Pakize Suda

İzmirli Ünlüler

14 Mayıs 2007
Aşağıda okuyacağınız satırlar Sabah gazetesi yazarlarından Yılmaz Özdil’den kopya çekilmiştir. İzmir Mitingi öncesi ünlü İzmirlilerin listesini yapmış Özdil. Ne zamandır istediğim, yapamadığım şey. Hazıra kondum.

Dışarıya sadece "güzel, manken kız" ihraç ettiğinizi zannediyorsanız aşağıdaki listeye bir göz atınız. Gurur duyacaksınız.

İsimlerin çoğunu biliyorsunuz ama arada benim gibi "A, o da mı!" diye şaşırdıklarınız da olacaktır.

Buyurun!

İsmet İnönü, Latife Hanım, Kubilay, Metin Oktay, Mustafa Denizli, Ayhan Işık, Sezen Aksu, Halit Refiğ, Adnan Saygun, Süleyman Ferit Eczacıbaşı, Attila İlhan, Homeros, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Dario Moreno, Kayahan, Ateşböceği Ercan Bostancıoğlu, Alev Alatlı, Muharrem Candaş, Alaaddin Şensoy, Haluk Bilginer, Nuri Çolakoğlu, Ersun Yanal, Hüseyin Yurttaş, Karantinalı Despina, Turgut Pura, Zuhal Yorgancıoğlu, Gürsel Aksel, Dinçer Sümer, Hüseyin Baradan, Halit Ziya Uşaklıgil, Ertuğrul Özkök, Nehir Erdoğan, Ekrem Akurgal, Halikarnas Balıkçısı, Necdet Karar, Gönül Yazar, Caroline Koç, Salah Birsel, Şükran Kurdakul, Ali Gevgilili, Özdemir Hazar, Bilge Umar, Gaskonyalı Toma, Ergun Babahan, Selmi Andak, Ferdi Özbeğen, Barbaros Şansal, Hidayet Karakuş, Ece Aksoy, Nalan Altınörs, Yasemin Dündar, Şenay Düdek, Tanyeli. Ece Çoker (İlk tüp bebek)

Zübeyde Hanım, Muzaffer İzgü, Feyza Hepçilingirler, Avram Ventura, Kibariye, Sefer Usta, İpek Tuzcuoğlu, Tan Sağtürk, Franco Sponza, Erdal Şafak, Necdet Tokatlıoğlu, Yaşar Aksoy, Rüştü Şardağ, Ebru Akel, Yüksel Ak, Semra Aksu, Didem Taslan, Jülide Ateş, Cansu Dere, Esra Eron, Yıldız Tilbe, Harika Avcı, Hanri Benazus, Korcan Karar, Yeşim Turan, Petek Dinçöz, Niran Ünsal, Gül Gölge, Pınar Aylin, Tanju Okan, Atalay Noyaner, Nazan Öncel, Teoman Önaldı, Ümran Baradan, Ali Kocatepe, Leyla Umar, Rakım Erkutlu, Şapka Ertekin, Şükrü Saracoğlu, Herve Griaud, Sadi Hoşses, Avni Anıl, Yusuf Nalkesen, Yorgo Seferis, Şahan, Zeynep Tokuş, Hasan Mutlucan, Ayşegül Yeşilnil, Susuz Dede, Gökşin Sipahioğlu, Efkan Efekan, Lale Oraloğlu, Burçin Büke, Kamran Usluer, Reyan Tuvi, Meltem Cumbul. Burcu Güneş, Ahmet San, Işıl Kasapoğlu, Kemal Kamil Aktaş, Yıldırım Önal, Nedret Güvenç, Ege, Vefik Ataç, İlker Server, Eryetiş Kurtaral, İsmet Arzuman, Cemalettin Özdoğan, Yankı Yazgan, Ali Artuner, Güngör Mengi, Emel Müftüoğlu, Ayla Dikmen, Kenan Onuk, Marika Corsini, Yalçın Pekşen, Saba Tümer, Hüsnü Şenlendirici, Maria Rita Epik, Hanife Çetiner, Ünal Ersözlü, Hakkı Gürüz, Baskın Oran, Çağan Irmak.
Yazının Devamını Oku

Yaklaşma

13 Mayıs 2007
İNANCIM her geçen gün pekişiyor.<br><br>Çocuğun anneye ait olduğuna dair inancım. Hani tartışılıyor ya zaman zaman...

"Çocuk kimindir?"

Kesinlikle anneden yanayım.

Nazire Şenlendirici’yle Arzu Balkan’dan yola çıkılarak, kadınların, kocalarını öteki kadına en çok hamilelik ya da loğusalık döneminde kaptırdıkları konuşuluyor son günlerde.

Bunun doğal olduğunu savunanlar var neredeyse. Efendim, erkek kısmı için de zor dönemlermiş bu dönemler!

Eşlerine "yaklaşamadıklarından" dışarıya kayarlarmış haliyle!

İyi!

Askere giden kocalarınızı aldatabilirsiniz kızlar!

Öyle ya...

"Yaklaşamayınca" kocanıza...

Ne yapacaksınız...

Yaklaşmadan durulmuyor görüyorsunuz.

Yani erkek duramıyor.

Ki hamileliğe kendi sebep olmuştur. Doğacak çocuk onun da çocuğu olacaktır.

Oysa "vatan borcu"nun sizinle ilgisi yok.

Olsa sizi de çağırırlardı askere.

Yani "yaklaşmak" en çok sizin hakkınızdır kızlar!

Elbet saçmalıyorum.

Ama önce onlar saçmaladılar.

* * *

Hadi diyelim, mazereti vardır, doğuştan "azgın"dır erkek.

Öyle diyorlar ya...

Doğru bile olsa bu, sadece eşinin hamilelik döneminde durulması gerekir.

Etik olarak yani.

İnsan ne yapar ne eder tutar kendini.

Zehir olsa yutulur.

Aşkı bu işin dışında tutuyoruz elbet. Áşık olması tesadüfen karısının hamileliğine ya da loğusalığına denk gelenleri yani. Adam hayatının aşkıyla karşılaşmıştır, olabilir.

Fakat sırf "yaklaşma" sorunu varsa...

Dokuz ay kendini tutamıyorsa...

Eli fermuarında "yaklaşacak" yer arıyorsa...

Bırakın gitsin zaten.

Ondan hiçbir dönemde hayır gelmez.

Siz bırakmasanız da gidiyor ya zaten...

Delikanlı gibi yeniden başlıyorlar hayata.

Çocuk ha var ha yok.

Seviyorlar elbet ama komşunun çocuğu gibi. Ara sıra kucağa alıp hoplatmak şeklinde.

Öyle kadın gibi "çocuktan önce" ve "çocuktan sonra" diye ikiye ayrılmıyor hayatları. Çocuklu kadınla çocuklu erkek arasında fark oluyor. Görüntüden tutun da sorumluluğa kadar.

"Babalık", "annelik" kadar hissedilmiyor, kim ne derse desin.

Çocuk tartışmasız annenindir arkadaşlar!

Kanıyla canıyla beslemiş, doğurmuş olması falan bir yana, esas hayattan vazgeçen taraf oluşu yüzünden annenindir çocuk.

Baba olsa olsa "en iyi yardımcı oyuncu" olur. Bu yazı da Anneler Günü’nde annelere armağanım olsun!

MIŞ-MUŞ

SP "Birleşiyoruz", BBP "Doğru değil" demiş.Bunlarınki "Doktor ’ne yerse yesin’ dedi" durumu.

RTÜK, "Televizyon seyreden kadın çocuğuna bakamıyor" demiş.RTÜK Diyanet’e rakip; Fetva Üst Kurulu.
Yazının Devamını Oku

Eşinizin eşi ve siz

12 Mayıs 2007
Ünlü aktör Bruce Willis, eski eşi Demi Moore ve onun şimdiki eşinin teknede çekilmiş fotoğraflarını görmüşsünüzdür Kelebek’te. Bruce Willis, bir nevi miçoluk yapmaktayken, Demi Moore yeni eşiyle öpüşüp koklaşmakta.

Ve adetimiz olduğu üzere bize de yorum yapmak düşmekte.

Yaptık nitekim bütün hafta.

"Bu samimiyet mümkün ve gerekli midir?"

Bizim ünlülerin hepsi aynı cevabı verdi: "Nayır, nolamaz!"

Soran olmadı gerçi ama ben de fikrimi beyan edeceğim.

Olmayacak şey değildir.

Evet.

Fakat nasıl ayrıldığınıza bağlı.

Mesela, siz ilişkinizin fevkaladenin fevkinde olduğunu düşünmekteyken karşı taraf sizi tabiri caizse "piç gibi" ortada bırakıp gitmişse olmaz elbet.

Veya ayrılırken evdeki iki halıyla üç koltuğun derdine düşmüş, bu sebeple kanlı bıçaklı olmuşsanız yine zor.

Ya da karşı tarafı evliliğiniz boyunca canından bezdirmişseniz, adam/kadın kaçacak delik arayıp zor bulmuşsa, o deliğe ne diye sizi de götürüp soksun?

Ama ilişkiniz sadece zamana yenik düşmüşse... İki taraf için de aşk gerçekten bitmişse...

Artık kardeş gibi olmuşsanız...

Başka ilişkiler yaşayabilecek ruh ve beden sağlığına da sahipseniz...

Bal gibi olur.

Hele üstünden yıllar da geçmişse...

Asker arkadaşlığı gibi bir durum oluşur arada. Bir zamanlar kader birliği ettiğiniz biridir artık o.

Ve bitmiş ilişkinin yıllar sonra yeniden canlanması ihtimali yoktur.

Varsa canlananı, tarafların başka bir sürü nedenlerden dolayı zorlamasıyla olmuştur ancak.

Onun dışındaki herkesle bir ilişki yaşamanız mümkündür, bir tek onunla imkánsızdır artık.

İlişki derken, boş kalınca, yalnız yatmaktansa eski manitayı vibratör ya da şişme bebek misali kullanma hadisesini kastetmiyorum. Duygusal ilişkiden söz ediyorum.

Diyeceğim, sokaktan geçen adamın/kadının yanındaki kadın/adam neyse eski eşinizin, sevgilinizin yeni eşi, sevgilisi de odur artık.

Ama dediğim gibi, makul bir süre geçmiş olacak üzerinden.

Ama bizde yine de zor.

"Ayrılma özürlü" olduğumuzdan zor.

Ne kadar "modern" geçinirsek geçinelim, kafamızın bir yerinde, ana-babamızdan kalma, eşle bir yastıkta kocanacağına dair bir düşünce var.

Sözde ayrılıyoruz ama özde ayrılamıyoruz. Bu durumda Bruce Willis olamıyoruz.

Aslında mümkünken...

Bir de şu var: "P" ile başlayan o malum sıfatın bizde kapsamı çok geniş tutulmuştur. Erkek kısmının adının başına konduruluvermesi an meselesidir. Maazallah yani!

Şu da var:

Konu hakkında yorum yaparken, şu sırada sürmekte olan ilişkimizden yola çıkma yanlışına düşüyoruz. Ter basıyor haliyle. Ve bağırıyoruz can havliyle...

"Asla!"

İlkel koşullara doğru

Dünya benim istediğim yere doğru gidiyor.

Hani "Allah’tan başka şey isteseymişim" derler ya...

Uzatmayayım, küresel ısınma denen felaket hayırlara vesile oldu diyebilirim.

Çocukluğuma geri dönmek nasip oluyor. Hatta annemin, anneannemin çocukluğuna.

Bilim adamlarının bugüne kadar yaptıkları açıklamalardan, uyarılardan bunu çıkardım ben. İşime geldiğinden belki, bilmiyorum.

Dünyanın en etkili çevrecisi olarak kabul edilen Paul Watson, "İnsanlar tekrar ilkel koşullarda yaşamalılar" dedi en son.

Dünden razıyım.

Her zaman söylüyorum, iletişim çağı olsun, bilişim çağı olsun, ısınamadım bunlara. Aklım ve gönlüm "ibrişim çağı"nda kaldı.

Onun için bana göre hakikaten hava hoş. Laf olsun diye değil.

"Teknoloji obezleri" düşünsün!

En nihayet kendileri de birer elektronik cihaza dönüşmeyi bekleyenler!.. Sadece dünyayı değil, kısa vadede canımızı kurtarmanın da yolu bu ilkel yaşam denen şey.

Geçenlerde de bir beslenme uzmanı "Babaannenizin bilmediği yiyeceği yemeyin" diyordu.

Tamamen katılıyorum.

"Gıdaların raf ömrü uzadıkça insanın ömrü kısalıyor" tespitine de.

Fakat Paul Watson diyor ki aynı zamanda, "Dünya nüfusu acilen 1 milyarın altına düşmeli!"

5 milyar insan hemen ölmeli yani!

Yoksa doğumları kısıtlayıp, ölümleri normal seyrine bırakmakla "acilen" hallolmaz o iş.

İyi hoş da, temiz hava, doğal gıda, bol yeşil, az cihaz derken dünya nüfusunun tamamının dünyaya kazık çakma ihtimali kuvvetle muhtemel hale gelmiyor mu?

Bir tek bu hususu şeyttiremedim.

MIŞ MUŞ

 Arınç, "Son bir aydaki tartışmalar bardağı doldurmaz" demiş.

Neyse... "İncir çekirdeği" de diyebilirdi.

 72 yaşındaki Sophia Loren silikon taktırmış.

Yüzünü de gerdirmişti; 72 yaşında olan böbrekleriyle karaciğeri bir de safrakesesi kaldı.

 Mumcu "Patlıcan festivalinde bile birleşme isteniyordu" demiş.

İyi. Patlıcan üreticilerinin oyu garanti hiç olmazsa.
Yazının Devamını Oku

Varlık içinde yokluk

10 Mayıs 2007
BİR nevi darbe yaptık hakikaten. Meydanları doldurduk, gidişatı durdurduk.

Askere iş bırakmadık.

Neticede geldik seçime dayandık.

"Zurnanın zırt dediği yere geldik" de denebilir.

Zira neredeyse herkes kime oy vermeyeceğini biliyor fakat tersini bilen yok.

E, ne olacak şimdi?

Kötünün iyisini mi seçeceğiz yine?

Her zamanki gibi "tepki oyu" mu vereceğiz?

Birileri sırf inadına verilmiş oylarla iktidar mı olacak yine?

Sonra?

Sonrası tarihin tekerrürü.

Hep böyle mi gidecek?

Seçimler hep aceleye mi gelecek?

Anayasa değişikliği hiçbir zaman yetişmeyecek...

Seçim sistemi bir türlü değişmeyecek... Meclis, daima tek isteği oraya kapağı atmak olanlarla dolup taşacak...

Öyle mi?

Meydanları doldursak ne olacak bu durumda?

Netice Hatice!

Coşkumuzu oya döndüreceğiz ama ortada gönlümüze göre parti yok.

Ha, bir de seçimin yaz ortasında olması meselesi var.

Çoğunluk, meydanları dolduranların tatile ara verip sandığa gitmeyeceği kanaatinde. Zaten seçimin 22 Temmuz’da yapılmasının nedeninin de tam olarak bu olduğu söyleniyor.

Ne acı!

Bırakılan intiba bu demek.

Şimdi "meydansever" ama "tatil de sever"lere böyle düşünenleri utandırmak düşüyor. Bir zahmet popolarını kaldıracaklar artık.

Şımarık şımarık yakınmayacaklar.

Tamam, tatil medeniyettir, kimsenin bir şey dediği yok ama tatile üç gün ara verecek olmanın tasasını çekenlere de "Sizin anneanneniz de tatile çıkmazsa ölenlerden miydi?" diye sormak isterim doğrusu. Üstelik seçim bir gün, yaz dört ay.

Aslında "Ama tatil n’olucak!" diyenlere pek de inanmıyorum. Onların esas derdi hangi partiye oy vereceklerini bilememeleri bana göre. Başta da dediğim gibi...

Tatil bahane.

Yok çünkü. Hakikaten büyük çoğunluğun, oyunu anasının ak sütü gibi helal edeceği bir parti yok.

Mecbur olduğu için değil,

Başka seçeneği olmadığı için değil,

Karşı tarafa kızdığı için değil,

Beğendiği için oyunu vereceği bir parti yok.

Kimse kusura bakmasın.

Birleşmeler yapay. Popoyu kurtarmak üzere yapılmış.

Bilemiyorum...

Siyaset denen şey kitleleri değil, içinde bulunanları mutlu etmek için icat edilmiş galiba.

MIŞ-MUŞ

Anayasa kitapçığı satışı patlamış.Bundan böyle memleket, barlarda, kahvelerde Anayasa’ya uygun kurtarılacak.

AKP, 30 kadın vekil hedefliyormuş.Dostlar alışverişte görsün!

Doğa Bekleriz’in evine hırsız girmiş.Oh álá! Kızcağız ha bire kendi malzeme üretmeye çalışıyordu.

Deniz Seki fiyatına zam yapmış.Nazire Şenlendirici’den bir albüm bekliyoruz şimdi.
Yazının Devamını Oku

Anayasa’nın kaderi

8 Mayıs 2007
SABAH her zamanki gibi gözlerinin çapağıyla uyandılar. Çapak aynı çapaktı ama gün her zamanki gün değildi. Önemli bir gündü. Günün önemine uygun olarak koyu renk takım elbiselerini giyip kravatlarını taktılar. Gerçi her sabah yaptıkları şeydi bu. Onlar adeta koyu renk takım elbiseyle doğmuşlardı. Plaja bile aynı kıyafetle giderlerdi. Bir tek, ayakkabılarını çorapsız giyerlerdi o zamanlarda, o kadar.

Uzatmayayım, o gün farklı olarak, kravatlarının düğümünü sağa sola iki kere fazla oynatarak düğümün tam ortaya denk geldiğine iki kere kanaat getirdiler.

Yakın gözlüklerini yanlarına alıp almadıklarını kontrol ettiler ve evlerinden hayırlısıyla çıktılar.

Hepsi kerli ferliydi.

Yaşını başını almış...

Gerdan yapmış...

Saç ağartmış...

Görünen buydu.

Görünmeyen ama umulansa, kendilerine verilen görevin önemini kavrayacak akla ve zekáya, konumlarının gerektirdiği ciddiyete sahip olduklarıydı.

Görev yerine ulaştılar.

Masanın etrafına dizildiler.

Onların her biri komisyon üyesiydi.

Anayasa’yı değiştireceklerdi.

Hani, değiştirmeyi aklından geçirenin ipe gittiği, gideceği Anayasa’yı...

* * *

Görüşmeler başladı.

- Sen de Afyonlusun, Afyon’dan adam çıkmaz, çıkanları da görüyoruz.

- Eşkıya!

- Asıl eşkıya sizsiniz!

- Şirretlik yapmayın!

- Bu önergeleri verip orgazm mı oluyorsunuz?

- Ahlaksız! Yakışıyor mu sana, sen ne demek istiyorsun?

- Ben sana anlatırım...

- Allah aşkına Kuzu’nun tımarhaneye kapatılması lazım, yardımcı olun!

- Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın, delikanlıysan gel dışarıda görüşelim.

- Bu önergelerle iki çam ağacı katlettiniz.

- Anamız bellendi.

* * *

Fakat Türkçe, sözcük sayısı kıt bir dil olduğundan, görüşmeleri beden diliyle takviye etmek zorunda kaldılar.

Mesela, toplu halde masaya vurdular...

Mikrofonun kablosunu kopardılar...

Birbirlerinin başına cep telefonu ve plastik bardak attılar...

Başkanın üzerine yürüdüler.

Biri ötekinin oturduğu sandalyeyi arkadan itti, öteki berikini yakasından tutup sarstı...

Ablukaya aldılar, koruma çemberi oluşturdular, itiştiler, kakıştılar, falan filan.

Görüşmeler sona erdi.

Anayasa değişikliği komisyonda kabul edildi.

Kerli ferli adamlar evlerine döndüler.

Ne diyelim...

Anayasa’nın kaderi midir artık...

Dünya efendisi Cumhurbaşkanı’mızın yedi yıl içerisindeki tek vukuatı, Anayasa’yı Ecevit’in kafasına doğru fırlatmasıydı biliyorsunuz.

MIŞ-MUŞ

CHP’yle DSP, seçimden sonra evlenmek üzere nişanlanmışlar.Hiç sevinmeyin, evliliğin sonrası "yavrulamak"tır zira.

Karayalçın, "SHP’siz birlik, gerçek sol olmaz" demiş.Solu düşündüğünden... Yoksa kendisi için değil!

Eda Taşpınar’ın elbiseleri gibi pozları da taklitmiş.Kaldık mı ikonsuz!.. 22 Temmuz’da iki sandığın yanına üçüncüyü de koysalar bari!
Yazının Devamını Oku

Vatandaş siyaset konuşuyor

6 Mayıs 2007
"DENİZ Baykal aslında seçim istemiyormuş biliyor musunuz?" "Peki, sen Arınç’ın cumhurbaşkanlığına vekálet etmeye neden önce heveslenip sonra bundan çark ettiğini biliyor musun?"

"Sezer’in sesinin çıkmamasının şahsi bir nedeni varmış."

"Aman, Rahşan Hanım kiminle uyuştu ki bugüne kadar..."

Alın işte "Hep magazin, hep magazin" diyordunuz, vatandaş siyaset konuşuyor!

Aslında Tamer Karadağlı’nın yerini Deniz Baykal, Hüsnü Şenlendirici’nin yerini Tayyip Erdoğan aldı, o kadar.

Bir süre böyle gider, sonra yine isimleri değiştirir, zaten pek uzaklaşmadığımız aslımıza rücu ederiz.

Sadece halk arasında değil, televizyonlarda konuşulanlar da hemen hemen bu kıvamda, gazetelerde yazılanlar da.

Ben her an Pazar Keyfi’nde karşımıza çıkmasını bekliyorum konunun.

Bakmışsınız "Azzz sonra..."

Deniz Baykal’
la Cem Uzan yemekte yakalanmışlar; biri arka kapıdan sıvışmış, öteki yüzünü saklıyor, bir yanda da "Vallahi tesadüfen içeride karşılaştık arkadaşlar" diye bağırıyor.

Erkan Mumcu’yla Mehmet Ağar’a mikrofon uzatmışlar, "Evlilik var mı?" diye soruyorlar, onlar da "Hayır sadece ittifakçıyız" diyorlar.

Veya arkada bir müzik...

"Terliğini, pabucunu, gömleğini, duvardaki resmini alsın gelsin/Buyursun gelsin, temelli kalsın."

Ve ekranda Deniz Baykal’la Rahşan Ecevit’in klibimsi görüntüleri.

Hiç şaşırmam vallahi.

Bizden korktum

BEN korktum arkadaşlar.

Bizden... Kendimizden. İnsanlardan yani.

Her şeyimizi paraya tahvil edebiliriz.

Acılarımızı bile. Değil mi ki o küçük kızın babası "Biz helalleştik" dedi...

Korktum bizden.

Her hususta helalleşebiliriz herkesle.

O baba, cansız bedenini lağımdan kendi elleriyle çıkardığı çocuğunun ölümüne neden olanlardan şikáyetçi olmaktan vazgeçti ya...

Bu hayatta her şey olabilir artık.

Hepimiz her şeyimizi satabiliriz.

Ha, kimimizin satışı işportada, kimimizinki kuyumcu vitrininde olur, o başka.

Korktum ben arkadaşlar.

Bizden korktum.

MIŞ-MUŞ

Metin Arolat, "Hande Subaşı, Demet Akalın’dan daha iyi şarkı söylüyor" demiş.Arolat kibarlık etmiş, daha yukarılara çıkmamış.

Sarmısağın fazlası spermleri vuruyormuş.Zaten ondan önce "yumurta" kaçıp gittiğinden önemi yok.

"Dualarla geldik, beddualar başladı" diyen Albayrak, AKP’den istifa etmiş.İstifanın da laik olanı, olmayanı var görüyorsunuz.

Televizyonda binicilik yarışması başlıyormuş."Ünlüler Biniyor" veya "Binmek Lazım"; RTÜK ayağa kalkar vallahi!
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

5 Mayıs 2007
"Hürriyet’e küstüm" diyen okur mektupları geliyor. Tek tük de olsa. Neden küsmüşler?

Gazetelerinin "hükümet goygoycusu" olduğunu düşündükleri için.

Ha, bir de magazin gazetesine dönüşmüş olduğundan şikáyet ediyorlar.

Küsmüşler, ama birden çekip gitmek istemiyorlar. Gözlerini açmış Hürriyet’i görmüşler çünkü. Okuma-yazma öğrendikleri günden beri bu gazeteyle haşır neşirler.

Kolay mı yok saymak, reddetmek, çekip gitmek?

Onlar da gitmiyorlar zaten. Güvendikleri, sevdikleri köşe yazarlarına şikáyet ediyorlar.

Muhtıra veriyorlar bir nevi.

Muhtıraların sevilecek yanı yok gerçi, ama okurun muhtırası iyi bir şey. Derdini söylemeden çekip gitmesinden iyi en azından.

*

Cevap vermek bana düşmez belki, ama kendi adıma tek bir okuru bile kaybetmek istemem doğrusu.

Hem insanın ağırına gidiyor.

Ben de o okurlar kadar laik ve Atatürkçüyüm zira.

Kadınım bir kere... Başka türlü olmam eşyanın tabiatına aykırı.

Neden Çağlayan’da kadınlar vardı daha çok?

O adını bile anmak istemediğim rejimlerin, şunların bunların ucu en çok bize dokunuyor çünkü. Erkeğe iyi bile gelebilir, ama biz çok şey kaybederiz.

Atalarımız ne demiş hem... "Sükût ikrardan gelir."

Buyurun o halde.

*

Bakın önce şunda anlaşalım:

Televizyon çıkalı beri gazetelerde haber geri planda kaldı, buna karşılık köşe yazarları önem kazandı, öyle değil mi?

Zaten siz de bir gece önce en ince ayrıntısına kadar öğrendiğiniz haberler için satın almıyorsunuz gazeteyi.

Yani gazetelerin çizgisini, okur profilini artık büyük ölçüde köşe yazarlarının belirlediğini söyleyebiliriz.

Peki "AKP’nin goygoycusu olmaya karar vermiş" bir gazete Bekir Coşkun’la Emin Çölaşan’a niye yer versin?

Basın tarihinde yaşanmamış şey değil; sırf iktidarı savunduğu ya da savunmadığı için odasını toplamasına bile izin verilmeden kapının önüne konan gazetecileri hepimiz duyduk, gördük. Yine olabilirdi. Bekir Coşkun Onuncu Köy’de, dikkatinizi çekerim.

Peki, diğer Hürriyet yazarları içerisinde, kimin, kaç yazısını okudunuz körü körüne hükümeti öven?

Üstelik zaman zaman övülebilir de. Hak ettiklerinde tabii. Hiçbir şey illa ki ya siyah, ya beyaz değildir.

*

Bir soru daha...

Yine "AKP’nin goygoycusu olmaya karar vermiş" bir gazetenin çalışanları olarak bu karardan hiç haberimizin olmaması tuhaf değil mi?

Beş senede Tayyip Erdoğan’ı ve hükümeti eleştiren onlarca yazı, sayısız Mış-Muş yer aldı bu köşede. Bir kere kulağımı bükmezler miydi?

Hem siz hálá bir gazete, ya iktidarın ya muhalefetin sesi mi olsun istiyorsunuz?

Evet, benim çocukluğumda öyleydi. Mesela İzmir’de "CHP’nin sesi" olan Demokrat İzmir’i okuyanlar, "AP’nin sesi" Yeni Asır’a el sürmezdi. Ya da tersi. Kimse "vatan haini" olmak istemezdi.

Ama o günler çok geride kaldı. Hangi partinin ne olduğunu söylemek bile güç artık. Şu anda, bu satırları kaleme alırken CHP’nin Genç Parti’yle ittifak yapacağı haberi geçiyor televizyondan.

Hálá partilerin yayın organı gibi olan gazeteler de var elbet. Ama çoğunluk artık o tür gazeteleri okumak istemiyor ki, tirajları çok düşük.

Kimse dünyaya, olan bitene, at gözlüğüyle bakmak istemiyor demek.

Ben de tek bir gazete satın alacak olsam, birbirine aykırı fikirleri bulabileceğim bir gazeteyi tercih ederim.

Aman yanlış anlamayın, "Gazeteler ilkesiz olsun, kimin arabasına binerse onun türküsünü çağırsın" demek istemiyorum. "Çok sesli olmasında bir mahzur yok" diyorum. Sevdiğiniz gazetenin içindeki, size aykırı gelen bir-iki sese tahammül edebilmelisiniz.

Öteki türlüsünde okurla gazetenin ilişkisi "Körler sağırlar birbirini ağırlar" biçiminde oluyor biraz.

Bakın bazen bana "Harikasınız, içimden geçenleri yazıyorsunuz" diyen e-postalar gönderiyorsunuz. Hoşuma gidiyor elbet, ama bir yandan da "Tüh! Onu düşünmeye itecek yeni bir şey söyleyememişim" diyorum.

Bilmem anlatabildim mi?

*

Son bir soru...

Şu son olayda, Hürriyet’in "Yaşasın muhtıra" dememiş olmasına da takıldınız mı mesela?

Ama siz de bir karar verin artık, muhtıralara, darbelere karşı mısınız değil misiniz?

Bir öyle, bir böyle olmaz.

Olursa, tipik "Demokrasiyi severim ama bizim parti kazanırsa" durumu olur.

Gelelim "magazin gazetesi" oluşumuza...

Evet, yalnız Hürriyet değil, neredeyse bütün gazeteler o yola girmiş gibi görünüyor.

Ama siz bunu istemiyorsunuz...

Öyle mi?

Peki o halde sizi Radikal’i Türkiye’nin en çok satan gazetesi yapmaya davet ediyorum.

Şimdi biliyorum topa tutacaksınız beni.

Arandığımın farkındayım.

Tutun, fakat lütfen en az benim kadar özen gösterin üslubunuza.

Son bir şey daha.

Elinizde tuttuğunuz gazetenin her bir satırının sizin gönlünüzden, aklınızdan çıkmış gibi olması hiçbir zaman mümkün değildir.

Teraziye koyacaksınız.

MIŞ MUŞ

Æ 30 yaşındaki Irmak Ünal "Sadece 4 sevgilim oldu" demiş.

"Yazık" diyesi geliyor insanın. Oysa "sadece" yerine "tam" deseydi "Ooooo" diyecektik.

Æ 1 Mayıs’ta, İstanbullu, polisten dayak yemiş.

Bir Türkiye klasiği.

Æ Konuşurken el kol sallamak "maymunca"ymış.

CV’mize bunu da yazarız artık...
Yazının Devamını Oku

Guguklu saat

3 Mayıs 2007
BİLİM adamları yine boş durmamışlar.<br><br>Bu sefer mağara devri erkeğinin seks hayatını araştırmışlar. Siz de okumuşsunuzdur gazetelerde...

Erkek o zaman da sekse düşkünmüş.

Hani şimdi 52 saniyede bir seks düşünüyor ya, o zaman da farklı değilmiş.

Sonra grup seks, eşcinsellik, çokeşlilik hepsi varmış.

Bunu "erkek kısmı tekámül etmedi" diye de ifade edebiliriz.

Kurtlar kuşlar değişti, bir tek erkek mağara devrinde neyse, o.

Fakat o devirde seksin dibine vurmayıp da ne yapacaktı yani?

Mağara devrinde Türkiye’yi düşünün mesela...

Henüz Fenerbahçe ve Galatasaray kulüpleri kurulmamış...

Şansal Büyüka’nın dedesinin dedesi bile yok ortada...

Hıncal Uluç’un da...

Bunlardan vazgeçtim, top bile icat edilmemiş ki mağaralar arası halı saha maçı yapsınlar hiç olmazsa.

E, televizyon olmadığından Ankara mağaralarında neler olup bittiğinden de kimsenin haberi yok...

Dolayısıyla gruplar halinde memleketi kurtarma seansları tertiplenemiyor.

Ne yapsınlar...

Grup olarak sevişiyorlardı demek onun yerine.

Bilmiyorum, bilim adamlarının yalancısıyım ben de.

Esas takıldığım şey, erkeğin şu anda hálá 52 saniyede bir seks düşünüyor olması.

Ayol insan düşüneyim diye kafasına koysa, unutur, dalar, atlar. Bu hengámede.

Fakat erkek "guguklu saat" gibi demek bir nevi.

52 saniyede bir "guguk, guguk!"

Demek karşınıza almış sohbet ederken adamın aklına ortalama üç cümlede bir seks geliyor. Eğer uzun cümleler kuran biriyseniz cümle başına bir "guguk" düşüyor.

Aferin demek lazım aslında.

Sahiden de adeta istilaya uğramış bir zihinle, iş görüşmeleri yapmak, çocuğa ders çalıştırmak, kürsüye çıkıp konuşmak falan...

Meseledir yani.

Belki icraat sırasında bile öyle uzun uzun, derin derin uğraşma ádetleri olmadığından... Hele böyle düşünce bazında olunca iyice yüzeyselleşiyor demek.

* * *

Kadın asla beceremez bunu.

Yani 52 saniyede bir seks düşünemez.

Detaycıdır kadın.

Hayallerini sığdıramaz dar vakitlere.

Aklına seks geldi mi bir defa, 52 saat içinden çıkamaz. Bunun ön sevişmesi var, son kavgası var, nikáh telaşı var... Nur topu gibi yavrusunu kucağına almadan bırakmaz düşüncenin peşini.

Nitekim anca günde bir defa geliyormuş aklına.

O bile çok.

MIŞ-MUŞ

Ülkemizi ziyaret eden Ornella Muti, "Türk erkekleri yakışıklı, kadınlar ise bir harika" demiş.Kebap yedirmediler galiba kadıncağıza.

İbrahim Tatlıses, kendisine ilanı aşk eden manken Aysu Baceoğlu’na, "Hayatımda başka biri var" demiş.Bunca yıl günahını aldınız, bakın nasıl sadakat abidesi!

Gözleri görmeyen İngiliz, tam 21 bin kilometre uçmuş.İneceği yeri göremeyince tabii...
Yazının Devamını Oku