9 Haziran 2007
Lafı dolandırmadan direkt konuya giriyorum. Kadınlar çokeşli olmalı.
Vallahi.
Bunca yıllık tecrübeden sonra edindiğim kanaat budur.
"Kızlar ne duruyorsunuz!" manásında söylemiyorum. Hani çokeşliliğin erkeklerin doğasında var olduğu söyleniyor ya... Orada bir terslik var. Aslında şöyle bir düşünürseniz kadınların doğası daha uygun çokeşliliğe.
Buyurun, düşünmenize yardımcı olayım.
İlişkide, "beklenti" denilince hangi taraf gelir aklınıza daha çok?
Neredeyse her ilişkide, daha asabi, daha tatminsiz olan taraf kadın değil midir?
Sevgilisinin/eşinin ilgisini yeterli bulan kadın var mıdır?
Mütemadiyen "Beni az seviyorsun" diye sızlanan taraf kadın mıdır erkek midir?
Kadın, erkekle neler neler paylaşmak isterken, erkek bunun kaçta kaçına yetişebilmektedir?
Sekste kapasitesi sınırlı olan taraf hangisidir?
İki "vuslat" arasındaki makul süre kadında mı erkekte mi daha uzundur?
Daha doğrusu, kadının öyle bir süreye ihtiyacı var mıdır?
Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz arkadaşlar! Bunlar bildiğiniz şeyler zaten. Peki sizde de "bir kadını ancak birkaç erkeğin taşıyabileceği" fikri yok mu?
Kadının bitmek tükenmek bilmeyen sevme-sevilme ihtiyacı...
Sevgiliyle 24 saat dipdibe olma isteği...
365 gün ilişkiye odaklanma hali...
Tek bir erkeğin başa çıkabileceği şey midir?
Çıkamıyorlar nitekim.
Herkes mutsuz.
Olabilse halbuki... Benim dediğim gibi...
Kadın da erkek de huzura ererdi, inanın.
Hadi şimdi tefe koyun beni!
Kaz Dağı havası
Mesele anlaşıldı.
Kadınların neden koca dayağına maruz kaldığı...
Neden üzerlerine kuma geldiği...
Ve neden bunlara razı oldukları...
Sorun "tamamen duygusal"mış.
Zaten bilmediğimiz şey değildi de kanlı canlı örneğini de gördük.
Geçtiğimiz pazartesi günü Milliyet’te Ümran Avcı’nın bir haberi vardı. Kaz Dağı’nın eteklerindeki Mollahasanlar köyünde kadınlar çalışıp kocalarına bakıyorlarmış. Ve köyde kuma, kadına dayak gibi olaylara rastlanmıyormuş.
"Tesadüfe bakın" diyecek halimiz yok elbet.
"Mollahasanlar’ın havasından mı suyundan mı, erkekleri pek bi efendi" diyecek de değiliz.
Durumu kısaca "Parayı veren düdüğü çalar" diye ifade edebiliriz ancak.
Fakat diyeceksiniz ki "Anadolu’nun bir sürü yerinde erkekler yatarken kadınlar çalışıyor ama dayağı da yiyorlar, kumayı da görüyorlar."
Doğru.
Hatta "Beyaz Türkler"in arasında, karısından daha az para kazandığı için arayı "kol gücüyle" kapatmaya çalışan çok erkek bulunduğunu da biliyoruz.
Peki nedir Mollahasanlar’daki durumun sebebi?
Sahiden gruplar halinde Kaz Dağı havası mı aldırsak ötekilere de, ne yapsak?
Ekoseli pilili etek
Geçenlerde gözüme ilişti, "Kadında seksi bulduğunuz giyim tarzı hangisidir?" gibi bir soru sormuşlar ünlü erkeklere.
Herkes bir şeyler söylemiş... Aklımda yok şimdi.
Fakat birkaç kişi "ekoseli pilili etek ve beyaz gömlek"li "liseli kız"ı tarif etmiş ki bunu unutmam mümkün değil.
Ben okul formasını seksi bulan erkekten tırsarım arkadaşlar! 20 yaşındaysanız olur... Ama yaşını başını almış bir erkek hálá "en seksisi ekoseli etek, beyaz gömlek" diyorsa sahiden korkarım. Ucu mavi önlüğe kadar gidebilir diye.
İsterseniz paronoyak deyin, ne derseniz deyin...
MIŞ MUŞ
Baykal vekillerin üçte ikisini silmiş.
Bir silen.
Aday listelerinde liderlerin dediği olmuş.
Allah Allah?!
İngiliz erkeğinde küçük penis sendromu varmış.
Türk asıllı olmasın bu İngilizler?
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2007
BUNDAN mesela beş seçim önce neler yaşandığını hatırlıyor musunuz? Kaç parti katılmıştı seçime...
Kimler adaydı, kimler küskün...
Hangi lider kimi harcamıştı...
Kim beklenen sırada değildi...
Hadi bunlar detay, kim birinci parti olmuştu desem, buna bile birden cevap veremezsiniz.
Halbuki seçimle yatıp seçimle kalkıyorduk.
Şimdiki gibi.
Ve o zaman yaptığımız gibi şimdi de bir sürü daha önemli şeyi atlıyoruz. Sırf sonradan hatırlamayacağımız birtakım lüzumsuz detay yüzünden.
"Ama çoluk çocuğumuzun geleceği söz konusu, seçim nasıl önemsiz olur" diyeceksiniz.
Önemli elbet.
Fakat kendimizi böyle kaptıracak kadar değil.
Partilerden biri ya da birkaçı iktidar olacak işte netice olarak.
Ve o partilerin hangi partiler olacağı hiç önemli değil. Hepsi karıştılar, kaynaştılar, merkeze geldiler. Ali’yle Veli oldular.
Yani rejim falan değişecek değil, korkmayın.
Ekonomik program da silbaştan olacak değil.
Her şey alışıldığı gibi akıp gidecek.
En fazla bakanların adı değişecek.
Onu da zaman içerisinde ezberlersiniz.
Fakat çoluk çocuğunuzun geleceğiyle ilgili daha önemli şeyler olup bitiyor bir yerlerde.
Mesela, aday listelerinin ve listeler üzerine yapılan yorumların arasından seçebildiniz mi bilmiyorum, Manyas Kuş Cenneti’ni yok etmişiz.
Türkiye’nin ilk kuş cennetini.
Kirlilik, tahribat ve de üstüne kuraklık yüzünden 200 kuş türünden sadece 27 tür kalmış. Onlarda da davranış değişikliği gözleniyormuş.
Ayrıca İzmir Tuzla’daki kuş cennetinin de koruma statüsü kaldırılmış.
Hem de kuş cennetini korumakla görevli bakanlık tarafından.
Meğer bakanlıktan korumak lazımmış kuşları demek!
Ha, bakın bu sebeple merak ediyorsanız adayları, seçimden kimin birinci parti çıkacağını falan, alnınızdan öperim.
Fakat şurada kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz.
"Pazar Keyfi"ne bakar gibi bakıyoruz olup bitenlere.
Aday listelerini inceliyoruz... Tespit edeceğiz, kim şık, kim rüküş...
MIŞ-MUŞ
Ajda Pekkan "Evlat edinmek istiyorum ama önce hayatımı daha düzgün ve dingin hale getirmeliyim" demiş.Artık bir dahaki sefere inşallah!
Küresel ısınma spermi azaltıyormuş.Hah şimdi meseleyi ciddiye alabiliriz işte!
Askerlikten muaf olabilmek için çürük raporu alanların çoğu hastaneye bile gitmemiş.En büyük sivil bizim sivil!
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2007
EŞLER yataklarını ayırmalı mı, ayırmamalı mı?<br><br>Geçen haftaki dertlerimizden biri buydu. Tuba Ünsal, evliliğin selameti için evlerin bile ayrılması gerektiğini ifade edince konu açıldı ve işte bana kadar geldi.
Aslında tek cümle söyleyip geçmek lazım...
"İlişkinize hangi türlüsü iyi geliyorsa öyle yapın."
Fakat her konuyu böyle tek cümleyle kapatırsak, burada bulunmamızın alemi ne o zaman?
Onun için gelin konuyu didikleyelim sevgili okurlar.
Beraber yatmanın faydalarından başlayalım mesela.
Eşinizle aynı yatağı paylaşmanız durumunda...
Yatağınız bir anlam kazanmış olur.
Birbirinizi "bir hayli yakından" tanıma imkánı bulursunuz.
İki tarafın da kalp krizi geçirme riski azalır.
Bir süre sonra birbiriniz için "çarşafın deseni" haline geleceğinizden heyecana bağlı tansiyon yüksekliği falan ortaya çıkmayacaktır zira.
Karanlıktan korkan biriyseniz derdinize bundan álá derman bulamazsınız.
Eşiniz sizi uykuda bile gözünün önünden ayırmamış olur. Ne güzel!
Daima "el altında" bulunacağınızdan birbirinize hiçbir zaman "özlem" gibi acı veren duygular yaşatmamış olursunuz.
Allah gecinden versin ama birinizden biri için emrihak vaki olduğunda, birbirinize iyice doymuş olduğunuzdan, giden gözü açık gitmez, kalanın eli böğründe kalmaz.
30 senedir aynı yatakta yatıyor olmanıza rağmen eşinize karşı nefsiniz hálá hareket halindeyse, kitaplara geçme şansınız doğabilir.
Sohbetsever biriyseniz, tatmin için sabahı beklemenize gerek kalmaz, gecenin her saatinde dürtülüp uyandırılmak suretiyle mükáfatlandırılabilirsiniz.
Yatağın, yorganın yarısına razı ola ola yıllar içerisinde nefsinizi terbiye etmiş olursunuz.
Bir yastıkta kocamak suretiyle, geleneklerimizi yaşatmaya bir katkıda bulunmuş olursunuz.
Kalıp gibi yatma becerisi kazanmış olursunuz ki mezarda işinize yarayabilir bu.
Son olarak...
Bir gün ayrı yatmak durumunda kalırsanız bunun ne şahane bir durum olduğunu görüp anlayabilmeniz açısından da önemlidir beraber yatmak.
* * *
Bir de ayrı yatmanın faydalarına bakacaktık ama yer kalmadı.
Zaten aslında evli olsun olmasın bütün çiftlerin mutlaka aynı yatağı paylaşması gerektiğine inandığımı da anlamışsınızdır.
Hatta mümkünse yatak "vadi" gibi olsun isterim. İki kenardan ortaya doğru eğimli. İnsan birbirine doğru yuvarlansın mütemadiyen...
O derece taraftarım yani!
MIŞ-MUŞ
DYP ile Anavatan ayrılmışlar."Tek gecelik ilişki" partilere kadar sıçradı.
Baykal, Demirel’i ziyaret etmiş. CHP’li Günay AKP’den aday olmuş. Anavatan’lı Kayalar CHP’den aday oluyormuş.Yanar yanar sağ-sol çatışmasında hayatını kaybedenlere yanarım.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2007
BUNDAN tam dokuz yıl önce, 1998’in Mart ayında, Kelebek’te, ilk yazım yayımlandı. Başlığı "Darbeyi Bekliyorum"du.
Kendi kendime beklentiye girmiş değildim elbet. Benimkisi "topluma uyum"du.
Demek "coşku"ya kaptırmıştım kendimi. Yoksa aşk-meşkle giriş yapabilirdim.
Sahiden de tetikteydik o günlerde. Tetikteydik dediysem, öyle endişeli bir bekleyiş değil. Arzulu daha ziyade. Tetikte olmamız da ilk alkışlayan olmak açısından.
Durumumuzu "Alışmak sevmekten daha zor" cümlesiyle özetlemek mümkündü.
Alışmıştık darbelere.
Ve 12 Eylül’ün üzerinden koskoca on sekiz yıl geçince bünye huysuzlaşmaya başlamıştı zahir. "Huzursuz bacak sendromu" vardır mesela... Bilenler bilir, onun gibi bir nevi.
28 Şubat kesmemişti kimseyi.
* * *
Uzatmayayım, bugünkü durumumuz yine budur.
Muhtıramsı genelgeler falan doyurmuyor obez ruhumuzu.
Bekliyoruz.
Ama asla endişeyle, üzüntüyle değil. Sonraya saklıyoruz üzüntüyü falan. Her şey olup bitecek...
Sonra, kenarda darbelerin ülkeye verdiği zararlar üzerine kaleme alınmış hazır yazılarımız, söylemlerimiz var, onları çıkaracağız piyasaya.
Ama dediğim gibi, sonraki iş o.
Şimdi "arzuyla beklemek" zamanı. Hepimiz hálá ilkokul çağındayız zira.
Kızdığımız birileri var sınıfta, öğretmen onların kulağını çeksin istiyoruz.
"Oh olsun!" diyeceğiz içimizden.
Belki sıra dayağından geçeceğiz hepimiz ama olsun, o "kötü çocuklar"ın canı yansın da!..
Öğretmeni araya sokmadan başa çıkmanın yolu yok mu onlarla?
Vardır elbet.
Ama biz bilmiyoruz.
Dayamışız sırtımızı öğretmene...
Bu duygu ölene kadar terk etmiyor galiba insanı.
Sevmediği, onaylamadığı, kızdığı birinin cezalandırıldığını görme arzusu... İnsanın bu uğurda bindiği dalı kesmesi...
* * *
"Nereden çıktı şimdi bu?" demezsiniz herhalde. Günde on senaryo dinliyorum bu aralar dokuzu "darbe"li. Siz de duyuyorsunuzdur.
Darbeyi sevdiğimize kanaat getireceğim neredeyse.
Olabilir yani...
Şöyle adamakıllı kaç 12 Eylül filmi çekildi mesela?
En fazla Kenan Evren’in resim yapmasına kızdık. Bütün tepkimiz bu oldu.
Ne diyeyim...
Bizim akıllanacağımız yok, "öğretmen" gaza gelmese bari.
MIŞ-MUŞ
"Otobüste fuhuş"un mucidi Mobil Türkán, 19’uncu kez yakalanmış.
Verin şu "patent"i gitsin artık!
Zuhal Topal, "Cazibem sinemaya fazla geldi" demiş.
Fakat müziğe iyi geldi galiba.
Erdoğan, "Diğer partilerle hasım değil rakibiz" demiş.
Hatta vekil alışverişiyle hısımlık bile oluştu.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
Emre Altuğ’un "Çağla eğlenilecek değil, evlenilecek kızdır" demesi üzerine Reha Muhtar Vatan’daki köşesinde bu ayrıma karşı çıktı. "Gerçekte eğlenilecek-evlenilecek kadın diye bir ayrım yok ve olamaz" dedi.
Dedi ama pek de inanarak yapmadı bu işi galiba ki, aynı yazıda "Bir mankenin kocasına ’Tostumu yedim, odamda bekliyorum’ mesajı çeken, Gökhan Özen’le reklam aşkı yaşadığı iddia edilen, Beyaz’la birlikteyken Akmerkez’de birkaç işadamına özel defileye çıkan Çağla isimli 28 yaşındaki genç hanımefendi Emre için neden eğlenilecek değil de evlenilecek kadın kategorisinde bilmiyorum" da dedi.
Ah bu bilinçaltı!
Siz başka niyetle çıkarsınız yola. Fakat bir bakarsınız o kendini gösterivermiş.
Mızrağın çuvala sığmaması gibi bir şey.
*
Evlenilecek ve eğlenilecek kadın ayrımından laf açılmışken, ben de bu konudaki fikrimi bildirmek isterim.
Ben sahiden kadınların "eğlenilecekler" ve "evlenilecekler" olarak ikiye ayrıldığını düşünüyorum. Tıpkı erkekler için de aynı ayrımın yapılabileceğini düşündüğüm gibi.
Fakat böyle düşünenlerden farkım, bana göre "eğlence"nin yatakta geçiyor olmaması. Masada geçebilir ama.
Yani yemekte, şurada burada bir araya gelindiğinde son derece eğlenceli kadınlar vardır, fakat kendileriyle bir ömür geçirmeniz mümkün değildir.
Örnek isterseniz, "ben" diyebilirim.
Benimle tanışanlar, hele bir de havamdaysam o gün, bayılırlar bana.
"Sizin yakınınız olanlara ne mutlu!" diyenler çoktur.
Hatta okurlardan da böyle mektuplar gelir.
Hızını alamayıp evlenmek isteyenler de çıkar.
Bense "Ölümüne mi susadın?" diye karşılık vermek isterim her birine.
Hakikaten zordur benimle geçinmek.
Adamı sorgu sual manyağı yaparım.
Sabah akşam adeta tekmil isterim.
Üstüne üstlük verdiği tekmile de inanmam.
Neticede pabucunu giymeden kaçabilir adam.
Yani bakmayın siz bu köşeden ha bire talkın verdiğime...
Bir de fiziki görünüm meselesi var.
Size bir tasvir yapayım, evlenilecek kadın olup olmadığıma karar verin.
Üstte bir gecelik...
Geceliğin üstünde ve altında, havanın serinlediği kanaatiyle bilahare giyilmiş hırka ve eşofman altı...
Ayakta şoset çorap...
Fakat nasıl olmuşsa olmuş eşofmanın tek paçası dize kadar sıyrılmış, çorabın tekiyse herhalde rüküşlük olacaksa tam olsun deyip ayaktan çıkmış gitmiş.
Saçlar bir kurşunkalem yardımcılığıyla tepede toplanmış. Fakat tam olarak muvaffak olunamadığından, bir miktar saç kendini koyvermiş.
Bari kapıyı açmasam bu halde.
Geçenlerde bir baktım karşımda ev sahibim!
Adamcağızın şaşkın bakışları durumumun vahametini anlamama yardımcı oldu.
Şimdi belli ki evli olsam eşimi de bu kılıkta karşılayacağım. Ne kadar kendime çekidüzen verirsem vereyim, taş çatlasın bir ay sonra aslıma rücu etmem kaçınılmazdır.
Düşünün, hem kapıyı bu kılıkta açıyorum, hem de "Nereden geliyorsun?" diye hesap soruyorum adama... "Siyanür üstü fare zehiri" bir nevi.
Bir de misal Banu Alkan’la evli olduğunu düşünün aynı erkeğin...
Banu Alkan leopar geceliğiyle kapıyı açıyor, gözlerini kapatıp dudaklarını uzatıyor ve "Bebeğim" aşağı, "Bebeğim" yukarı...
Şimdi gelin de kadınları ikiye ayırmayın!
AKP tam bİze göre
Bakmayın siz elimizden içki bardağının düşmediğine...
Barlardan partner kaldırıp götürdüğümüze...
Başörtüsünden korktuğumuza falan...
Muhafazakárlıkta kimse elimize su dökemez.
AKP bile.
O garibim "umumi arzu" üzerine değişmeye çalışıyor hiç olmazsa.
Fakat biz...
Mesela, Güzide Duran iki davette İlker İnanoğlu’yla karşılaşıp selamlaştı diye Moris Kohen’e neredeyse "p....... misin?" diye soracağız. Hatta eline tabanca vereceğiz neredeyse.
O kıvamda bir röportaj yani.
Yine Reha Muhtar’ın köşesinde (29 Mayıs).
Aslında AKP tam bize göre. Muhafazakár muhafazakár gül gibi geçinip gitmemiz lazım.
MIŞ MUŞ
Astronomlar yaşanabilir milyonlarca gezegen olabileceği fikrindeymişler.
Biz Dünya’yı yedeği yok diye kurtarmaya çalışıyorduk, kılımızı kıpırdatmayız artık!
CHP’li ve AKP’li vekiller TBMM Genel Kurulu’nda yumruklaşmışlar.
Ne yani, siz konuşa konuşa anlaşmalarını mı beklerdiniz?
Yeni Kainat Güzeli Japonya’dan çıkmış.
Bakın bakalım, elektronik olmasın kız!
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2007
CİHAN Yörükoğlu
Savunmamı istediğiniz kişiyi maalesef savunamam. (Aslında konuya hiç değinmemek suretiyle savunmuş sayılıyorum, bu da var.)
Nedenine gelince...
Tam da o sizin belirttiğiniz arkadaşlık yüzünden. Yakın arkadaşlar birbirlerini çok yakından tanırlar takdir edersiniz ki... Bu durumda bakmışsınız savunayım derken kalemim aksi yöne doğru gidivermiş. Serde dobracılık var ya...
Onun için en iyisi sonsuza kadar susmak. Arkadaşlık adına.
* * *
Turhan Çakır
"İnanın siz cumhurbaşkanı eşi değil bizzat cumhurbaşkanlığına layıksınız. Şayet cumhurbaşkanını halk seçsin derlerse ve Abdullah Gül’ün karşısına da sizi çıkarırlarsa benim oyum kesin sizindir. Gönül rahatlığıyla adaylığınızı koyabilirsiniz."
Yaşasın!
Bir oy bir oydur. Fakat benim "Bülent Ecevit" sorunum var.
Ama burası Türkiye... Bakarsınız dışarıdan bir üniversite diploması uydururum!
* * *
Mehmet Timurlenk
"Sizler konuşun konuşun ama kervan yürür! Cumhurbaşkanını halk seçecek, demokrasi yerini bulacak! Az kaldı. Artı, bir müjde daha vereyim size, başbakanı da halk seçiyor, siz halkı temsil etmediğiniz için başbakan da sizin istemediğiniz birisi, yani Tayyip Erdoğan olacak! Sizler konuşun durun öyle. Ha, bi de 23 Temmuz sabahı soğuk su içmeyi ihmal etmeyin ha!"
Temmuz ayında sıcak su içecek halimiz yok Mehmet Bey! İçeriz buz gibi suyumuzu.
İçeriz de... Siz ne diyorsunuz Allah aşkına?
* * *
Nilgün Möller
"Bugünkü yazınıza bayıldım, bayıldım... Taşı öyle bir gediğine koymuşsunuz ki... Hoş bu sizin bir özel yeteneğiniz zaten, lütfen yöneticilere söyleyin size gazetede daha büyük bir köşe, hatta mümkünse bir sayfa ayırsınlar. Biz de doya doya okuyalım. Selamlar, sevgiler."
Hayhay! Fakat siz de bana Lape’den mi olur artık, Balıklı Rum’dan mı, bir oda ayırtırsınız.
"Taşı gediğine koydun" diyorsunuz ama aynı yazıyla ilgili sizin gibi düşünmeyenler de var. Bakınız bir sonraki e-posta.
Not: Nilgün Möller, Hayrünisa Gül’ün haksızlığa uğradığına dair benden yazı talep eden bir okuruma cevap mahiyetinde kaleme aldığım "Demokrasi Demokrasiye Karşı" başlıklı yazıdan söz ediyor.
* * *
Cengiz Doğan
"Bir insan bu kadar kıvırır, açıkçası kınıyorum sizi. Ya göz göre göre sırf başı örtülü diye kadınlara yapmadıkları kalmadı. Güya kadın haklarını koruyacaksınız. Birçok kadın başörtüsünden dolayı okuyamıyor, bunlara hiç itirazınız yok. Ne bileyim insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor, bu nasıl oluyor göz göre göre. Ben bunu ne komünist, ne sosyalist, ne demokrat, ne de laik düşünceye sığdıramıyorum. Lütfen söyleyin, yanlış yanım varsa ben de rahatlayayım."
Önce uygarlığınızdan ve onun getirdiği üslubunuzdan dolayı teşekkür ederim size. Aslında olması gereken şey bu ama bu tip konularla ilgili tepkiler küfür eşliğinde geliyor nedense.
Şunu hemen belirteyim, benim hak hukuk savunuculuğu gibi bir misyonum yok. İşim daha ziyade olanı biteni tiye almak. Sadece karşı olduğum şeyleri değil, gerektiğinde inandıklarımı da, kendimi de. Hepsi bu.
Bunu yaparken bazen Nilgün Möller’ler taşı gediğine koyduğumu söylerler, bazen de Cengiz Doğan’lar.
MIŞ-MUŞ
Yaşar Nuri Öztürk, "Mitingler haramdır" demiş.Bir tek bu açıdan bakılmamıştı.
Muhalefet tarafından yolsuzlukla suçlanan ve istifası istenen Japon bakan intihar etmiş.Bizde iyi ki böyle bir eğilim yok, 6 ayda bir erken seçim gerekebilirdi.
Uzayda tatile az kalmış."Mekik Tur", "Boşluk Turizm".
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2007
GEÇTİĞİMİZ pazar günü, ilk aşkın unutulmadığının bilimsel olarak kanıtlandığı haberi vardı gazetelerde. İlk aşka ait anılar, beyinde bağımlılık yaratan ilaç ya da uyuşturucu kadar etki yapıyormuş.
Bunu okuyunca ilk aşkımı hatırlamaya çalıştım. Doğruluğunu test etmek açısından.
Gerçi anladığım kadarıyla, bu, bizim farkına varabileceğimiz bir durum değil. Yoksa çoktan keşfetmiş olurduk.
Fakat bilim bizim gibi değil tabii.
Göremediğimizi görüyor. En azından adını koyuyor. Demek baktı ki yeryüzünde bir tek iyi giden ilişki yok... "Nedir bu?" diye araştırdı, buldu, çıkardı.
İlk aşk mağduruyuz hepimiz.
Benim yandığım, bugüne kadar ilişki konusunda verdiğimiz akılların tamamı çöpe gitmiş bulunuyor. Uzmanlar olsun, dergiler, köşeciler olsun, hiçbirimiz ilk aşktan yola çıkmamıştık zira. Şimdi sil baştan yapacağız. Neyse, iş çıkmış oldu.
* * *
Uzatmayayım, ben yine de ilk aşkımı hatırlamaya çalıştım.
Fakat nafile!
Hayır efendim, düşündüğünüz gibi değil!
Hatırlamayacak kadar eskilerde kaldığı için değil yani!
Hem siz de bilirsiniz ki, insan, yaşı ilerledikçe dün ne yediğini unutabilir ancak "fi tarihi" sular seller gibidir.
Ayrıca dün yediğim de "dün gibi" aklımda çok şükür!
Derdim, hangisini ilk aşk olarak kabul edeceğimi bilememem.
Sahi hangisi ilk aşk sayılmalıdır arkadaşlar?
İlk öpüştüğümüz erkek mi?
İlk seviştiğimiz mi yoksa?
Yoksa, okul çıkışında, karşı kaldırımda beklediğini görünce yüreğimizin ağzımıza geldiği, uzaktan bakıştığımız fakat sesini bile duymadığımız sivilceli oğlan mı?
Hatta daha da geriye giderek, ilkokuldaki sıra arkadaşımız mı? Hani bizi beğenmez endişesiyle her sabah annemize saçımızı bir ördürüp bir açtırdığımız, bir toplatıp bir bozdurduğumuz, o kara gözlü çocuk mu?
Ya da hayatımıza kaçıncı sırada girerse girsin, "Daha önceleri neredeydiniz" dedirten mi?
Hangisidir sahi?
Buna bir karar verebilsek, hakikaten bilim adamlarının dediği doğru mudur değil midir bakacağız.
Uzmanların dediğine göre, ilk aşklarıyla yeniden bir araya gelen insanlar ergenlik dönemine ait bir hormon salgılıyorlarmış. Bir "hormonölçer"le bir bir eski defterleri yoklamak lazım belki de. Baktık hormon geliyor "Budur" diyeceğiz zahir.
Hormona değil de bana sorarsanız, ilk aşk habire değişir. Yenisi gelene kadar sonuncusu ilk aşktır.
MIŞ-MUŞ
Cumhuriyet mitinglerinden sonra kadının daha laik ve solcu olduğu ortaya çıkmış.AKP’nin kadınlara istemeden iyiliği dokundu.
Zeki Sezer’in Rahşan Ecevit’ten helallik almasından sonra İlhan Kesici de Aydın Menderes’ten helallik almış.Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulacağız ne?
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2007
HERKESİN bir hikáyesi var. Hikáye dediysem, öyle filmlik olması şart değil. İçinde bulunduğumuz durumlardan söz ediyorum.
Sıradan şeylerden.
Kimimiz evlenmek üzereyiz mesela...
Kimimiz işsiz...
Kimimizin yeni çocuğu olmuş...
Kimimiz bir hastalıkla boğuşuyoruz...
Aldatılmışız...
Áşık olmuşuz, falan filan.
Fakat hayatın akışı içerisinde pek de farkında değiliz galiba bunların.
Sahne durmadan değişiyor çünkü.
O halden bu hale geçiyoruz... Hızla.
Fakat ölüm geliverdiğinde...
Her şey orada donup kaldığında yani...
O zaman herkesin hikáyesi sahici bir hikáyeye dönüşüyor.
Ve mutlaka acıklı bir hikáyeye...
Ama yatakta gelmiş olmayacak ölüm.
Bir felaket, bir kaza ya da Ulus’taki gibi bir patlama... Ani ve hain bir şekilde gelecek yani. İşte o zaman acıklı bir hikáyeniz oluyor. Bir dakika önce ne kadar mutluysanız, hikáyeniz daha da hazin olabiliyor hatta.
Muzaffer Savaş mesela...
O gün damatlığını almak için gitmiş Ulus’taki çarşıya. Bomba patladığında elinde damatlık, durakta otobüs bekliyormuş.
"Damatlık giyecekti, kefen giydi" diyor gazete.
Ölüm her zaman dokunuyor insana. Hiç tanımadığınız birinin ölümünde bile boğazınıza bir düğüm gelip oturuyor. Hele böyle ölümlerde...
Fakat "Patlamada Muzaffer Savaş da yaşamını yitirdi" deselerdi, işte o düğüm oturacaktı boğazıma sadece.
Ama iki gün sonra evlenecek olması...
Düğüm yetmedi.
Gözyaşları geldi ardından. Her satırda daha çok.
İsa Kalkır... 12 yaşından beri annesi, ablası ve kardeşinin geçim yükü omuzlarındaymış.
Serdar Karayiğit... Ekmek parası için çoluğunu çocuğunu köyde bırakıp gelmiş Ankara’ya, seyyar satıcılık yapıyormuş.
Bunları duyunca koyuveriyorum gözyaşlarımı.
Onlar gibi yüzlercesi var oysa. Fakat anlatsalar ağlar mıyım hikáyelerine, bilmiyorum.
Ama işte ölüm geliverince...
Ölüm "bardağı taşıran son damla" oluyor galiba.
Artık ölüme mi ağlıyoruz, hikáyeye mi, belli olmuyor.
İkisi birbirini azdırıyor. Hikáye ölümü, ölüm hikáyeyi daha da acıklı yapıyor.
Bir şey daha var...
Fakirin ölümü daha dokunaklı oluyor.
Muzaffer Savaş ağzında purosuyla yakalansaydı ölüme, ya da ne bileyim biri elinde Prada çantasıyla şoförünün arabayı getirmesini bekliyor olsaydı durakta, iddia ediyorum gözyaşları bu kadar sel olmazdı.
Hrant Dink’e onca yanışımızda ayakkabısındaki pençenin de rolü vardı, inanın.
MIŞ-MUŞ
DSP Genel Başkanı Sezer, aday olmazsa hakkını helal etmeyeceğini söyleyerek üzüntüsünü dile getiren Rahşan Ecevit’ten helallik almış.Helallik falan deyince yanlış anlamayın, DSP "sol" partidir!
Mesut Yılmaz, "Siyasete dönmemi halk istedi" demiş.Gizli referandum yaptı zahir.
Yazının Devamını Oku