Pakize Suda

Trapezci

1 Mayıs 2007
KARTVİZİTİME bunu da ekledim çok şükür!<br><br>"Trapezci." "Türkiye’nin yarısı doktor, yarısı avukat" derler hani...

Yoksa "yarısı mimar, yarısı modacı" mıydı?

Ya da "yarısı futbol hakemi, yarısı siyasetçi" mi?

Her neyse... Zaten sözü "Türkiye’nin tamamı her bir şeydir" şeklinde değiştirmeyi teklif ediyorum.

Diğer ülke insanlarından farklı olarak yapımızda var. "Ben daha iyisini yaparım" geni. Görürsünüz, yakında bilim adamları da açıklarlar.

Her şeyi yapabiliriz.

Yapmıyorsak istemediğimizdendir.

İstesek... Yapanların tozunu attırırız.

Kenan Evren, Picasso’nun resimlerine bakmış bakmış, "Ben bunların álásını yaparım" demişti biliyorsunuz.

Yaptı netekim!

Ben de jüri koltuğundan yarışmacılara baktım baktım, trapezi becerebileceğime kanaat getirdim.

Aslında niyetim kanaat getirmekle kalmaktı.

Bütün atıp tutanlar gibi.

Fakat bırakmadılar.

Haksızlık bu!

"Ben olsam daha iyi takım kurardım" diyene "Gel kur o zaman" diyen yok mesela.

Fakat bana direkt trapezi gösterdiler.

Sırf göstermekle kalsalardı görmemenin bir yolunu bulurdum fakat televizyondan bütün Türkiye’ye duyurdular.

Baktım ekrandan mütemadiyen altyazı geçiyor...

"Pakize Suda trapezde."

Kaçacak yerim kalmadı.

Koca televizyon kanalını yalancı çıkaracak halim yoktu elbet.

E, yiğitliğe "şey" sürdürmeme durumu da var tabii...

Neticede baktım trapezde sallanıyorum.

Evet benimki ancak böyle ifade edilebilir:

Sallanmak.

Resmen salıncak muamelesi yaptım trapeze. Trapez trapez olalı böyle aşağılanmamıştır. Karizması çizildi!

Fakat tekrarda seyrettim de kendimi, hakikaten çok fiyakalı duruyordum. Uçuşan saçlarım, eteklerim... Bir kıvırıp bir açtığım bacaklarım... Yani sallanmanın güzeli, olursa bu kadar olur!

Bir tek eksik vardı, o da beni sallayan bir jön!

O da olsaydı, değme Türk filmine taş çıkartırdık.

Fonda da Emel Sayın’dan, "Adın ne dedi söyleyiverdim, Feride Feride" şarkısı olacaktı...

Allah Allah! (Şaşma değil "Tutmayın beni" manasında.)

Bilmiyorum bu yazının ana fikrini ortaya koyacak bir bağlama yapmama gerek var mı... Anladınız siz ne demek istediğimi.

MIŞ-MUŞ

Libidoyu artıran ilaç kilo verdiriyormuş.

Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.

Az acılı ameliyat devri yakınmış.

Siz bir mi birbuçuk mu istediğinize karar vereceksiniz!

Hindistan’da bir kadın, yeterli çeyiz parası ödemediği için kocası tarafından 15 yıl eve hapsedilmiş.

Bunların bir tek kumaşları "bulunmaz", erkekleri değil.
Yazının Devamını Oku

Son 11 Gucci çanta!

30 Nisan 2007
"Bir elimde cımbız, bir elimde ayna" dönemine girdim.

Her sene bu zamanlar olduğu gibi.

Yalnız ben değil, bütün köşeciler aynı durumda. Yazılara yansıyor, köşelere bahar geldi diyebiliriz. Kuş olup uçmak... Çiçek olup açmak...

Rüzgar olup yaylalara çıkmak arzusundayız. Fakat öyle kolay değil tabii. "Ferrari"yi satmak gerekiyor. Ve bu mevsimde herkes "Ferrari"sini satmaya niyetlendiğinden alıcı bulmak zor. Anlayacağınız yine "pastoral" yazılarla gönlümüzü eğleyeceğiz.

Bakın, "kuş olup uçmak" falan deyince, gençler sahiden de uçma çalışmalarına başlasalar iyi olur. İleride torunlarına "kuşu" tarif etme açısından. Zira, misal "Mini mini bir kuş donmuştu." şarkısını öğretmeye kalktıklarında torundan "Kuş ne?" diye bir soru gelebilir. Mesela Türkiye’de kala kala sadece 11 telli turna kalmış. Nereden biliyorum...

"Nexus" firmasının masa takviminden.

Başımı her kaldırdığımda bakıyorum. "Başka Yok: Son 11 Telli Turna" yazıyor.

Bu, Nisan yaprağı. Mart yaprağı sadece 200 Likya Lalesi kaldığını haber veriyordu.

"Benekli Semender", "Boz Ayı". Onlar da yok olmak üzereymiş. Mayısta, her başımı kaldırdığımda, Doğu Karadeniz Dağları’ndaki yağmur ormanlarında yaşayan 154 bitki ve 101 hayvan türünün neslinin tükenmek üzere olduğunu okuyacağım. Sonra fokların, Sultansazlığı’ndaki binlerce canlının, Urfa’nın ceylanlarının, Anadolu parsının, dağ horozlarının... Fakat kimin umrunda? "Son 11 Mercedes" ya da "Son 11 Gucci çanta" deselerdi birbirimizi yerdik. Nitekim Doğa Derneği, "Hedef: Sıfır Yok Oluş" kampanyasını başlatmış. Bu sözünü ettiğim takvim de başka "umrunda olanlar"a ulaşmanın bir yolu. Türkiye’nin Doğa Fonu ile nesli tehlike altındaki türlerin yok oluşunun engellenmesi hedefleniyormuş. Bu çalışmaların destekçileri ise Atlas Dergisi ve CNN Türk’müş. Ayrıntılı bilgi isteyenler için: www.dogadernegi.org. Siz bilirsiniz...
Yazının Devamını Oku

İlk aldatma

29 Nisan 2007
ALDATMAK nasıl bir duygudur?<br><br>Ne hisseder insan seviştikten sonra? Özellikle ilk seferinde... Eşi, sevgilisi, kimse aldattığı, onunla ilk yüz yüze geldiğinde, ne der, ne yapar?

Erkek "Yemekte ne var?" diye sorar mı mesela hiçbir şey olmamış gibi?

Her zamankinden daha abartılı bir biçimde sinirlenir mi televizyondaki bir habere? Ya da trafiğe?

Suspus mu olur, yoksa diline mi vurur suçluluk duygusu?

Sonrasını hepimiz az çok biliyoruz da ilk aldatmanın hemen ertesini çok merak ediyorum.

Yabancısıyız o ilk anların. Sezdiğimizde, duyduğumuzda, onyüzmilyon kere sevişmiş oluyor sevdiğimiz.

"Bir kere aldatmayı affederim" diyen kadınlar var. Yani maksat adam bunu alışkanlık haline getirmesin!

Oysa bunun alışkanlık haline gelmemesi, insanın doğasına aykırıdır neredeyse. Aldatılan için aldatmanın ilki zordur bana göre.

Sancılar, kıvranmalar, tereddütler ilkinden önce yaşanır.

Sonra bir kez aldattı mı insan, şeytanın bacağını kırmış sayılır.

Arkasının çorap söküğü gibi gelmesi işten değildir. Yüz yırtılır, dünyanın sonunun gelmediği görülür...

Hatta aldatma ortaya çıktıktan sonra daha da bir yürekli olunur. Erkek için söylüyorum bunu.

Çünkü korktuğu başına gelmez bakar ki.

Eşi yıllarca laf arasına sokuşturduğu tehditlerin aksine, onu asla terk etmez.

Suçlamaz bile. Öteki kadını suçlar daha ziyade.

Erkek bir nevi sınıf atlar karısının gözünde. Evin en önemsiziyken en önemlisi oluverir.

"İlk" asla "son" değildir bana göre.

Tamam bunlar bildiğimiz şeyler...

Yine başa dönüyorum, o ilk dakikaları ve ertesini merak ediyorum daha çok.

Eşini "taze" aldatmış birinin davranışlarını...

Henüz "tecrübeli aldatıcı" olmamış...

Eve gelip kavga mı çıkarır mesela? Hani kendini, kendisine mazur göstermek için?..

"Zaten, aramızda ’şiddetli geçimsizlik’ var" gibisinden?..

Kendisini, karşı tarafın, aldatılmayı hak ettiğine inandırabilmek için "gözünün üstünde kaşı var" zorlamasına girer mi?

Bu durumda en istenmeyen şey, eşten iyi muamele görmektir herhalde.

Direkt vicdan azabı!

Evet, o ilk aldatmanın ilk saatlerinde mutlaka geçerli bir neden bulmaya çalışır herhalde insan. Aldatmanın öncesinde, o sancılı dönemde bulmuştur gerçi bir neden ama onu teyit etmeye, haksız olmadığını görmeye ihtiyacı vardır.

Sonrasında ise, yani kaşarlandığında, artık neden falan aranmaz. Aldatmak "Allah’ın emri"dir adeta.

MIŞ-MUŞ

İstanbul’da 6 katlı bir binanın çökmesine neden olan müteahhidin daha önce berberlik yaptığı ortaya çıkmış.Demek baktı usturayla tek tek kulakları kesmek zor olacak, "İşi bir çırpıda halledeyim" dedi.

Didem Uzel, "Mirkelam’la zaman bulursak aşk yaşarız" demiş.Zaten "Bir ara icabına bakılacak bir iş" olarak göre göre icabına baktılar ya aşkın.

Japonlara 2 bin kuzuyu kaniş cinsi köpek diye yutturmuşlar.Fazla icat insanı sersem ediyor demek
Yazının Devamını Oku

Kulağa hoş geliyor

28 Nisan 2007
"Aşk tazelediler"<br><br>Böyle yazıyor haberin başlığında. Bir süre önce erkeğin başka bir kadına áşık(?) olmasıyla boşanmanın eşiğine gelen karı-koca, bir tatil beldesinde aşk tazelemişler.

Aşk tazelemek!

Kulağa hoş geliyor hakikaten.

Aşk başlı başına şahane bir şey, e tazelemek deseniz o da iyi, hoş...

Fakat ikisi biraraya gelince "iki güzelden bir hilkat garibesi çıkıyor" diyebiliriz.

Hani bazen güzellerin en güzel yerini fotomontajla biraraya getirirler de beklenenin aksine ortaya bir ucube çıkar... Onun gibi.

*

Şu hayatta tazelenmeyecek iki şey vardır, biri balık, biri aşk.

Bayat ekmeği ıslatıp fırınlayabilirsiniz...

Fındığı fıstığı kavurabilirsiniz...

İnsanın yaşlanıp bozulmasına zaten artık izin verilmiyor biliyorsunuz, "Bırakın beni bozulacağım!" diye yırtınsanız, mümkün değil. Bakmışsınız otuzikibin çeşit kremle peşinizdeler.

Ahlak bozukluğunun bile çaresi var. Nedamet getirir, tövbe eder, toparlanırsınız.

Fakat balıkla aşk...

I-ıh.

*

Herkes bilir aslında aşkın tazelenmeyeceğini.

Fakat adeta sessiz bir anlaşma vardır aramızda. Kimse çıkıp "Saçmalamayın" demez.

Tazelenmiş gibi yapılır.

Çiftler sahiden aşk tazelemişler gibi elele tutuşup gülümserler...

Etraftakiler inanmış gibi yaparlar...

Gazeteler de "aşk tazelediler" yazarlar fotoğrafın altına...

Laf ola beri gele.

Oysa aşk tazelenmez.

Gitti mi gider.

Aynı insanla "yeniden aşk" mümkün değildir.

Kimsenin kabahati yoktur.

Aşk böyledir.

Aynı iki insana ancak bir defa çöpçatanlık yapar. Baktınız bozulmaya yüz tuttu, atacaksınız.

Atamıyorsanız...

Arada elele tutuşup "oynayacaksınız."

Bir sürü şey adına... Bildiğimiz şeyler işte... Ekonomik şartlar, sosyal konum, ahlaki değerler, aile birliği, şu bu.

E, bunlar romantik değil tabii.

Materyalist yapıyor insanı.

Kulağa da hoş gelmiyor.

Oysa "aşk tazelemek..."

Ne güzel!

Bebek

İstanbul dünyanın, Bebek İstanbul’un en güzel yeri.

Ve yakın zamana kadar Bebek, İstanbul’un en özel yeriydi aynı zamanda.

Hálá bir Boğaz köyüydü bana göre. Arnavutköy ve Hisar’ın restoran kalabalığı arasında sakinliğini koruyordu. Yürüyüş sonrası çayınızı içebileceğiniz bir kahve, bir rakı-balık keyfi, bir pastane, o kadar.

Ama bırakmadılar.

Beklemediğimiz bir şey değildi gerçi.

Adetimiz olduğu üzere bu güzelliğin, sakinliğin de canına okumamız kaçınılmazdı.

"Rant" denen şey geldi, Bebek’i de buldu.

Bir yerin adı bu sözcükle yanyana anılmaya başladı mı zaten, sevenlerine başsağlığı dileyeceksiniz.

Bütün "mekáncı"lar için taşı toprağı altın şimdi Bebek’in.

İyi, hoş da altyapı yetmiyor.

Geçen yaz elektriklerin kesik olmadığı saatler sayılıydı, bu sene kimbilir ne olacak. Mekán sayısı ikiye katlandı zira bir senede.

Sokakları lağım kokuyor.

Trafik deseniz... Birine ah edecekseniz, "Küçük Bebek Caddesi’nden arabayla geçesin inşallah" diyebilirsiniz.

Daha çok mekán daha çok insanı, daha çok insan daha çok mekánı getirdi, getiriyor.

Nereye kadar?

Semtlerin de bir "istiap haddi" yok mudur?

Kim bakıyor bu işlere?

"Yöneticimiz uyuyor mu!" diye bağırsak?

Tersine, "uyanık" yöneticiler yüzünden mi oluyor yoksa bütün bunlar?

Bu yazı Bebeklilerin imdadını duyurmak için kaleme alındı. Duyması gerekenler duyar da bir çaresi bulunur belki.

Gerçi umudum yok.

Türkbükü kurtuldu mu?

Başka bir sürü yer?

Bu da aşk gibi. Gitti mi gider.

MIŞ MUŞ

Abdullah Gül’ü, ailesi "Buz gibi gazoz" diye bağıramadığı için okula göndermiş.

Bakmışsınız CHP gazozu boykot etmiş!

Boneo gergedanı utangaçlıktan çiftleşemiyormuş.

Dubai’ye, Ayşe’ye mi yollasak, birkaç gün bahçede dolaşsa...

Baykal "Gül yeni kimlikle çıkmalı" demiş.

"Sahte kimlik"le mi yani?
Yazının Devamını Oku

Bir tek adı başka

26 Nisan 2007
ÇOK bilinen bir şeydir... Aldatılan kadınların çoğunun esas derdi öteki kadına yenilmemektir.

Savaşları bu uğurdadır.

Her yolu denerler "kazanmak" için.

Şunu bile:

"Kocalarının, öteki kadını da başka bir kadınla aldatması için çaba harcamayı."

Yeter ki öteki kadının olmasın zafer.

Başbakan, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladığında aklıma bu geldi nedense.

"Yeter ki Tayyip Erdoğan Köşk’e çıkmasın" diyenlerin, aldatılan kadın misali yürekleri soğumuş mudur şimdi?

Deniz Baykal "Bu bizim zaferimizdir" demiş mesela.

Koca öteki kadına gitmedi!

Şimdi sevinmek zamanıdır!

Fakat kocayı kaptırdık netice olarak, onu ne yapacağız?

Sahi hangi duygular içerisinde olmalıyız?

Müstakbel cumhurbaşkanımızın bir tek adı Tayyip Erdoğan değil, o kadar.

Keşke 14 Nisan’da uzun bir liste yapsaydık. Ne bilelim, Tayyip Erdoğan’da takıldık kaldık.

Durumumuz Temel fıkrası gibi.

* * *

Fakat hemen belirtmeliyim ki benim hiçbir korkum yok "Tayyipgiller"den.

Neden derseniz, "’Taçlanan baş akıllanır’ sözünün doğruluğuna olan inancımdan" derim.

Sahiden de kim demişse çok doğru söylemiş. Bir tek istisna Saddam’ı gördük. Onun da akıllanmayan başına neler geldi, biliyorsunuz.

Tacın tesir etmediği Bush var bir de.

Dur yav!

Geriye gidersek Hitler de var.

Korkarım, kurcalamaya devam edersek sözün bir mesnede oturmadığı çıkacak ortaya ki hiç arzu etmem. Onun için düşünmeyi kesiyorum. Hatta atalarımızdan takviye alıyorum.

Bakın bizimkiler de ne demiş:

"Hırsıza anahtar teslim et."

Hayır, arkası "Ki bir de kapıyı pencereyi tamir ettirmek durumunda kalma" değil. Arkası falan yok, söz orada bitiyor.

Bir de şu var:

"Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın."

Bunu söyleyen "son dönem atalar"dan biri.

Fakat yabana atmayın. Meselelere son noktayı koymak açısından çok önemli bir söz bence.

Bundan sonrası "geyik"tir artık.

MIŞ-MUŞ

Her gün seks yapmak kalbe iyi geliyormuş.Bekárlar! Kalbinizi düşünüyorsanız, kalbinizin keyfinin olmasını beklemeyeceksiniz!

Eşini kaybedenlerin ölümcül hastalıklara yakalanma riski artıyormuş.Hakikaten kel ölünce sırma saçlı oluyor demek.

Uzmanlara göre komik olmayan şeylere de gülüyormuşuz.Ohooo... Biz onu çoktan keşfettik, "Güleriz ağlanacak halimize" dedik.

Sanat dünyasında tektaşını kendisi alan kadın çoğalmış."Sanat"ın kapsamı genişledikçe "sanat dünyası kadınları"nın da sayısı arttı tabii, adamlar hangi birine yüzük yetiştirsin?
Yazının Devamını Oku

Birer albüm de siz yapın!

24 Nisan 2007
BAKALIM bizim "Ünlüler Sirki"ndeki yarışmacılar da bundan sonraki hayatlarını jonglör, trapezci, ip cambazı olarak sürdürmek isteyecekler mi? Gerçi zor.

Yok, yapılan işin zorluğu değil dediğim. Ucu magazin programlarına varmayan, her daim gazetelerin baş köşesinde yer almaya vesile olmayacak; albümü, ekstrası olmayan işi kim ne yapsın, onu demek istiyorum.

Halbuki ünlülerin şarkı söylediği yarışmaya bakın, neredeyse hepsi bundan böyle ününü şarkıcı olarak sürdürmek niyetinde.

Şarkıcılık kolay olduğundan değil. Nitekim görüyoruz nasıl beceremediklerini.

Fakat biz görüyoruz, onlar değil. Onlar hatta, bugüne kadar Türkiye’yi seslerinden mahrum bıraktıkları için üzgünler.

Olabilir.

Yani insan başarısız olduğunu fark etmeyebilir. Hatta daha kesin bir dille söyleyebilirim, "Kimse başarısız olduğunu fark etmez".

Buna "Allah’ın lütfu" mu demek lazım artık...

Yarı yoldan dönmenin mümkün olmadığı meslekler var çünkü. Bu durumda en iyisi, beceremediğinin farkına varmadan yuvarlanıp gitmek. Ki bizim topraklar buna pek müsaittir bildiğiniz üzere.

Zaten bunun içindir ki atalarımız, "Kişi, kendini bilmek gibi irfan olmaz" demişlerdir. Durduk yerde neden böyle bir laf etsinler? Demek ihtiyaç hasıl oldu.

"Peki bir faydası oldu mu?" derseniz... Belki de "irfan"dan hoşlanmıyoruz!

* * *

Fakat beni esas şaşırtan şey bu değil, "gaz" olayı.

Yarışma onyüzmilyon hafta sürse, son hafta yine şarkıyı sesi kaymadan söyleyemeyecek birine, "Seni Türkiye’nin en iyi şarkıcısı yapacağım" demek mesela.

Hem bunu, kendi ifadesiyle "Türk Pop Müziği’nin yaratıcısı" söylüyor.

Sen kalk, bir gazeteciye kendisinden daha fazla söz hakkı veriliyor diye bardak kır, konuşunca da söyleye söyleye bunu söyle!

Erol Büyükburç duayendir hakikaten. Onun için şaşıyorum ya zaten yaptığına.

Bizim jürinin işi bilen tek üyesi, Avrasya Sirki’nin kurucusu Servet Yalçın’ın, Tuğba Özay’a, "Seni dünyanın en iyi ip cambazı yapacağım" demesi gibi bir şey ki Tuğba’yı ipin üstünde görmüşsünüzdür bu hafta. Daha doğrusu bir tek ipin üstünde görememişsinizdir.

Ayrıca, Yalçın öyle bir laf etse, bizler hepimiz 10 versek ne olacak? Tuğba’nın cambazlığa soyunacak hali yok.

Fakat şarkıcılık öyle mi? Herkes hevesli. Ama çok az kişi yetenekli.

Sonra Erol Büyükburç da birçok sanatçı gibi, eline mikrofonu alanın şarkıcı kesilmesinden şikáyetçi değil miydi bugüne kadar?

E, bu ne demek oluyor o zaman?

Belki şamatanın bir parçası. Öyle ya, bu yarışmalar gülmek, eğlenmek için daha ziyade. Fakat kızlar ciddiye alıyorlar, onu ne yapacağız.

Bize göre hava hoş da sonunuz hüsran kızlar, benden söylemesi. "Ama SMSler..." diyeceksiniz. Doğru, Türkiye’de albüm alıcısı biz değiliz, o SMS’leri atanlar. Siz de haklısınız yani.

Ne diyeyim... Müzikle bir yastıkta kocamak şart değil, birer albüm de siz yapın anasını satayım!

MIŞ-MUŞ

Yaprak Dökümü’nün Ferhunde’si, "Karşımda seçici ve zeki izleyici isterim" demiş.Oooldu.

İzmir’de bir kadın, "Eşim eski sevgililerini unutamadı" diye boşanmış."Unutulmaz olmayı seçmiş" de diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Rus kızına evlat muamelesi

23 Nisan 2007
Hani televizyonda, magazin programlarında gördüğü ünlülerin giyimine kuşamına, hayatına özenen kızlar vardır... Onlara benzer bir durumdayım. Sahici olmasını istediğim diziler var. Sahici olsunlar ki bazı evlerin gidip kapısını çalabileyim. Mesela Binbir Gece...

Yok, Onur’un karizmasına kapılmış değilim. Benim favorim Burhan Bey. Ve illaki Nadide Hanım.

Tamam, adamın dediği dedik, oğlunu reddetmiş falan ama sonunda nedemet getiriyor hiç olmazsa. Hem, sokakta bulduğu Rus kızına evlat muamelesi yapan kaç erkek vardır, sorarım size? Onca seneye rağmen yüz göz olmamış bir karı koca... Son dönem evlilik modeliyle mukayese etmek istiyorsanız, aynı evde bakınız Ali Kemal-Füsun çifti. Ne bileyim işte, sokaktan gelince ayakkabıları çıkarıp terlikleri giymek, hep beraber sofraya oturmak falan... Sahiden kapılarını çalmak istiyorum.

***

Sonra Yabancı Damat...

O ev... Her an bayram yeri gibi.

Hani derler, "gir eğlen, çık eğlen". O ailede insanın ne canı sıkılır, ne de sırtı yere gelir.

"Ben" yok, "Biz" var.

Sonra Hatırla Sevgili...

Geçenlerde üşenmedim, kalktım, Kadıköy’de o devirlerden kalma bir pastane var, onu buldum. Sırf Necdet’in pastanesine benziyor diye. "Bir bahar akşamı rastladım size" tadında diyaloglar... Sevgili başkasıyla evlense, hatta üstünden beş sene geçse bile hala ona sadık kalmalar... Haliyle özeniyor insan.

***

Yaprak Dökümü var bir de.

O eski konağın kapısını da çalmak istiyorum.

Ali Rıza Bey’le Fikret’in yanında Ferhunde’lere karşı durmak için. Takviye kuvvet olarak.

***

Ha içinde olmayı hayal ettiğim programlar da var. Gezelim Görelim. Şoray Uzun Yolda. Gözleme yaparken, yanında bulunmadığım tek kadın kalmasın istiyorum Anadolu’da.
Yazının Devamını Oku

İçinden tren geçen muayenehane

22 Nisan 2007
TIP fakültelerinde, doktor adaylarına tutumlu olmayı da öğrettiklerini düşünüyorum artık. Nereden çıktı derseniz...

Doktor muayenehanelerinden.

Yolu bir muayenehaneye düşmemiş biri yoktur herhalde aranızda, ki dişçi muayenehaneleri de dahil buna. Ve dolayısıyla bekleme salonundaki sehpanın üzerinde sizi oyalamayı bekleyen dergiler hakkında bir fikriniz de vardır.

Peki, herhangi bir derginin son sayısına denk geldiğiniz oldu mu hiç?

Son sayısından vazgeçtim, o seneye ait olsa...

Geçen gün bir haftalık dergiyi karıştırırken baktım, a, bütün hadiseler tanıdık!

"Allah Allah!Tarih tekerrürden ibarettir’ dedikleri bu demek" diye düşünürken...

Evet, geçen senenin dergisi.

Bu bir şey değil, insanı durduk yerde "demode" de yapar bu muayenehaneler. Bakıyorsunuz, "Bu yaz herkes mavi giyecek" diyor elinizdeki dergi. Tarihine bakmasanız mavilere bürüneceksiniz. Herkes turuncu giymişken... Maazallah yani.

Hayır, bizim bilmediğimiz bir durum mu var acaba?

Hasta psikolojisiyle ilgili mesela.

Ne bileyim, "nostalji"nin gevşetici özelliği vardır belki. Muayene öncesi rahatlasın diye hastalar.

Çünkü bu kadar söz birliği etmişçesine olmaz aksi halde. Arada birkaç istisna çıkar. Ama yok.

Her muayenehane birer "sahaf" adeta.

Arşiv niyetine de başvurulabilir her birine.

* * *

Bir de satılmayıp dağıtılan dergiler silsilesi var.

Büyük alışveriş merkezlerinin, holdinglerin çıkardığı dergiler, tanıtım vs.

Bunlara ayaküstü hamburger yediğiniz dükkánlarda da rastlayabilirsiniz. Ama en çok muayenehanelerde tabii. Bedava olduğundan üstelik, hasta başına en az ikişer tane düşmek şartıyla.

Elbet bunlar da Nuh Nebi’den kalma.

Allah’ın emri çünkü!

Fakat ne yapacaksınız, insan eski meski, bakıyor. Karşı duvarda, camcıdan alınmış tabloya bakacağına.

Bir yandan da kendini bir zamanlar Anadolu’nun ücra bir köşesinde yaşamış çocuk gibi hissediyor. Eski Türk filmlerinde görürdük hani... Trenin yanından "gazete, gazete" diye bağırarak koşarlardı... Yolcular hazırlıklı, eski gazeteleri fırlatırlardı hani... Ne zaman doktora gitsem, "Tren geçmiş buradan" diyorum.

Gözünüzü seveyim doktor arkadaşlar!

Paraya kıyın, yenileyin şu dergileri!

Hayır, "hasta" dediğiniz zaten "morali bozuk adam"...

Zaten dekorunuz da yine söz birliği etmişçesine içler acısı...

Dergilerle kurtarın bari zevahiri.

* * *

Not:
Dün, "Cumartesi Hürriyet"teki "Aşk"ın K’sı başlıklı yazımda "teknik hata" tavan yapmış adeta. Üç kesim, iki atlama, beş yanlış derken ben bile anlamadım yazıyı. Siz kimbilir ne düşündünüz. Neyse artık...

Olmuşla ölmüşe çare yok.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, Köşk’e çıkmayacağını Kumkapı’daki balıkçılara söylemiş.

Erdoğan için her şeyi söyleyebilirsiniz ama Kasımpaşalılığından taviz verdiğini söyleyemezsiniz!

Çin’de hafızasını kaybeden adam düzelmiş ama bir tek karısını hatırlayamamış.

Yerseniz!

Kurtlar Vadisi’nin efsanevi oyuncusu Necati Şaşmaz, "Hiç áşık olmadım" demiş.

Biz de ummayız zaten.
Yazının Devamını Oku