23 Ekim 2007
PEK hevesliyizdir...<br><br>Hayranı olduğumuz sanatçıyı, okuru olduğumuz yazarı, yeni tanıştığımız birini yakından tanımanın... Fakat bana sorarsanız, hadi "Bütün kötülüklerin anasıdır" demeyeyim ama keşke kimseyi yakından tanıma imkánı bulamasak!
Sonu daima hüsrandır zira.
Özellikle aşkların bitişinde mutlak parmağı vardır.
İnsanoğlunun, yakından tanıdıkça, sevilesi bir yaratık olmadığının ortaya çıkmasından mıdır artık...
Yoksa "Kitabın okunup bitirilmesi" meselesi midir...
Bu ikincisi daha doğru geliyor. Hani merakın kediyi öldürmesi gibi merakın giderilmesi de öldürücü bir şey.
Deniz Uğur, "Tamer Karadağlı kitabını okudum bitirdim, açmamak üzere kapattım" demiş ya... Ne maksatla söyledi bilmiyorum ama hakikaten insanlar da kitap gibidir. Anlattıklarının bir sonu vardır. Ve aynı şeyi döne döne, tekrar tekrar okumanın manası yoktur. Çekiciliği de.
Bu durumdan yırtanlar "Başucu kitabı" olmayı becerenlerdir bir tek.
* * *
Sahiden de bütün ilişkilerin altında merakın yattığı neredeyse bilimsel bir gerçek olarak biliniyor artık.
Bir yabancının dünyasına adım atıyorsunuz...
Kimdir, nedir, beraber nasıl bir yolculuğa çıkacaksınız...
Çok derinine inmeye de gerek yok, nasıl seviştiği bile merak konusudur. Hatta bazı ilişkilerde sadece bu.
Sonra işte o körolası "yakından tanıma" olayı gerçekleşir, karşınızdakini sular seller gibi ezberlersiniz.
Hani kendinizi o kadar tanımazsınız...
Ona baktığınız kadar aynaya bakmamışsınızdır...
Onu tarttığınız kadar kendinizi tartmamışsınızdır...
Sonuç:
Uğurlar olsun!
Ha, tanıdıkça hayran olunmaz mı?
Tanıdıkça vazgeçilmez olmaz mı karşıdaki?
Olur elbet.
Hani o iki arada gidip gelenler tanıdıkça sevenlerdir. İlkini yani. Fakat bir yandan da insandaki "tanıma isteği" dur durak bilmediğinden...
Bakın, aslında bu bir "sır" olabilir.
Kadın dergileri mutlu ve uzun bir evliliğin "sırları"nı verirken bunu da şeyttirebilirler.
"Evleneceğiniz erkek fazla meraklı bir tip olmasın!
Öyle sineklerin nasıl baş aşağı durduğunu falan merak etmesin!
Bunu merak eden, en yakın kız arkadaşınızın yatakta nasıl durduğunu haydi haydi merak eder!"
Bu yazı da içim kan ağlarken ittire kaktıra kaleme aldığım yazı olarak arşivde yerini alsın!
MIŞ-MUŞ
İslami seyahat güzergáhının en başında İstanbul varmış.
"Ankara"nın hakkını yemişler!
Eşinden boşanan Fransa Cumhurbaşkanı, Ukrayna devrimi liderlerinden "Turuncu Prenses" Yuliya’ya devet mektubu yazmış.
İyi ki içine 100 dolar koymadı mektubun...
Sophia Loren, "Meryl Streep’ten nefret ediyorum" demiş.
Kadın işi bilmiyor, "Rakibim yok" falan diyecekti halbuki!
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2007
EĞER haber doğruysa... Yani Demet Akalın, "Bir daha asla bir araya gelemeyiz" dediği eşiyle barıştıysa...
Ve bu barışma, Demet Akalın’ın, eski eşinin bir başka kadınla çekilmiş fotoğraflarının basında yer alması üzerine gerçekleştiyse...
Bu, bir nevi, "canlandırma"dır.
Yıllardır anlatıp durduğumuz klasik kadın davranışlarından birinin canlandırması.
Nedir?
Kadın, aniden, aslında erkeği çok sevdiğini anlamıştır!
Nasıl?
Bakmıştır ki "b.k" diye attığını "hap" diye yutan birisi var...
Bakmıştır ki üstünü çizdiği adamın altını çizmek üzeredir biri...
Anlar ne çok sevdiğini!
Şunun gibi:
Size de olur mu bilmem ama benim başıma çok gelir. Giymekten pek hoşlanmadığım bir şeyi birine veririm. Sonra onun üstünde görünce...
"A! güzelmiş aslında."
Pişman olurum, geri isteyesim gelir.
* * *
Bunun "seviyor olduğunun farkına varmak" falan olmadığını hepimiz biliyoruz.
Bu başka bir şey...
"Hırs" desek...
Yok, tek sözcükle tarif edilmez. Daha "zengin" bir hal bu.
İçinde şu bile var mesela:
Ayrılmak biraz da karşıdakini cezalandırmaktır.
"Bensiz kalsın, görsün gününü!"
Ama bakarsınız, o gününü görmek bir yana gününü gün etmektedir. Derhal duruma el koyarsınız.
"Dur bakalım, sen cezalısın!
Acı çekecek, kıvranacak, sürünecektin!
Yok öyle aşk falan... Gel buraya!"
Erkeklerde de var elbet bu, "Benim olan bir daha asla kimsenin olmasın" duygusu.
Özellikle Doğulu erkeklerde.
İlk eşlerinin kimseyle evlenmesine izin vermezler.
Onu öylece "muhafaza" ederler memlekette.
Yiyeceğini, içeceğini temin edip kadınlığını iptal etmek suretiyle...
Kendileri ikinciyi, olmadı üçüncüyü alırlar, çocuklar yaparlar, o ayrı.
Aslında ikinciye de ilkine yaptıklarını yapmak isterler ama ikinci genellikle "İstanbul kızı" olduğundan buna izin vermez.
Çok örneği var... Ünlülerden falan...
En son Hüsnü Şenlendirici, "Nazire’nin ilki, sonu benim" dedi biliyorsunuz. Hepimizin meyli bu yöndedir aslına bakacak olursanız.
Yani elimizden gelse bütün "eski"lerimizi bir kenarda bekletiriz.
Bizi bir seven feleğini şaşırsın, gönlünü ömür boyu sevdalara kapatsın isteriz.
Ama susuyoruz işte... Ayıp olur diye. Demet Akalın ne güzel gitmiş adamın elbiselerini parçalamış, "O kadınla yatamazsın" diye de mesaj çekmiş!
Hepimizin adına.
MIŞ-MUŞ
Melen Çayı, Boğaz’dan geçecekmiş.
Emlakçılar fırsatı kaçırmaz.
Ereksiyon ilaçları sağırlık yapabiliyormuş.
E, iki rahmetten biri!
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
Bugün cumartesi...<br><br>İyice hafifleyelim. Mesela ne zamandır giyim kuşamla ilgili tüyo veresim var hemcinslerime...
Daha doğrusu şöyle:
"Dost acı söyler" derler ama acı söyleyeni kimse dost olarak görmüyor. Hal böyle olunca ben de en yakın arkadaşıma bile, "Bu straplez elbise sana yakışmamış, etlerin elbisenin üstünden aşağı sarkıyor" diyemiyorum.
Buradan sanki umuma uyarımsı tavsiyelerde bulunuyormuş gibi yapıp, eşe dosta çaktırmadan, dostluk görevimi yerine getirmiş olayım.
Ciddi ciddi ama. Komiklik olsun diye değil.
á Beliniz 70 cm’yi geçiyorsa kemer takmayın.
Çok hevesiniz varsa evde kendi kendinizeyken takıp hevesinizi alın.
á Karın ve bel bölgeniz yağlıysa iki parçalı kıyafet giymeyin. Elbise giyin. Ya da tunik.
á Üstünüz kalın, bacaklarınız inceyse dar pantolon ya da dar etek giymeyin.
Üstünüzü inceltemezsiniz ama altınızı üstünüze uydurabilirsiniz.
á 45 yaşınızı geçtiyseniz kollarınızı göstermeyin. Hele koltuk altlarınızı...
Ha, spor yapmayanlara ibret olsun diye gösterecekseniz, onu bilemem.
á 38 bedeni geçtiyseniz straplez elbise giymeyin.
Kendinizi arkadan görmüyorsunuz, etleriniz elbisenin üzerinden sarkıyor. Seksi olayım derken göz çıkarıyorsunuz.
á "Çıtır kız" görünümünde değilseniz tayt giymeyin.
á Kıçınız sarkık veya yassıysa düşük belli, bol, hani şu "Kargo" denilen pantolonlardan giymeyin. Bu pantolonlar diri ve dik popolularda güzel duruyor.
á Bol paçalı pantolonun ya da yere kadar tuvaletin altına açık ayakkabı giymeyin.
Sırf parmaklarınız görünüyor, üstelik olduğundan çirkin olarak.
á Ayağınız 37 numaradan büyükse sivri burunlu ayakkabı giymeyin.
Ayaklarınız 140 numara görünüyor, haberiniz olsun.
á Göbeğiniz varsa bele oturan, tek düğmeli, kısa ceket giymeyin.
Yandan gördünüz mü hiç kendinizi?
á Desen çok tehlikeli bir şey. Uygununu seçemeyecekseniz hiç girişmeyin.
Terzinizin ısrarına bakmayın, elinde kumaş vardır.
á 38 bedenden büyük "jean"i neden üretirler bilmiyorum.
Hadi onlarınki ticarettir, siz neden alır giyersiniz?
á İncecik değilseniz iddialı kıyafetler giymeyin, komik duruyor.
á Saten göbek çıkarır. Göbeğiniz yoksa bile varmış gibi gösterir.
Anoreksiya hastalığına yakalanmadıysanız satenden uzak durun.
á İkinci parmağınız baş parmağınızdan uzunsa açık ayakkabı giymeyin. Sokağın pisliğini eve getirmeyin.
á Sütyeninizin sırtınızı kestiği yerlerden et fışkırıyorsa dar tişört giymeyin. Bırakın sizi zayıf zannetsinler.
*
Bütün bunlara karşı siz de bana "Kelin merhemi olsa kendi başına sürerdi" atasözünü hatırlatabilirsiniz elbet.
Bade’nin önü
"Mahsun Kırmızıgül’ün eski sevgilisi" olarak tanınan Bade İşçil, basına malzeme vermeye devam ediyor. "Lahmacun"dan sonra şimdi de "bekaret" mevzuuna girmiş. Bir nevi ikinci Şebnem Şapırt vakası!
Gerçi "Bakireyim açıklaması bana tuhaf geliyor" demiş ama tuhaflık etmiş oldu bir kere. Kaçıracak değiliz bu fırsatı.
Şimdi ben bu bekáret konusunda çok kararsızım.
Yani her şeyin erken tüketilmesine karşı biri olarak "Aferin" mi demeliyim, yoksa kadın-erkek eşitliğinden yana biri olarak kızmalı mıyım...
En iyisi ikisinin arasında bir yerde durarak şaşırdığımı belirteyim. Ben bu işin artık anaokulunda halledildiği kanaatindeyim. Fakat demek hálá "kızlık zarının çeyiz olarak götürülmesi" diye bir şey varmış.
Ama nasıl?
Masa örtülerini yayıp kullanmak, sonra kocaya giderayak yıkayıp, ütüleyip sandığa kaldırmak şeklinde mi?
Bizim devrin kızlarının yaptığı buydu.
Bade’nin dediği gibi sahiden yemeğe çıkmaktan başka bir şey yapılmıyorsa hakikaten iki tarafı da alnından öpmek lazım.
Yapmadıkları için değil, iradelerinden dolayı. Böyle iradeye "çelik" benzetmesi bile az gelir. Nihayetinde çeliğin bile mukavemet gösteremediği bir nokta vardır.
Ama bedende el, dudak, dil, şu, bu değmedik yer kalmayıp "memleketin ’oradan’ gayrı bütün tersanelerine girilmiş" ise...
Aslında bilimadamları şu "sahtekárlık geniyle" bir oynasalar... Belli ki inatçı bir gen bu. Yüzyıllar geçse kendi kendine bir değişime uğrayacağı yok!
*
Bade nasıl "temiz" kaldığını anlatırken "Ben biraz feministim galiba" demiş bir de.
Artık ne zannediyorsa feminizmi...
Büyük ihtimalle muhafazakárlıkla karıştırıyor.
Hayır Bade’cim, bekáretini, karşısına onlarca kadınla sevişmiş olarak gelecek kocasına saklayan kadınlara "feminist" denmiyor. Öyle olsa feminist kadınlara bayılır erkekler. Tersine, pek hoşlanmıyorlar.
Fakat sen doğru yoldasın.
Yani konuşmalarınla...
Bu topraklarda önün açıktır.
MIŞ MUŞ
Æ Bol seks erkeğin spermine faydalıymış.Kadının bir brokoli vazifesi görmediği kalmıştı.
ÆMalezya’da bir kadın, misafiri kocası sanıp cinsel ilişkiye girmiş.Kocası için için, kadının gerçeği hangi noktada, ne gibi bir fark görüp anladığını merak ediyordur, eminim.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2007
İNSAN dediğiniz türlü türlü... Bir türü, anasından dilekçe ile doğmuş adeta.
Her mahallede vardır böyle birkaç kişi... Memlekette dilekçe yazılabilecek ne kadar merci varsa hepsine başvurmuşlukları vardır bunların.
"Dilekçe"den kastım "şikáyet dilekçesi".
Hakikaten bunu iş edinenler var. 24 saat mesai yapıyorlar üstelik.
Aslında "şikáyet edilecek hususlar" açısından Türkiye mümbit bir yer. Fakat şikáyetseverlerin bir özelliği de mevcut şikáyet edilecek şeyleri görmekten ziyade, kendi yaratıcılıklarını ortaya koymaları. Kendilerini öteki ülkelerin "şikáyetçiler"inden ayıran yanları da bu zaten.
Mesela, başka ülkelerde "hayvanına kötü davranıyor" diye şikáyette bulunan komşuya karşılık bizde "hayvan besliyor" diye şikáyet eden komşu vardır.
*
En son, bir öğretmen aynı okulda görev yapan bir öğretmen çifti şikáyet etmiş. Öğretmenler odasında birbirlerine yakın davranıyorlar diye.
Söz konusu çift evli değil de sevgili olsa bir derece anlayacağım. Hani aşırıya mı kaçtılar diye.
Olur ya... Yalnız kalabilecekleri bir dört duvarları yoktur da her işi orada görmeye kalkarlar...
Ya da bir "işyeri kaçamağı"dır yaşadıkları...
Fakat sabah aynı yataktan kalkıp gelmiş karı-koca, öğretmenler odasında, herkesin gözü önünde, şikáyete neden olacak ne yapmış olabilir?
Durum eşyanın tabiatına aykırı bi kere!
Zaten şikáyetçi öğretmenin daha önce de 91 meslektaşını savcılığa şikáyet ettiğini okuyunca mesele anlaşılıyor.
Demek çantasında A4’le dolaşıyor!
Bakıyor etrafına... Hop, çıkarıyor káğıdı, yazıyor dilekçeyi.
*
Aslında kızmamak lazım belki de.
Tersine, hoş görmek, acımak, sarıp sarmalamak lazım bu tipleri.
Öyle mutsuzlar ki...
Öyle sevilmeye ihtiyaçları var ki...
Bu öğretmen mesela... Eminim kocasıyla hiç el ele tutuşmamışlardır. Bunu tahmin etmek için psikolog olmaya gerek yok.
Dikkat edin, bütün şikáyetseverler aynı noktada birleşir.
Güzelliklerden şikáyetçidir hepsi.
Kapının önündeki ağaçtan, komşunun köpeğinden, parkta koklaşan sevgililerden...
Komşudaki kavga sesinden hiç rahatsız olmazlar mesela. Tersine duvara bardak dayayıp dinlerler. Ama sevişirken ses çıkarmayagörsün aynı komşu...
Siz kuş sesleriyle uyanmaktan gayet memnunsunuzdur mesela, onlar belediyeye dilekçe yazarlar... "Ağaçları kesin, kuşlar yuva yapmasın."
Bu derece zor durumdalar.
MIŞ-MUŞ
Uçakta özel oda devri başlıyormuş.Mobil Türkán’a yeni iş kapısı açıldı.
Ramazan boyunca 42 ilin belediye veya öğretmenevi yemekhanesi kapalıymış.Bize de yaranılmıyor! Adamlar hepimizi "cennetlik" yapmaya çalışıyorlar!
Son yağmurlarla ilgili iki gazete haberi:- Yağmur binalara yağdı, barajlar yine boş kaldı.- İstanbul’a su sağlayan barajlarda 25 günlük su rezervi artışı oldu.Yorum yok!
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
HEP merak etmişimdir... Kadının, orasını burasını boyaması işi, ilk kimin aklına gelmiştir, nereden icap etmiştir?
Görünen farklılıklar yetmemiştir de iki cinsin bakınca birbirinden ayırt edilebilmesi için kadına bir nevi işaret mi konmuştur?
Eğer öyleyse neden erkek değil de kadın işaretlenmiştir?
Yine eğer öyleyse neden misal bir tek dudaklarını boyaması yetmemiştir de yanaklarını, gözlerini, saçlarını, el ve ayak tırnaklarını da boyaması gerekmiştir?
Sanki eziyeti azmış gibi, kadına bir de bu süslenme, boyanma işini kim yüklemiştir?
"Eziyetse boyanmayıversin" diyeceksiniz.
Mümkün mü?
Bir davete boyanmadan katılsın bir kadın... Bir süre sonra boynuna "Vallahi hasta değilim" diye yafta asması gerekebilir.
Ha, hayatında hiç boyanmamış kadın yok mu?
Çok.
Fakat dikkat edin, allamei cihan olsalar o yönleriyle değil "bakımsız kadın" olmalarıyla anılırlar daima.
Evet boyanmayan, saçını başını yaptırmayan kadın toplumun gözünde "bakımsız kadın"dır. "Doğal kadın" değil."Yıka ve çık" iki kere yalandır yani.
Fakat son zamanlarda biraz sadeleşme başladı neyse ki.
Tırnaklar kısaldı mesela...
Saçlar "illaki sarı" değil...
Dergiler "Doğallık ön planda" deyip duruyorlar...
Fakat buna karşılık sektör kudurdu adeta.
Burun deliklerimizi de boyatacak bize neredeyse!
Östaki borusundan gayrı kremletmediği yer zaten kalmadı!
*
Kendini bu bakım, makyaj, güzellik konularına kaptırmış kadının hakikaten işi zor.
Bir kere asosyal olması lazım.
Oysa sosyal hayatta kendine itibarlı bir yer bulmak maksadıyla yapıyor bu işi di mi?
Bakın, üşenmedim bir hesap yaptım, "güzel ve bakımlı" olmaya soyunmuş bir kadının, verilen öğütlere harfiyen uyması halinde, günde on iki dakika boş zamanı kalıyor.
Bu on iki dakikada ne yapabilirse artık...
Yani o davetlerde boy gösteren "cemiyet hayatının ünlü simaları" kendilerine bakıyor sayılmazlar pek. Hakikaten işe sıkı sarılsalardı doğrulup sokağa çıkmaya vakitleri olmazdı.
Belli ki birinden birini eksik yapıyorlar.
Mesela, ya saf oksijenin cildin derinindeki tabakalara taşınması işinden vazgeçip geldiler oraya...
Ya selülit mezoterapisini veya saç mezoterapisini ihmal ettiler...
Ya cildin elastikiyetinin artırılması faaliyetlerinden kaytardılar...
Günahlarını almayın yani insanların!
O kadar da bakımlı değiller!
Bana inanmayan, bir kadın dergisi alıp incelesin. Baksın bakalım, "güzel ve bakımlı olmak" öteki dünyevi işlere zaman tanıyor mu?
Kadının işi zor vesselam!
Bakımsız olsun, bakımlı olsun...
Birinin yaşama hakkı yok adeta, ötekininse yaşamaya vakti.
MIŞ-MUŞ
Abdullah Gül’ün kızına gelen nikáh hediyeleri şehit ailelerine dağıtılacakmış.Mesela porselen yemek takımı ne iyi gelir minik Zeliha’nın annesine!
Nezle olan Türk erkeği, annesinin en iyi doktor olduğuna inanıyormuş.Sırf o olsa... Nezle olan Türk erkeği aynı zamanda kanser olmuş gibi davranıyor.
Bayram trafiğine 97 kurban vermişiz.97’si bir arada ölmediyse sayılmaz!
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2007
GİTTİKÇE "kötü insan" oluyoruz. Hepimiz.
Belki de evrim devam ediyor. İnsan denen yaratık son şeklini almadı henüz. Yırtıcı bir hayvana döneceğiz belki sonunda. Mevcut yırtıcılardan farklı olarak kendi cinsini de parçalayıp yiyen...
Zaten ufak ufak başladık da. Daha geçenlerde parçalara ayırdığı arkadaşını azar azar yemek üzere buzdolabına koyan adamı okumadık mı gazetelerde?
Şimdilik sözle saldırmak, sataşmak, hakaret etmek, ipliğini pazara çıkarmak, canına okumak, haddini bildirmek gibi şeylerle idman yapıyoruz.
Başı da biz çekiyoruz.
Yani "medya" denen camianın içindekiler.
Köşeleri takip ediyorsunuzdur...
Bir saldırı, iki sataşma, beş karşı saldırı şeklinde gidiyor yazılar.
Bu köşelerde bulunma nedenimiz bu adeta.
Ve asla fikir tartışması değil yaptığımız. Hani iki yazar arasında gidip gelen okur bir şeyler öğrensin falan... Yok.
Ha şunu öğreniyor ama: İki tarafın da "kirli çamaşır"larını.
* * *
Televizyon programları içinse artık hakikaten söylenecek bir şey yok.
"Birincilik" onlarda.
Ben bunu rekabete yoruyorum.
Rekabetin en yoğun olduğu sektör bu. Üstelik ortada ters bir durum var. Yani mesela bisküvi piyasasındaki gibi kaliteyi artırmakla kazanılmıyor tüketici. Tam tersine... Ne kadar düşürürseniz "tüketici" o kadar memnun.
E, bakıyorsunuz rakiplerinize... Çekiyorsunuz aşağı.
Televizyon izleyicisine "tüketici" demem boşuna değil. Sahiden de bir tükenmişlik varsa izleyicinin payı büyük bunda.
Mesela, geçenlerde bir kadın "tüketici" yolumu çevirdi, "Dobra Dobra"yı çok beğendiğini söyledi. Fakat baktım haline, tavrına bir şey daha söylemek istiyor ancak çekiniyor söyleyemiyor. Biraz ısrar edince baklayı çıkardı ağzından...
"Kavga az."
Buyurun bir "sözün bittiği yer" durumu daha!
Peki...
Pınar Kür, Çiğdem Anad, Müjde Ar, Aysun Kayacı dörtlüsünün ilk programından ne kaldı geriye?
Müjde’nin "Gazozumu Bedri açtı" lafı.
Müjde akıllı kadındır. İlk televizyon programı olmasına rağmen "racon"u biliyor.
* * *
Gelelim yine gazete köşelerine... Oradaki kavga dövüşlere...
Şöyle söyleyeyim, bir insan haftanın yedi günü yazarsa olacağı budur!
Hatta beş günü...
Siz bakmayın Türkiye’deki gündem zenginliğine... Tıkanılıyor. Tıkanan can havliyle etrafa saldırıyor.
Bence durum budur.
Bu işin normali haftada iki, bilemediniz üçtür. Ötesi kavga dövüştür.
Ama belki "gazete tüketicisi"nin de istediği budur. Bilmiyorum.
MIŞ-MUŞ
Cem Davran, "Eli yüzü düzgün komedyen azdır" demiş.
Bu bizim hálá aklımızla değil gözümüzle güldüğümüzün işaretidir biraz da.
Yeşim Salkım, "İlişkilerimde çok aptallık ettim" demiş.
Boşanma nedeni: Şiddetli aptallık!
Facebook’ta 275 bin Türk varmış.
Hepimiz Kamberiz!
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
Geçenlerde evliliğin zeki kadınları daha da mutsuz yaptığına dair bir haber vardı gazetelerde.
Tamamen katılıyorum bu tespite. Hatta daha da ileriye gidiyor, zeki kadın her yerde, her şartta, her zaman mutsuzdur diyorum.
Aslında kadın, erkek diye ayırmamak lazım. İnsanın zekisi mutsuzluğa mahkûmdur.
"Zeká insanoğluna verilmiş bir cezadır" da denilebilir hatta.
Bir insanın zeki olmasının etrafındakilere faydası vardır ancak.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2007
BAŞBAKAN Yardımcısı Çiçek "Sözün bittiği yerdeyiz" demiş.<br><br>Doğru. Mesela artık DTP kalkıp "Evet, PKK terör örgütüdür" dese ne olacak? Zaten bu devirde "Söz" dediğiniz nedir... "Şekil"dir, "durumu kurtarmak"tır, "idare etmek"tir.
9 Ekim’de gazeteler adeta aralarında anlaşmışlardı... Yas vardı birinci sayfalarda. Köşelerden kan damlıyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki bütün bunların gittiği, ulaştığı bir yer yoktur. Vardır da ses geçirmez duvarlarla örülüdür orası.
Orası neresidir?
Tam olarak bilmiyoruz. Ama varlığından haberimiz var.
* * *
Bayat bir hadisedir aslında.
Daha önce de karşımıza çıkartılmıştır. Defalarca.
Zamana ve zemine göre, döne döne, bir o, bir bu... Sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, laik-İslamcı...
Her seferinde de çok insanca görünen istekler dile getirilmiştir. Yerseniz...
12 Eylül öncesinde boykotları "kantinde yemekler soğuk çıktığı için" yaptıklarını zanneden öğrenciler vardı mesela.
Bugün dağa çıkan çocuklar da kim bilir ne zannediyorlar.
Peki ortada o insanca isteklere neden olan sorunlar, haksızlıklar yok mu gerçekte?
Var elbet.
Var da, durmadan kan akmasının başka "derin nedenler"i var, hepimiz biliyoruz. Ama görünen nedenler üzerinde tartışıyoruz sadece. Gücümüz buna yetiyor. Ya da hakikaten kaptırıyoruz kendimizi o görünen nedenlere.
Birileri, birilerini zayıf noktasından vuruyor. Hepimizin var bir zayıf noktası. Din, inanç, namus, ekmek... Oradan vuranın peşine takılıp gidiyoruz.
Fakat neticede çocuklar ölüyor. İşin en kötü yanı bu.
Bizimse elimizden bir şey gelmiyor.
Bir günah keçisi buluyoruz sadece. Bu bazen hükümet oluyor, bazen DTP.
Ama çocuklar ölmeye devam ediyor.
* * *
Bir gençle tanıştım. Terörün yoğun olduğu bir bölgede doğmuş, büyümüş. İki arada bir derede. Anlarsınız...
Yakında askere gidecek. Büyük ihtimalle o taraflara. Ya ölecek ya öldürecek.
Peki kim vuracak onu aslında ya da o kimi öldürecek?
Durum karışık.
En son Şırnak’ta şehit edilen çocuklarımızdan birinin annesi Kürtçe ağıt yakmış oğlunun arkasından.
Karışık dedim ya...
Orada neler olduğunu anlamak mümkün değil. Daha doğrusu olanların nedenini anlamak.
Bir oyun var ortada ama, onu biliyoruz.
Sadece figüranların rol aldığı bir oyun. Ölen, öldüren, debelenen, üzülen, feryat eden figüranlar. Başrol oyuncularınıysa göremiyoruz. Hele yönetmen hiç yok ortalıkta. Uzaktan kumanda ediyor.
MIŞ-MUŞ
Türkçe başka dillere 20 bin sözcük vermiş.
Takas usulüyle herhalde!
En çok boşanma Ege’deymiş.
Güneş doğudan doğuyor ama batıdakiler daha erken uyanıyor!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızına Dışişleri Konutu’nda kına gecesi düzenlenmiş.
Aşk olsun! "Köşk’te kına gecesi olur mu" tartışmasından mahrum bıraktılar Türkiye’yi.
Yazının Devamını Oku