileride olmasıydı.

Ha, Özer Çiller’le ilgili bir şey daha... Eşinin soyadını almış olmasını alkışlayan var mıydı aramızda?

* * *

"Çocuk da yaparım kariyer"
de lafı pek hoşumuza gitti.

Peki, neden bir kadın bunu bildirmek, belirtmek, altını çizmek durumunda?

Normali bu değil çünkü.

Normali, anne olduktan sonra kıçını kırıp evde oturmak, çocuk büyütmek.

Erkeğe soran var mı "çocuk mu kariyer mi?" diye.

* * *

Sorular bitmez.

Başka dillerde de "kılıbık" diye bir sözcük var mı?

Ya da bizim sözlüklerde "Kocasının baskısı altında bulunan, ondan korkan, çekinen kadınlar"a da verilen bir sıfat var mı?

Yok benim bildiğim.

Doğal bir durum olduğundan gerek duyulmamış herhalde.

* * *

Dedim ya, sorular bitmez...

"Eş durumundan" diye bir şey var hani... Eşlerden biri, bir başka şehre tayin olduğunda diğerinin de aynı yere tayini mümkün olabiliyor hani...

Çok merak ediyorum, kim kimin durumuna uyuyor acaba daha çok?

Eğer "eş durumu" bir işe yaramıyorsa, hangi taraf işinden istifa ediyor?

Benim bir tahminim var ama...

* * *

Semra Özal’
a kızanların gerekçesi sadece "yaşam tarzını onaylamamak" mıdır?

Yoksa kocasının bir adım arkasında durmayı bilmemesi midir bilinçaltımızda yatan sebep?

Halkın sevgisini kazanmış lider eşlerinin, daima sesi soluğu çıkmayan kadınlar olması nasıl açıklanır?

Neden en fazla yardım derneklerinde görev alması beklenir eşlerin?

Sahi neden her başarılı erkeğin arkasında bir kadın oluyor?

Kadın takdir ediliyor güya.

"Kaş yapayım derken göz çıkarmak" diye ben buna derim.

Peki, pek takdir edilesi bir konumsa bu, erkekler yer değiştirmeye ne derler?

* * *

Son bir soru...

Bütün bu şartlanmalar, ayıplamalar, yargılamalar sadece erkeklerin işi midir?

Belki bir de şöyle bir kampanya gerekiyor:

"Kadınların görünmeyen ama sahiden var olan bıyıklarının tıraş edilmesi."

Bunun fotoğrafı nasıl olur bilmiyorum gerçi ama...

MIŞ-MUŞ

İstanbul’un ünlü gece kulüplerinden Cahide’de eğlenen Monaco Prensi Albert, dansöz istemiş.

Buraya gelen araziye uyuyor.

Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, "Kimin cumhurbaşkanı seçileceğini ben de merak ediyorum" demiş.

Cumhurbaşkanlığı seçimi değil, sürpriz doğum günü partisi adeta.

ABD’li tasarımcılar da 0 bedene savaş açmışlar.

Fakat erkek kısmı açmadıkça o savaşı, kadınlara rahat yok.
Yazının Devamını Oku

Günlük

15 Nisan 2007
BİR "günlük" lafıdır gidiyor.İnsanın aklına kendi günlükleri geliyor haliyle. Benim mesela... Çocukluğumda, her defasında hevesle başladığım, sonra adeta angaryaya dönüştüğünden bir kenara fırlattığım günlüklerim.

Nasıl angarya olmasın ki... Her gün aynı şey. "Okula gittim, okuldan geldim", o kadar.

O zaman okullarda şimdiki gibi "aksiyon" da yoktu. Hani öğretmeni taciz edelim, kapının önünden ekmek arası uyuşturucu alalım falan.

Daha ziyade ajandaya benziyordu bizim günlükler. Tek farkı, yapacaklarımızı değil yaptıklarımızı not ediyorduk.

"Çocukluk aşklarından n’aber?" diyeceksiniz.

Bakın, günlükler aslında "ele güne karşı" tutulur. Yani illaki birilerinin okuyacağını bilir, hatta umarsınız. Malum günlüğü bütün Türkiye okudu nitekim. Çocukluktaysa "el" ve "gün" anneyle babadır ve haliyle aşk meşk konularına girilmez.

E, hal böyle olunca bir süre sonra bakarsınız ki bir gün öncenin altına "den den" koysanız olacak.

Çocuk Orhan Pamuk’un günlüğünden söz etmiyorum elbet. Adam olacak çocuk günlüğünden belli oluyordur ve olmuştur herhalde.

Fakat işte biz sıradan çocuklar günlük tutmanın da bir yetenek gerektirdiğini anlayana kadar epey başlangıç yaptık tabii.

Modaydı çünkü. Geri kalamazdık.

Moda olan bir şey daha vardı o yıllarda.

Hatıra defteri.

Hatıra defteri deyince bilmeyenin aklına hatıraların kaleme alındığı sayfalar gelebilir.

Öyle değil.

O, daha ileri yaşlarda yapılan, bir zamanlar kimin kiminle yatıp kalktığının anlatılması işi oluyor, örneği çok.

Çocuklukta ise hatıra dediğiniz ne olabilir... Altınıza bez bağlandığı mesela ki onu da hatırlamazsınız zaten.

Benim dediğim, "Sepet sepet yumurta/Sakın beni unutma/Unutursan küserim/Gözlerinden öperim" dizelerinin doğduğu ve hükmünü sürdürdüğü defterler.

Aile büyüklerinden başlayarak sırasıyla en çok sevilenden en az sevilene doğru arkadaşlara birer sayfa ayrılan... Fakat nedense çoğu boş kalan...

Büyüklerin, içlerindeki yazarlık hevesiyle edebiyat paraladığı...

Yolun bir yerinde illaki yok olan, yani ihtiyarlıkta açılıp bakılmasının pek kimseye nasip olmadığı defterler.

"Bana bu sayfayı ayırdığın için" diye başlayan...

Baktıkça hatırlanmak dileğiyle süren ve işte nihayet "yumurta sepeti"yle biten defterler.

Arada akrostiş sevenler çıkardı.

"Soruyorsun bana

En çok kimi sevdiğimi

Nasıl anlatayım sana

İlk harflerime baksana."

Bazen de ilerisi için umut vaat edenler... Mesela, şöyle bir dörtlük var aklımda:

Zing zing ziller/Always güller/Pakize’m gelecek diye/Çıktım üstüne baktım.

Yalanım varsa ne olayım.

Her zaman şairler arasında adını aramışımdır arkadaşımın. Çıkmadı fakat.

Tekrar günlüğe dönecek olursak, şu ortada gezmekte olanın en ilgimi çeken yanı, kazık kadar bir adam tarafından tutulmuş olması. Çünkü günlük denilen şey, en fazla ilk gençliğin son yıllarına kadar sürer benim bildiğim. Sonra insan ya kabızlığını fark ederek yazma işine ebediyen veda eder ya da edebiyat dünyasına sıçrar. Hálá günlük tutmaya devam ederse de Nurullah Ataç olur.

Fakat böylesi de oluyor demek.

İnsan her yaşta bir şey öğreniyor.

MIŞ-MUŞ

Sürücüsüz otomobil 2030’da piyasadaymış.Bir de maksadın ne olduğunu söyleseler.

Doğa Bekleriz, boşandığı gün çıktığı defilede gelinlik giyince ağlamış.
"Hem ağlayıp hem giden" gelinlerin yerini "Hem ağlayıp hem dönen"ler aldı.

Bülent Arınç, "Kendinizi yeni Türkiye’ye ayarlayın" demiş.Takvimleri geri alabilirsiniz mesela... Bir hayli geriye.
Yazının Devamını Oku

Karizma mağduru kadınlar

14 Nisan 2007
Adamın yuvasını yıktınız.<br><br>Size söylüyorum! Basın, dinleyici, seyirci... Bir olup Hüsnü Şenlendirici’nin yuvasını yıktınız.

Hülya Avşar’ın bile kabahati var.

"Hüsnü’den başka jön tanımam" dedi, kalktı dizide oynattı.

Şimdi Hüsnü ne yapsın?

Bir gazetelerdeki, televizyonlardaki kendine bakıyor, bir de el örgüsü lizözlü eşine...

E, arada etraftaki lizözsüz kadınlara da bakıyordur...

Siz bunu hep yapıyorsunuz zaten. İnsanlara veriyorsunuz gazı, veriyorsunuz gazı...

Erkek kısmı da şunu hep yapıyor:

Çocukluktan delikanlılığa geçtiği yıllarda misal, komşunun pembe yanaklı tombul kızına abayı yakıyor. Aslında komşuda pembe yanaklı kız yerine 60 yaşında dul görümce olsa ona da abayı yakacak. O yaşta nefis her daim uyanık zira. Ortada "Çağırmazdım acil olmasa" durumu mevcut.

Özellikle Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş sanatçıların neredeyse hepsinin tıfıl günlerinde evlendiği pembe yanaklı birer eşi vardır. Ve o kadınların hepsi, erkeklerin "çocuğunun annesi" olaraktarihin derinliklerine gömülmüşlerdir.

Fakat televizyonlarda kadın programları icat olduğundan beri tarih canlanır olmuş, kadınlar bir bir gün ışığına çıkmaya başlamışlardır, o ayrı konu.

Yani diyeceğim Deniz Seki’lerin bir dahli yoktur.

Sevgili Kibariye’nin sevimli anacığını hatırlarsınız... Hafızalardan çıkmayan o "Şöfer" diye bağırışını... İşte neredeyse o kıvamdaki eşler, yıllar içerisinde edinilen "karizma" için çizici alettir adeta.

Ne yapacaksınız...

Kadının derdi türlü türlü. "Karizma mağduru" olanlar bile var.

Kocamı da götürürdüm

Kadınlar yine ikiye ayrıldı.

Birarada durduğumuz pek yok zaten.

Gün geçmiyor ki bölüneceğimiz bir mesele çıkmasın karşımıza.

En son, kocasına yerine geçecek bir kadın bulmaya yüreği yetenlerle yetmeyenler olarak bölündük.

Kanal D’de bir dizi var. Elveda Derken... Beyninde tümör olduğunu öğrenen genç bir kadın, ölümünden sonra çocuklarına annelik ve tabii ki eşine de karılık edecek bir kadın arayışına giriyor.

"Ben de aynısını yapardım" diyenler çoğunlukta.

Ben karşı gruptanım.

Hatta "tek kişilik üçüncü grup"u oluşturduğumu söyleyebilirim.

Arayışa falan giremeyeceğim gibi, üstüne üstlük giderken kocamı da yanımda götürmenin çarelerini arardım.

Aslında çoğu kadının içten içe benim gibi düşündüğüne eminim ama beyanlarda kimlik gizli olacak ki...

Evet, kocamı da götürürdüm.

İnsan, başka kollarda teselli bulma imkánı varken, üstelik evlilik bir tek káğıt üzerinde sürüyorken bile öteki kadına "Al ben yiyemedim sen ye" diyemezken, bir de ebediyete göçerken "Buyurun kocamı, Allah mesut etsin" diyecek ha?

Her zaman söylerim, yüce gönüllü olamamışımdır hiç.

Ha, illáki ilkel duygulardan arınmış görünmek icap ederse, ben de fikrime bir kılıf bulurum elbet.

Evliliğin kutsallığından girerim mesela. Ölümde bile ayrılmamayı gerektiren bir kurum olduğundan falan...

Yalandan kim ölmüş...

Ölmüş bile olsa zaten ölürayak yapıyoruz ya bu işi!

MIŞ MUŞ

Æ Araştırmacılar, son olarak cinsel arzunun net bir tanımı olmadığına karar vermişler.

İyi bari. Tanımı yapılan şeyin içi boşalıyor zira.

Æ Milletvekillerine, kalp sağlığı için dans etmeleri önerilmiş.

Onu birkaç dönem zikir seanslarıyla değiştirsek?

Æ Bülent Ersoy giymediği kıyafetlerini Anadolu’ya gönderiyormuş.

Durumu tam kavrayamamış, eteğinde tülü, tepesinde gülüyle kahvelerde oturan adamlar görmeyelim de...

Æİngiltere’de yaşayan Van kedisi, tek başına otobüse binip balıkçıya gidiyormuş.

Dünya Türk kedisini de gördü nitekim!
Yazının Devamını Oku

Anneler ve kızları

12 Nisan 2007
NEDİR "anne"lerle "kız"ların alıp veremediği?<br><br>Nesillerdir süregelen çekişmenin sebebi nedir? Tipik "kadınlar arası düşmanlık" mı yoksa?

Ana-kız ilişkisinde bile var mı o yani?

Olabilir mi?

Babayla kız, anayla oğul arasında bir sorun olmadığına göre...

Asla bitmiyor bu çekişme.

Ana ve kız kaç yaşına gelirlerse gelsinler.

Her zaman çatışmak için bir sebepleri oluyor.

Bizimki hálá sürüyor mesela.

Hem de aramızdaki "hastalıklı" denebilecek sevgiye rağmen.

Belki de sebep tam da bu.

Hastalıklı sevgi.

En basit ifadesiyle birbirimizin iyiliğini öyle çok istiyoruz ki...

Buna çalışıyoruz mütemadiyen.

Fakat çok gürültülü çalışmalar bunlar. Arada birbirimize "verdiğim zarardan dolayı özür dilerim" dedirtecek kadar.

İddialı ve kararlıyız!

Birimizden birimiz bu dünyadan göçüp gidene kadar birbirimizi "adam" etmek için var gücümüzle çalışacağız.

Her ne ise o karşılıklı öğretmeye çalıştığımız şey, bunca yıl başarılı olamadık.

Ama olsun...

Ölmek var dönmek yok!

Allah’tan umut kesilmez hem.

Bakarsınız bir gün ya annem bize benzemiş, ya biz annem olmuşuz.

Annemin işi daha zor tabii.

Üç kız...

Hangimizin yoluna girecek?

Manasızlığın farkındayız ama...

Bizim kabahatimiz değil bu. "Ana-kız"ız zira. Elimizden başka türlüsü gelmiyor. Doğaya karşı çıkamıyoruz.

Ve asla vazgeçmiyoruz.

Son yıllarda hangi yaşta olmamız gerektiği konusunda çatışıyoruz mesela.

Herkes yaşını yaşamak istiyor.

E, bundan normal ne var, yaşayalım.

Fakat kazın ayağı öyle değil. Annem bizi "yukarı" davet ediyor, biz onu "aşağı" çağırıyoruz.

Annem onun yaşında olmadığımızı düşünemiyor, biz onun artık genç olmadığını kabullenemiyoruz.

Belki de bu gidişle o yaşlara varamayacağımızı düşünüyor, bu yaşta o yaşların tadını çıkarmamızı istiyor.

Evet "tadını"...

O yaşların da tadı var elbet.

Hayatı kenardan seyretmek... Hırslardan arınmış olmak... Sükûnet... Huzur...

Fakat hayatın kıyısına öyle kolay çekilemiyor işte insan. Sahiden de "o yaşlar"a gelmek gerekiyor.

Aslında bir noktadan sonra kızların annelerini idare etmeleri de gerekiyor galiba.

Ama ben bunu kabul edemiyorum.

Gücüme gidiyor.

Anneme en büyük hakareti yapmış olacağımı düşünüyorum.

Onunla son güne kadar kavga etmek istiyorum.

Anlarsınız... Büyütmesi için bir fidan hediye etmek gibi bir şey. Çok geç büyüyen bir ağaç fidanı.

Mersin’de, ölümle neticelenen ana-kız tartışması haberini okuyunca aklıma düştü annemle ilişkimiz.

Neden tartıştıkları bilinmiyormuş. Hiç öyle derin nedenler aramasınlar. Beraber çarşıya çıkmışlardır mesela, kız fiyonklu ayakkabı seçmiştir kendisine, anne tokalı olanda ısrar etmiştir. İnanın bu kadar incir çekirdeğini doldurmayacak bir şeydir.

Bütün anneler ve kızlar ne dediğimi çok iyi anlamışlardır, eminim.

MIŞ-MUŞ

Avrupa’yı tsunamiden Türkiye koruyacakmış.Bir başka deyişle "Avrupa’nın işi Allah’a kaldı."

Türkiye küresel ısınmaya hazır değilmiş.Yok canım! Yaparız bi "küresel ısınma çantası", koyarız "deprem çantası"nın yanına, olur biter.
Yazının Devamını Oku

Atıl köşe yazarı

10 Nisan 2007
KÖŞE yazarları ikiye ayrıldı. Kaymaklı ve kaymaksız kadayıf gibi bir nevi. Bir sade köşe yazarları var, bir de jüri üyeliğiyle taltif edilenler. Bendeniz ikinci gruba dahil olmuş bulunuyorum. 14 Nisan’da Star’da başlayacak olan Ünlüler Sirki’nde jüri üyesi oldum.

Gerçi bu ilk değil. Birkaç yıl önce de Arif Sağ, Levent Kırca ve Ali Atıf Bir’le beraber bir Türk Halk Müziği yarışmasında görev almıştım. Fakat o günlerde yarışmalar "memleketin en önemli meselesi" değildi. Daha doğrusu milletçe Bayhan’lı Popstar yorgunu olarak "antrakt"taydık.

Ortada yarışma ve dolayısıyla jüri enflasyonu olmadığından rekabet de yoktu, haliyle efendi efendi eleştirimizi yapıp oturuyorduk.

Her zaman söylerim, hayat gittikçe zorlaşıyor arkadaşlar! Şimdi jüri üyeliği adeta "sirk cambazlığı".

Bizim yarışmada sirk cambazlığını ünlü yarışmacılar yapacak gerçi ama biz de onlardan geri kalmayacağız. Mevcut jüri üyelerinin durumuna bakarsanız...

İlk hafta belli olur, hangimiz aslan terbiyecisiyiz, hangimiz hokkabaz... Hangimiz atar tutarız, topları yani... Görev bölümü yapılır.

* * *

Yine esas konuya döneyim.

Sahiden de yakında herhangi bir yarışmada jüri olamamış köşe yazarı "atıl yazar" olarak değerlendirilebilir. Öyle bir gidişat var.

"Ne yazar", "nasıl yazar", yerine "jüri üyeliği var mıdır?.."

Yani "pilav üstü kuru" gibi "yazar üstü jüri" midir?..

Bakarsınız atışırız köşelerimizden... "Bi kere sen adam olsaydın hayatta bi jüriliğin olurdu!"

"Senin oldu da ne oldu, Meclis koltuğunda öylece oturup durmakta olan milletvekili misali, sadece oyunu kullandın, bi vukuatın bile yok!"

Diyeceğim, büyük önem arz ediyor bu jüri üyeliği işi!

Onun içindir ki hepimiz amele pazarında seçilmeyi bekleyen işçiler misali bekliyoruz. Adı okunan "öne çıkıyor".

"Hálá öne çıkmaya ihtiyacınız mı var?"
diyeceksiniz.

Var.

Devir bu devir.

Nasıl sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısı kimsenin umurunda değilse...

Şöyle söyleyeyim, köşeler yan gelip yatma yeri değildir!

Memleketin jüri üyesine ihtiyacı varsa kalkıp gideceksiniz! Görevden kaçılmaz!

"Paradan ne haber?" demeyin!

Ben şahsen sırf memlekete bir faydam dokunsun diye yapıyorum bu işleri!

Boru değil arkadaşlar!

Ülkenin şarkıcı, dansçı, ip cambazı açığı kapatılıyor!

Rica ederim yani!

MIŞ-MUŞ

Abdullah Gül, başbakan gibi konuşmuş.Geçenlerde Erdoğan da cumhurbaşkanı gibi konuşmuştu, yarın biri çıkar Dışişleri Bakanı gibi konuşur... Allah hükümete topluca "Yürü ya kulum!" dedi zahir.

Baykal, "Köşk için uzlaşmaya hazırız" demiş.Geçmiş olsun!

Erdoğan’ın rüyası, yeni açılan Karadeniz Sahil Yolu’nu üçüncü boğaz köprüsü ile birleştirmekmiş.Bir de beğenmezsiniz adamcağızı, bakın kaç kilometre vizyonu var!
Yazının Devamını Oku

Diyetteyim Diyettesin

9 Nisan 2007
Aslında bir diyet kitabına en uygun isim bu. Prof. Dr. Mehmet Öz ve Prof. Dr. Michael Roizen tarafından hazırlanan "Kolay ve Kalıcı Kilo Verme Kılavuzu" nun ismi ise "Siz Diyettesiniz" Bu da uymuş gerçi.

Hakikaten toptan diyetteyiz. 24 saat, 365 gün. Bu da bir dönem diyorum ben. "Cilalı Taş Devri" gibi, "Kepekli Ekmek Devri" mesela.

Fakat işin enteresan tarafı, geçenlerde gazeteler kadınların belinin gittikçe kalınlaştığını yazıyordu. Zaten söz konusu kitapta da deniyor ki: "Aslolan belin ölçüsüdür"

Hedefimiz belimizi inceltmek olmalıymış.

"Zayıflayınca otomatikman bel de incelir" diye düşünmeyin. Nice insan tanıyorum, kiloları ideal fakat bellerine can simidi geçirmiş gibi duran...

Güzel görünmeyi bırakan, sağlığın baş şartı gibi bir şey belin inceliği. Öyle diyor kitap. Kadınlarda mesela ideal ölçü 82 cm. Fakat 93 cm’e kadar yolu var, yuvarlanıp gidiyorsunuz. Ama bir gün mezuraya bakıyorsunuz ki 93.1 cm, derhal ambulans çağırsanız yeridir!

Aslında ne zaman diyet lafı geçse elektrik çarpmış gibi oluyorum. Bir süredir böyleyim. Gazetelerde de diyetle ya da sağlıklı yaşamla ilgili tek satıra gözüm ilişmesin...

"Doz aşımı" ndan olsa gerek.

"Bilgi manyağı" yaptılar hepimizi.

Fakat insan yine de dayanamayıp bilmediğim bir şey kalmış mı diye bakıyor. "Siz Diyettesiniz" elime geçince de bu niyetle baktım. Lakin ben böyle eğlenceli kitap görmedim. Zannedersiniz ki Cem Yılmaz kaleme almış!

Şöyle söyleyeyim, kitap, can sıkıntısına karşı tavsiye niteliğinde. Fakat üslup ne olursa olsun tabii, iş dönüp dolaşıp "çok hareket, az gıda" ya geliyor. "Bütün yollar Roma’ya çıkar" gibi birşey yani.

Ya da şöyle ifade edeyim, Mehmet Öz, Osman Müftüoğlu, Taylan Kümeli, Muzaffer Kuşhan, kısaca, "kendini büyük  bizleri sağlıklı yaşatmaya adamış" kim varsa, her biri adeta birer tarikat. Gösterdikleri yollar kendilerine özgü ancak varmamızı istedikleri yer aynı.

Boğazını tuta tuta gideceksin işte, özeti bu. Bu arkanı dönme işini ister Mehmet Öz’e uyup güle oynaya, ister Osman Müftüoğlu’na bakıp ciddiyetle yap, neticede nefis mücadelesi sana aittir yavrucuğum!
Yazının Devamını Oku