26 Mayıs 2007
İngiltere bu aşkı konuşuyormuş. İngiliz Graeme Carter ile Türk Ayşe Bilge’nin aşkını.
Bizim anca geçen hafta haberimiz oldu.
Türkiye’nin yani.
Burada da konuşulmaya başlandı mı bilmiyorum, ama ben kendi hesabıma iki laf etmek istiyorum söz konusu aşk üzerine.
Graeme Carter’ı hepimiz önceden tanıyoruz. 2003 yılında, İstanbul’da İngiltere Başkonsolosluğu’na düzenlenen saldırıda, kendisi ağır yaralanmış, yine bir Türk olan nişanlısı Hülya Dönmez ise hayatını kaybetmişti.
Ölümün ayırdığı aşıklardan az söz etmedi o günlerde gazeteler. Az gözyaşı dökmedik.
Fakat biz ağlarken, Mr. Carter tedavi görmekte olduğu hastanede, kendisiyle yakından ilgilenen hemşireyle adres ve telefon alışverişi yapmaktaymış meğer.
Aralarında o günlerde başlayan arkadaşlık, pastanın üstüne sıkılan krema aracılığıyla yapılan evlilik teklifiyle devam etmiş ve nihayet gelin-güvey olmalarıyla mutlu sona erişmiş.
İşte şimdi bu aşkı konuşuyormuş İngiltere.
*
Babaannem "Erkek kısmı karısını gömüp mezarlıktan dönerken şapkasını yan yatırır" derdi.
Şapkanın yan yatırılması kadınlara kendini beğendirmenin en etkili yoluydu herhalde o zamanlar.
Eski kadınlar için şapkası yan yatmış erkeğin cazibe merkezi olması hususu üzerinde durmayı bir kenara bırakarak yine Mr. Carter’a dönersek, o da şapkasını daha hastanede yan yatırmış belli ki.
Gerçi karı-koca, en son Hürriyet’e aşk hikáyelerini anlatırken, hastanede tanıştıklarını, ancak aşklarının daha sonra başladığını söylemişler.
Mr. Carter!
Hepimizin hastaneye yatıp çıkmışlığımız var. Hemşirelere teşekkür eder, pek memnun kalmışsanız bir hediye verir, çıkar gidersiniz.
Arada bir aşna fişne durumu olmasaydı hastane dışına taşmazdı o arkadaşlık.
Yemeyin bizi!
*
Diyeceğim "Vay gidene!"
Tamam, hayat devam ediyor...
Ölenle ölünmez, onu da biliyoruz...
Fakat bu ne acele!
Aşktan aşka bu ne hızlı geçiş!
Bakın, ölen "nişanlı" değil de "eş" olsaydı daha kolay anlayabilirdim.
Hani, zaten aşk falan yoktur artık ortada...
Bitmiştir...
Uzatmalar oynanıyordur...
Zaten epeydir yenisi aranıyordur...
Bu durumdayken bile olmaz ya, hadi pek de zor olmaz diyelim.
Ama nişanlılık...
En romantik dönem yahu!
Aslında İngiliz sadece bir örnek. Benzer durumlara az rastlamamışızdır.
Bu da bir "insanlık hali" herhalde.
Çok yakın ölümler ya da ölüme çok yakın olmak insanda hayata dair bir şeylere sarılma isteği uyandırıyor galiba.
Bu istek her zaman var da bu dönemlerde tavan mı yapıyordur artık, nedir...
*
Neticede İngiltere’yle aynı fikirde değilim.
Yani "Ah aşk sen nelere kadirsin, acılar içinde kıvranan, yaşamak istemeyen adamı hayata döndürdün!" falan diyemem.
Ha, derim demesine de bir yanım ısrarla "Peki öteki aşka ne oldu?" diye sorar.
Hatta insana hemencecik "Giden gitti, kalan sağlar bizimdir" dedirtebilen "aşk"a lanet de okur öbür yanım.
MIŞ MUŞ
Æ Kalp ilacı diye üretilen, sonra iktidarsızlığa çare olduğu ortaya çıkan Viagra "jetlag"e de iyi geliyormuş.
Kaynatıp suyunu içerseniz kum da döktürüyor!
Æ Dantelli iç çamaşırı altın devrini yaşıyormuş.
Fakat "gizli saklı" zavallıcık!
Æ Yaşlılıkta kırışıklık tarihe karışıyormuş.
E, insanın ölüp giderken kırışıklıklarını burada bırakacak hali yok, beraber tarih olunacak elbet!
Æ ABD’de, tek yumurta ikizleriyle ilişkiye giren kadının doğurduğu bebeğin babasının ikizlerden hangisi olduğu bir türlü bulunamıyormuş.
Tek yumurta ikizlerinin çift spermli bebekleri!
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2007
"SİZDE ne var?"<br><br>"Bizde Noramin var." Böyle bir reklam vardı bir zamanlar.
Partilerin milletvekili aday adaylarını gördükçe aklıma geliyor.
Sizde ne var?
Bizde Demirel’in damadı var.
Bizde de Erbakan’ın kızı var.
Onlar da bir şey mi, bizde Hülya Koçyiğit’in damadı var.
Sizde ne var?
İkbal Gürpınar var.
Şebnem Kısaparmak var.
Bakmışsınız partilerin genel merkez binalarının kapısında renk renk neonlar yanıp sönüyor... Gazino kapısı gibi.
En üstte İlhan Kesici... Assolist ayarında.
Alt kadroda...
Eski Vali Erol Çakır.
Sultanahmet Camii İmamı Osman Nuri Bedir.
Eski hakem Cem Papila.
Öteki kapıda...
Yılların eskitemediği Nazlı Ilıcak.
Salih Memecan’ın eşi Nursuna Memecan.
Sunucu İkbal Gürpınar.
Berikinde...
Hülya Koçyiğit’in damadı Ender Alkoçlar.
Özal’ın koruma müdürü Musa Öztürk.
Zülfü Livaneli’nin kardeşi Seyhan Livaneli.
Eczacıbaşı’nın kızı Pınar Eczacıbaşı.
İftiharla sunarlar.
Biz de neonlara bakıp hangi "gazino"ya gireceğimize karar veririz.
"Gazinolarda ’onun kızı’, ’bunun kardeşi’ olur mu?" diyeceksiniz.
"İmamın karısı"nı bilenler bilmeyenlere anlatsın.
Seçim iyi bir şey elbet.
Demokrasinin olmazsa olmazı.
Fakat hazırlıklara bakınca "Bu mudur?" diye sormadan edemiyor insan.
Genel merkezlerde şöyle konuşmalar geçtiğini düşünüyorum:
"Her şey tamam, iki sarışın kadın açığımız kaldı."
"Abi, Cem Yılmaz’ı bi ayartabilsek, yırtarız."
"Bana birkaç ’kafa’ bulun, getirin."
Yanlış anlamayın, isimlerin hiçbirine itirazım yok. İçlerinden "gelmiş geçmiş en önemli siyasetçi" çıkabilir.
Memlekete herkesten fazla hizmetleri dokunabilir. Üstelik vitrin yapıyormuş gibi görünmemek için, çok değerli adamlardan sırf ünlü diye kaçılacak değil elbet.
Fakat yine de anlayış tuhafına gidiyor insanın.
Ama vardır elbet bir bildikleri. Seçmene dair bir fikirleri...
MIŞ-MUŞ
16 milyon Asyalı erkek, bir tek erkeğin, Cengiz Han’ın soyundan geliyormuş.Bir nevi Cengiz Fan.
Eski CHP Genel Sekreteri Günay, AKP’nin CHP’den daha solcu olduğunu söylemiş.Yani siyasi partiler için "Sağı solu belli olmaz" diyebiliriz.
İngiltere’de 50 yıldır içtikleri su ayrı gitmeyen iki yakın arkadaş, kardeş çıkmış.O halde dostluklarının bozulması an meselesidir.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2007
BİLİMİN, kadınlara, bir iyi bir de kötü haberi var.<br><br>Erkek nesli tükeniyormuş. Ama 50 milyon yıl sonra.
Hangisinin iyi, hangisinin kötü haber olduğunu sorarsanız, o kadından kadına değişir.
Ben tükendiklerini görmek istemem doğrusu.
Defalarca "Kökünüz kurusun e mi!" demişliğim vardır gerçi ama lafın gelişi. Yoksa hakikaten istemem tükenmelerini!
Neden istemem?..
Neden istemem sahi?
Allah Allah!
Aklıma bir şey gelmiyor.
Ha, mesela Türk Müziği’ni erkek sesinden dinlemeyi severim, bundan mahrum kalmayı istemem.
Sonra "aldatma" denen eylemin öksüz kalmasını istemem...
Bir sürü kavramı yeniden isimlendirmek gerekecek, iş çıksın istemem...
Politika ne demek mesela?
"Çok yalan."
E, olur mu artık erkek nesli tükendikten sonra?
Dilimiz sahiden de 300 kelimeye insin istemem...
Öyle ya... Maganda, kıro, kılıbık, penis, baba, sakal, bıyık, prezervatif, enişte, bey, fahişe, abi, ulan, koca, dayı, amca, ereksiyon, iğdiş ve yüzlercesi sözlüklerden çıkacak haliyle.
Sonra oluşacak olan kıl tüy eksikliği iklim değişikliğine sebep olur mu, ondan korkarım...
Başörtülü kadınlar için üzülürüm...
Ortada saçlarını saklayacakları kimse kalmayıverince sudan çıkmış balığa dönerler mi diye...
Vücuduna yatırım yapmış kadınlar için üzülürüm.
Ortada gösterecekleri kimse kalmayınca eşekten düşmüş karpuza dönerler mi diye...
Bilim dünyası büyük ölçüde işsiz kalacak, ona yanarım...
Malum, mesailerinin çoğunu "nasıl kalkar"la "nasıl inmez"e harcıyorlardı.
Fakat bilim "adam"ı da kalmayacağından ortada, sorun teşkil etmeyebilir bu.
En çok da doğa kendini yeni duruma uydurur da kimimizin penisi çıkar mı, ona üzülürüm. Tam "gülme komşuna gelir başına" durumu hasıl olur benim için.
Şu da var:
Kadın olarak, ne mükemmel yaratıklar olduğumuzu, "mukayese" yoluyla teyit edebilme imkánından yoksun kalmayı istemem.
Onun için otursunlar oturdukları yerde!
MIŞ-MUŞ
ABD’de de Cumhuriyet mitingi yapılacakmış.Vur deyince öldüreceğiz illaki.
Seçimde vaatler değil, ASLA YALAN SÖYLEMEYEN beden dili önemli olacakmış.Bakmışsınız bizimkiler bir ilki gerçekleştirmişler.
Kadınlarda regl olmayı engelleyen ilaca onay çıkmış."Orkid"le "Molped", çocukları on sene altına işetmenin yolunu bulsunlar artık...
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2007
Düğme kutusu...<br><br>Yamalık bohçası... Siyah bantlı tahta takunyalar. Pekmezli kar helvası. Leblebi tozu. Çamaşır kazanı, çamaşır sopası. File. Mahalle aralarında gezen çerçiler, hallaçlar, eskiciler...
Neydi bunlar?
Peki şu aşağıdakilerden haberiniz var mı?
Bayat ekmeklerin değerlendirilmesi...
Ufak parçalara ayrılan bisküvinin ekmeğe katık edilmesi. Kaçmış ince çoraplardan kalın şişle örülerek paspas yapılması...
Kullanılmayan eski ayakkabıların arkası kesilerek terliğe çevrilmesi. Rengi atan erkek elbiselerinin ters yüz edilmesi...
Büyük çocukların küçülen kıyafetlerinin ve ayakkabılarının küçük kardeşlere giydirilmesi. Bulaşık durulama suyuyla temizlik bezlerinin yıkanması, çamaşır durulama suyuyla ev temizliği yapılması...
Şu yemekleri yapmayı biliyor musunuz peki?
Bayat ekmek çorbası. Sebzeli bayat ekmek aşı. Kurut.Ekşi ekmek kavurması.Yalancı mantı. Otlu ekmek. Papara. Bulgurlu sütlaç...
Nereden bileceksiniz. Ben de bilmiyorum. Fakat öğreneceğiz. Mecburen.
"Tasarruf sadece yokluktan değil varlıkta da hiçbir şeyi ziyan etmemektir. Hanımların iş hayatına atılmaları, evde eski uygulamalara vakit bırakmazken, teknolojinin nimetleri hayatımıza büyük kolaylıklar sağlamış bulunuyor.’Sınırlı gezegende sınırsız yaşanmayacağını bilen’ ve her türlü ihtiyaç maddesinde, zamanda tasarruf ile gereksiz harcama yapmamaya özen gösterme konusunda gelenek, görenek ve inançlarımızın bizler için bir bilgelik dağarcığı olduğunu bilmeliyiz."
"Kadına Özgü" adlı kitabı yayına hazırlayan Nimet Berkok Toygar ve Kamil Toygar’ın dedikleri bunlar.
"Kadına Özgü", Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı’nın yayını.
Kadın yaratıcılığını Her şey bir yana, kderleyip araştırmak amacıyla "Kadına Özgü" adıyla bir dizi kitap yayınlamayı planlamışlar. Sözünü ettiğim kitap bu dizinin ilki ve konusu tasarruf.
Gerçi kitabı hazırlayanların yola çıkış nedeni bu değil ama "Küresel Isınma" denen felaketin bizi bir miktar doğal yaşama dönme mecburiyetinde bıraktığı şu günde kitap için "Günün mana ve ehemmiyetine uygun" diyebiliriz. Kitabı karıştırırken bir tatlı tebessüm yerleşiyor insanın yüzüne. Benim gibi "eski"ye meraklıysanız elbet.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2007
BİR süre önce bir e-posta aldım. Gaziantepli bir sosyolog beyefendi göndermiş. Beni bir konuda yazmaya davet ediyor. "Türkiye’de bir mağdur kadın var. Başörtüsünden dolayı. İsmi Hayrünisa Gül. Her fırsatta köşenizde ezilen ve haksızlığa maruz kalan kadınları yazıyor ve haklarını arıyorsunuz" diyor ve "Bunu yazmayı düşünüyor musunuz?" diye soruyor.
Cesaret ve tarafsızlık neyse de demokrat olma konusunda şüphem var doğrusu.
Sırf kendim için söylemiyorum, kimsenin demokrat olduğuna inanmıyorum.
Demokrasiden yana olmak, kişinin kendisinin de demokrat olduğu anlamına gelmiyor. Adında "demokrat", "demokrasi", "demokratik" sözcükleri bulunan bütün partilerin liderlerini şöyle bir geçirin aklınızdan.
Uzatmayayım, hakiki demokrat olmak zor iş galiba. İnsanın doğasına mı aykırıdır nedir...
Daha da ileri giderek Başbakan’ımızın "Devletler laik olur, kişiler laik olmaz" demesi gibi "kişiler demokrat olmaz" diyebilirim.
Uzun lafın kısası, herkes ne kadar demokratsa ben de o kadar demokratım.
* * *
Gelelim Hayrünisa Gül’ün haksızlığa maruz kalma meselesine.
Bakın şimdi söyleyeceklerimin vallahi demokrat olup olmamamla bir ilgisi yok. Olsa olsa cehaletimle ilgisi olabilir.
Hayrünisa Gül, bir sınava girdi de cumhurbaşkanı eşi olmaya hak kazandı, fakat başörtülü olduğu için hakkı elinden mi alındı?
Ne bileyim... Olur mu olur. Belki benim haberim yoktur.
Bakın bir haksızlıktan söz edilecekse esas Nimet Çubukçu haksızlığa uğradı!
Kadıncağızın ağzına bir parmak bal verildi... Sonra... Sonrası malum.
Nimet Çubukçu "direkt mağdur"dur.
Hayrünisa Gül ise "eş durumundan".
Siz şimdi "Esas Abdullah Gül eş durumundan mağdur" diyeceksiniz.
Bilemiyorum.
Fakat endişenin nedeni, Hayrünisa Gül’ün başörtülü olmasından ziyade Abdullah Gül’ün "tasdik memuru" olacağı ve dolayısıyla AKP’nin iyice at oynatacağı ihtimaliydi galiba.
Ve yine galiba sorunu sırf başörtüsüymüş gibi göstermek AKP’nin işiydi.
Hem her isteyen cumhurbaşkanı eşi olur diye bir şey yok beyefendi.
Benim bir eşim olsa mesela...
Cumhurbaşkanı olmaya kalksa...
Eminim beni de uygun görmezler Köşk’e. Eski şarkıcı olmam nedeniyle.
Bakmışsınız ben de sizi demokrat olmaya davet ediyorum... Sahi arar mıydınız hakkımı?
* * *
Netice olarak her şey demokrasi yüzünden beyefendi!
Nasıl demokrasinin varlığı nedeniyle Abdullah Gül cumhurbaşkanı, Hayrünisa Gül cumhurbaşkanı eşi olmaya kalkıyorlarsa, Gül çiftinin Köşk’e çıkmasının önüne geçenler de demokrasi nedeniyle yapabiliyorlar bunu. (Neticede darbe yapmadılar ya.)
Demokrasi, demokrasiye karşı diyebiliriz yani.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2007
Yeşim Salkım, jüri üyesi olduğu yarışmada koçluk yapan Hilál Cebeci’ye, Cebeci’nin çıplak fotoğrafının olduğu dergiyi uzatarak "İşte sen busun!" dedi. Ve bunun üzerine çok şey yazıldı çizildi. Salkım’ın ayıp ettiğinden yarışmalardaki tartışmaların mahalle kavgasına döndüğüne kadar.
Ben bu olaydan yola çıkarak başka bir şeyden söz edeceğim. Epeydir dikkatimi çeken bir şeyden...
Kimse yaptığının arkasında durmuyor.
Mesela şu çıplak poz verme meselesi... Daha önce de defalarca şahit olduk.
Bir pişmanlık...
Bir mazeret arama...
Emsal göstermeler...
Hata yaptığını kabul etmeler...
Bir tek özür dilemedikleri kalıyor ki, bazen onu da yapan çıkıyor.
Oysa işi sahne olan birinin çıplak fotoğraf çektirmesinin nesi ayıp?
Evde nakış işleyip koca bekleyen ev kızı mıdır mesela Hilál Cebeci?
Ne tuhaflık var çıplak poz vermesinde?
Üstelik fotoğrafı gördüm, çok da güzel. Hiç bayağı değil.
Hilál Cebeci biraz dışına çıktı gerçi ama genel olarak nedir bu karşılıklı "tutuculuk" hali?
Hadi suçlayanın düşüncesi budur, bir şey diyemeyiz ama öteki niye dimdik durmaz, "O fotoğraflarımı çok beğeniyorum" diyemez?
Bir yandan da ha bire "sanatçı" olduklarından, "sanat"tan söz ederler.
"Tutuculuk"la "sanat" aynı yerde barınmaz arkadaşlar!
Şu öpüşme mevzuuna da taktım.
Hani son günlerde öpüşmek için hangi ünlünün kaç dolar istediği haberlerini okuyup duruyoruz ya...
Zihniyet nedir burada?
"Namus elden gidecek, bari değsin."
Kendini satıyor yani bir nevi.
Peki "Filmde yemek de yiyeceksem fiyatım artar" diyen var mı?
Yok.
Oysa oyuncu için hikáyenin akışı içerisinde ikisi arasında hiç fark olmamalı.
Oyuncu için tabii...
"Oyuncu" için değil.
’Takunyalı’dan hiç korkmadık
Şu son günlerde, yani cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşadıklarımız, Semra Özal’ın aslında Türkiye için önemli bir kadın olduğunu düşündürdü bana.
Turgut Özal MSP kökenliydi.
Yani o zamanlar "Takunyalı" denenlerden.
Tayyip Erdoğan’ların atalarından yani.
Ama o "takunyalı"dan hiç korkmadık biz.
Zaman zaman kızdık, eleştirdik; bazılarımız beğenmedik ama hiç korkmadık Turgut Özal’dan.
Kimse "Bir takunyalı Köşk’e çıkamaz" demedi.
Gerçi MSP kökenliydi falan, ama milleti "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye sokaklara dökmek durumunda bırakmadı doğrusu.
Bırakmadı da...
Laiklik konusunda bir gün bile endişe duymamış olmamızda Semra Özal’ın da payı yok mudur?
Giyimi, kuşamı, makyajı, takılarıyla; papatyalarıyla, purolarıyla, eşinden daha dindar olan kayınbiraderini Köşk’e sokmamalarıyla, Bayan Özal değil Semra Özal oluşuyla rejimin "güvenlik görevlisi" değil miydi bir nevi?
O zamanlar farkında değildik. Kızıyorduk hatta haline, tavrına. Ama şimdi olup bitene bakınca, Semra Özal’a bir teşekkür borcumuz var gibime geliyor.
Ummadık taş baş yarar
Bugün 19 Mayıs, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı.
Atatürk Cumhuriyet’i gençlere emanet etmişti biliyorsunuz.
23 Nisan’ı da çocuklara emanet etti...
Bize ise bir şey yok!
Belki de bunu hırs yaptığımızdan, Tandoğan’da, Çağlayan’da, Gündoğdu’da daha çok gençliğinin sonunu yaşayan gençlerle orta yaş ve üstü vardı gördüğüm kadarıyla.
Ummadık taş baş yarar!
Herkesin bayramı kutlu olsun.
MIŞ MUŞ
Cinsel sorunları olan kadın ve erkeklerin çoğu medyum ve hocalarda çare arıyormuş.
E, doktor Haydar Dümen’e bakıyorlar demek...
Sağdaki birleşmenin adı "Yeni Demokrat Parti" olmuş.
Yakında iki yavruları olur. "Öz" ve "Hakiki."
Evli lezbiyen kadın, kız arkadaşını eve kuma getirmiş.
Koca, erkek olalı böyle memnuniyet yaşamamıştır, eminim.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2007
ESKİ belediye başkanlarından Osman Kibar, bir tevatüre göre "Yolun bittiği yer" demiş İzmir için. Ekonomisinin bir türlü istenen seviyeye çıkmamasını, misal Bursa gibi yolların kesiştiği bir şehir olmamasına bağlayarak. Demiş midir sahiden, haklı mıdır bilmem ama bugün artık "Sözün bittiği yer"dir İzmir. Ki bu her şeyden önemli.
Ama ben yine de naçizane bir iki söz edeceğim.
13 Mayıs’taki kalabalığı hiçbir siyasi parti üstüne alınmasın. Ha, bir tek AKP alınabilir. "Bana buradan ekmek çıkmaz" diyebilir. Onun dışında kimse alınmasın, "Oylar geliyor" diye ellerini ovuşturmasın.
Hele ismi lazım değil bir lider, vatandaşın biri yanağından makas aldı diye "Bu iş oldu" zannetmesin. O hareket, vatandaşın sadece o andaki ruh haliyle alakalı olup, kalıcı bir hayranlık ifade etmeyebilir. Hayatında hiç para verip kasedini satın almadığı sanatçıyı karşısında görünce "Ailecek size hayranız" diye yanına koşan bazı "ünlüsever"ler misali...
Ya da sarhoş olunca, masada kim varsa "Gel seni bi öpiim" diye üstüne atlayanlar gibi.
Diyeceğim, kimin çantasında ne var, onu görmek istiyoruz şimdi. Malı görelim abi!
"Laik cumhuriyeti korumak"sa sırf, o zaten elde bir.
Olmazsa olmaz.
Lafı bile edilmemeli 84 yıl sonra.
Dolayısıyla tek meziyeti olmamalı partilerin.
Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu derken, Türkiye meseleye son noktayı koydu. Şimdi hepimiz, siyasi partilerin, laik cumhuriyeti korumanın dışında, ha bir de denize düşenin yılana sarılmasından medet ummanın dışında ne söyleyeceğini, ne sunacağını merak ediyoruz.
Lafügüzaf olmayacak ama.
Vallahi bu sefer de "Lafügüzafa son!" diye dökülürüz sokaklara.
Korkun bizden artık!
Eurovision’da birinci olduk
EUROVISION’da birinci olduğumuzu duymuşsunuzdur.
Sırbistan adına yarışan Maria Şerifoviç’in babası Türk çıktı.
Allah’ımıza bin şükür!
Yedi göbek ötesini karıştırırsanız ikincilik, üçüncülük de bizim olabilir.
Daha bu bir şey değil.
Önümüzdeki yıllarda, bütün yarışmaların bütün dereceleri bizimdir.
Değil mi ki Türk erkekleri dışarı açıldılar...
Görürsünüz...
Ukrayna, Moldova, Romanya, Türki cumhuriyetler... Hangisi bir yarışmada derece alsa, ucu gelip bize dayanacaktır.
Öyle başaramadık, böyle başardık!
MIŞ-MUŞ
Eurovision’da birinci olan şarkının çalıntı olduğu iddia edilmiş.
O halde Maria’nın babasını boşverelim!
Milyonların beklediği "solda birlik"te ilke-program değil, kelle pazarlığı yapılıyormuş.
Bundan ziyade aksini bekleyenlere şaşıyorum.
Aysun Kayacı, "Şarap içmesini bilen biriyle evlenmek istiyorum" demiş.
20 yıl önce bu istek kız anneleri için "inme" sebebiydi.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2007
KARİZMA, imaj, taht, şu bu, aslında kumdan kale olunca üfürükle yerle bir olması da kaçınılmaz bir durum elbet. Eda Taşpınar’ın giydiği, o birbirinden şahane (yoksa tuhaf mı?) kıyafetlerin taklit olduğu ortaya çıkınca kızcağızı ikonluktan alaşağı ettiler.
Onun da keyfi kaçtı tabii.
Unvanlar kolay kolay bırakılmaz.
"En berbatı bile hiç yoktan iyidir" diye düşünülür.
Sizi "lağım kraliçesi" seçtik deseler, tacınızı üç gün sonra geri alsalar, bozulursunuz. "Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın" derler ya hani...
Herkesin "Başkanım" diye hitap ettiği biri vardı, sordum bir gün, nereden geldiğini... Fesleğenseverler Derneği mi ne... Fi tarihinde bir gün, bir toplantı esnasında, esas başkanın ihtiyaç görmesi icap edince, bizimki iki dakikalığına başkanlık etmiş toplantıya. Hepsi bu.
Fakat yıllar sonra hálá "Başkanım" aşağı, "Başkanım" yukarı.
"Ne başkanlığı!" demiyor adam.
Demediği gibi, kuşaktan kuşağa, ortamdan ortama yayıyor, duyuruyor. Zira onun oradaki o iki dakikalık başkanlığını bilen, duyan yok ortada.
Uzatmayayım, Eda Taşpınar haklı bozulmakta.
Fakat onu alaşağı edenler haklı değil.
Kızcağız ne yaptı yani alt tarafı?
Dünyaca ünlü modacıların kıyafetlerini ufak tefek değişikliklerle kendine uydurdu.
Pek yabancısı olduğumuz bir durumdur da!.. Duyunca şok geçirdik.
Her şeyimiz özgündür çünkü!
Mimarimiz mesela... Taklidin "t"si yoktur!
Müzik deseniz... Kimse Arap, Yunan müziklerinden "aparma" yapmaz!
Ayol siz ne diyorsunuz?!
Siyasetimiz bile taklittir bizim.
Rahmetli Özal, karısının elinden tutup da meydanlara çıkmayı Amerikalılardan görmüştür.
Televizyon programlarının neredeyse tamamı yabancı formattır.
Fakat neymiş, Eda Taşpınar elbiselerini kendi çizmemişmiş!
Ne bekliyordunuz?
Eda Taşpınar da bu memleketin evladı değil midir?
Kızcağız hiç olmazsa taklit edecek iyi bir şey bulmuş. Oysa onu bile gözünden vuranlar var. Buna da şükür yani.
Son bir şey diyeyim mi...
Bizde bütün "taht"lar "kumdan kale"dir aslında.
Siz de bilirsiniz ya...
MIŞ-MUŞ
Nazlı Ilıcak, "Yassıada beni siyasetçi yaptı" demiş.
Yassıada’dan çıkan tek felaket idamlar değilmiş demek!
Aspirin’in "ölmeye" mi, "kalmaya" mı sebep olduğu tartışılıyormuş.
Neticeyi "öteki taraf"a bildirirler artık...
Ahmet Özal babasının erdiğini, mezarının da bir evliya tarafından yapıldığını söylemiş.
Korkarım son iş olarak "yatır işletmeciliği" yapacaklar!
Yazının Devamını Oku