6 Kasım 2007
ORTADA bir hikáye, bir senaryo var...<br><br>Kameralar, ışıklar, yönetmen var... Doktor, polis, işadamı, çiftçi, kapıcı, ağa, anne, áşık, deli, fahişe olan oyuncular var...
Seyirci var...
Fakat televizyon dizilerini ciddiye alan yok.
Oyuncular ağzıyla kuş tutsa "oyuncu" sayılmıyor.
Yönetmenler "en çok seyredilen"i, "en iyi"yi, "içinde geçtiği mekánı ören yerine çeviren"i yapmış olsunlar isterlerse... "Sahici başarı" sayılmıyor hiçbiri.
Televizyon dizilerine herkes burun kıvırıyor.
Tiryakisi olanlar bile.
Beğenmek, bu dizileri "film", emeği geçenleri de "adam" yerine koymak, insanı aşağılarda bir yerlerde bir sınıfa sokuyor adeta.
Hatta bizzat içinde olanlar bile küçümsüyorlar işi.
Eğer tiyatro kökenliyseler hele, televizyondaki başarılarıyla anılmaktan utanç duyuyorlar neredeyse.
Bir diziye kapak atmak için yanıp tutuşan birtakım güzel genç kızların dışında kimse hoşnut değil.
Herkeste bir "istemeden orada bulunma" hali.
Bana göreyse, diziler, diğer programların arasında, televizyon kanallarının yüz akı.
Hakikaten seyretmeye değer birçok dizi, burada tek tek sayamayacağım kadar çok iyi oyuncu var televizyonlarda. Çoğunun adını bile bilmiyorum, yüzlerini ilk defa görüyorum fakat çıkardıkları oyunu hayranlıkla izliyorum.
Ve neden sinema oyunculuğunun, dizi oyunculuğundan daha kıymetli olduğunu da bir türlü anlayamıyorum.
Dizilerdeki oyunculuğun oyunculuktan sayılmamasının nedeni nedir?
Benim bilmediğim bir hilesi mi var bu işin?
Mesela bir tür doping mi uygulanıyor dizi setlerinde oyunculara?
Onun için mi sayılmıyor?
Sahiden dizilerdeki başarının geçersizliğinin nedenini biri bana anlatsın!
Aslında oyunculuklara bakarsanız galiba dizi oyunculuğu, sinema oyunculuğundan daha zor.
Öyle ya...
Hayranı olduğumuz nice sinema oyuncusu dizilerde döküldüğüne göre...
Olmuyor... Gördük, görüyoruz.
Sesli çekimden midir artık... İkisini bir arada yapayım derken ikisini de yapamıyorlar.
Gencecik, isimsiz çocuklar parlarken onların yanında müsamereye çıkmış öğrenci gibi duran sinema oyuncuları var.
* * *
Kısacası ben televizyon dizilerini ve oradaki oyunculuğu önemsiyorum.
Ha, belki hikáyeler televizyon izleyicisinin beğenisine göre şekilleniyor ama senaryonun şöyle ya da böyle olması oyunculara, oyunculuklarından hiçbir şey kaybettirmiyor.
Bir oyuncunun hedefi pekálá iyi bir dizide yer almak olabilir.
"Parsayı toplamak için" derme çatma kadroyla alelacele kotarılmış işlere bakmayın... Hem onlardan sinemada da yok mu? Hepsi "Altın Portakal"lık mı filmlerin?
MIŞ-MUŞ
Pop yıldızı Iglesias’a, kuru fasulye yedirip dansöz oynatmışız.
Ona da gösterdik çok şükür kim olduğumuzu!
Marmara’nın altı fokur fokur kaynıyormuş.
Temennimiz buhar olup uçmasıdır artık!
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2007
EMİNE Erdoğan, Köşk’teki Cumhuriyet Bayramı davetine katılmadı.<br><br>Ve bunun nedeni üzerine çeşitli söylentiler dolaşmaya başladı ortalıkta. Bir tanesi...
Emine Erdoğan gripti, yataktan kalkamamıştı.
E, olmayacak şey değil, hepimizin başına geliyor. Üzerine yorum yapılacak bir durum değil yani.
Ötekisi...
Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül’e kırılmıştı.
Neden?
Bizzat telefon açıp davet etmedi diye.
Bu söylentiye kargaların bile güldüğü kanaatindeyim.
Emine Erdoğan, eşinin belediye başkanlığı görevini de katarsanız yıllardır protokolün içindedir. Köşk’teki davetin Hayrünnisa Hanım’ın "altın günü" olmadığını bilir.
Hayrünnisa Gül de yıllardır protokoldedir. Eğer bizzat telefon açması gerekseydi bu gerekliliği en iyi o bilirdi.
Ne yani... "Ölümü öp bak gelmezsen" mi diyecekti telefon açıp!
Aralarındaki özel hukuk ne olursa olsun...
İsterse kardeş olsunlar...
Davetiye yollanmış, iş bitmiştir.
Dediğim gibi, bunu en iyi bu iki hanımefendi bilir.
Ötesi bizim "öküz altında magazin arama" merakımızdır.
* * *
Sonuncusu...
Emine Erdoğan, Çankaya Köşkü’nde türban görmekten hoşlanmayan askerin canını sıkmak istememiştir.
Bu söylentinin doğru çıkmasını isterim şahsen.
Bu kadar ince düşünen bir başbakan eşi, bir vatandaş olarak iyi gelir bana.
Mesela, sırf askerin canını sıkma meselesi değil...
Şimdi...
Türbanın hükümette, Köşk’te, protokolde, orada burada olması bir kısmımız için "zafer", bir kısmımız için "aydınlık Türkiye’nin sonu" değil mi epeydir?
Bu işe "savaş" gözüyle bakanlar varsa eğer, Köşk’teki Cumhuriyet Bayramı davetlerinde ilk kez türbanın yer alması "zafer" olarak kabul edilemez mi?
Peki herkes oradayken Emine Erdoğan’ın Başbakan eşi olarak orada bulunması gayet doğal sayılmaz mıydı?
Yani Emine Erdoğan’ın orada oluşuna kimse bir şey diyemezdi ama "Türbanlı Emine Erdoğan"ın Köşk’te salınması, bu konudan rahatsız olanlar için bir nevi sözde zaferin altının çizilmesi anlamına gelebilirdi.
Emine Erdoğan, inadına oradaymış gibi, sanki "N’aber, gördünüz mü türbanı" dermiş gibi gelebilirdi bu konuda hassas olanlara.
Bunları hesap ederek katılmadıysa eğer davete... Hakikaten tebrik etmek lazım Emine Erdoğan’ı.
Cımbızla incelik arıyor olabilirim...
Ne edeyim, epeydir öyle uzak kaldık ki...
MIŞ-MUŞ
Erkek vekil, kadın vekilin üstüne yürümüş.Adamcağız n’apsın, İsveçlilerin vekili değil ki!
Amerikalı araştırmacılar, genleriyle oynayarak hiç durmadan 6 saat koşan fare yaratmışlar.Bush’un da genleriyle oynamış olabilirler... "Hiç durmadan savaş çıkartan insan."
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2007
ALİBEYKÖY’E GİTSEYDİNİZ
Cumartesi, pazar, bayram...
Arabasına atlayan Boğaz’a koşuyor.
Her mevsimde, her havada.
Fakat... O kıyıdaki balıkçılara, kafelere, çay bahçelerine doluşanların biri, bir kere olsun dönüp Boğaz’a baksa!..
Asla!
Herkes birbiriyle meşgul.
Peki neden teptiniz onca yolu?
Evde oturup konuşsaydınız o bitmeyen meselelerinizi!
Veya Alibeyköy’e gitseydiniz toplaşıp!
KIZLARI DA ALIN ASKERE
Direksiyonda bir genç kız...
Direksiyonda dediysem, lafın gelişi. Bir elinde cep telefonu, ötekiyle çantasından sigarayla çakmak çıkarmaya çalışıyor.
Bu cesur yüreklilik, ölmekten, öldürmekten korkmama hali... Hakikaten askere göndermek lazım. Kuzey Irak’a.
ONU ALMA BENİ AL
Arzu Balkan’la Deniz Uğur, baştan beri verdikleri röportajlarda söyledikleriyle hepimize yeniden gösterdiler ki, üçlü ilişkilerde durum kadın açısından iki evreden oluşmaktadır.
Birincisi, "Onu alma beni al!"
İkincisi, "Bana yar olmadın ona da olma!"
EMEĞE SAYGI
Bazen, hiç yeri değilken, hatta hiç tanışmıyorken, karşımdaki kadına ayakkabısının veya bluzunun ya da eşarbının çok güzel olduğunu söylemek istiyorum.
Sahiden çok beğendiğimden değil, emeğe saygımdan!
Çünkü biliyorum ki az mesai harcamamıştır onu alırken...
Biliyorum ki yanyana koyup "Aradaki farkı bulun" deseler, bir bakışta fark edilemeyecek kadar birbirine benzeyen iki desen arasında az tereddüt etmemiştir.
İki renk, iki model arasında az gidip gelmemiştir...
En son, o sabah evden çıkarken "O mu, bu mu?" diye az düşünmemiştir...
SEVİŞME SONRASI
Erkek, sırtüstü yatmakta, mağrur bir ifadeyle tavana bakmaktadır.
Kadın, erkeğin koltuğunun altına sokulmuş, başını onun çıplak göğsüne dayamıştır.
Adeta minnettardır erkeğe.
Bütün filmlerde, sevişme sonrası sahne budur.
Herhalde var bildikleri... Demek böyle oluyor çoğunlukla.
Bana göreyse kadın için bundan daha teslimiyetçi bir duruş yoktur.
Bu duruştan ne kadar hazzetmediğimi anlatmak için "dayak bile bundan iyidir" desem... Hiç olmazsa bi tane de sizin patlatma ihtimaliniz vardır orada!
TECAVÜZ GİBİ
PKK’nın esir aldığı sekiz askerimiz...
"Şimdi bu konunun burada işi ne?" demeyin.
Düşünce zapt edilemiyor.
Oradan oraya sıçrıyor ve sıçradığı yerlerin birbiriyle uyum içinde olması şart değil. Bir fıkraya gülerken, mesela babanızın ölümü gelir aklınıza... Onun gibi bir şey.
"Sana mı kaldı?" da demeyin.
Türkiye’nin meselelerini düşünmek kimsenin tekelinde değil. Hatta bugüne kadar düşünenlerin yerine başkaları düşünse artık, belki daha iyi olur. Durum ortada zira.
Uzatmayayım, ben de zaten olayın politik ya da askeri yönünü falan irdeleyecek değilim. Bir çağrışımdan bahsedeceğim sadece.
Farkında mısınız, esirlere, şehitlere gösterdiğimiz ilgiyi göstermiyoruz.
Neredeyse "tu kaka" olacaklar.
Bu durum bana tecavüze uğrayan kadınlara yaklaşımı hatırlatıyor. Hani tecavüzcüden çok kadın suçludur ya bazılarının gözünde...
Hatta törelere kurban gider ya bazı yerlerde o kadınlar...
YAŞAMIN KIYISINDA
Filmler nasıl başlar, nasıl gelişir?
Biri erkek, biri dişi iki kişi, filmin başında tanışır, sonra bir sürü şey yaşarlar.
Fatih Akın’ın filminde de var bir erkekle bir dişi.
Ve bir sürü şey yaşıyor onlar da.
Ama bir farkla.
Tanışmıyorlar.
Tam tanışmanın eşiğine geliyorlar... Film bitiyor.
Çok meraklıysanız Fatih Akın’ın bıraktığı yerden filme devam edebilirsiniz.
MIŞ MUŞ
ABD’de yaşayan bir adam, 18 dakikada 108 hamburger yemiş.
O da bir şey mi, ABD’de başka bir adam birkaç senede milyonlarca kişinin başını yedi.
Arjantin’de Başkan Kirchner’in eşi First Lady Christina kocasının yerine başkan seçilmiş.
Biz "resepsiyonlar eşli mi eşsiz mi" derken bakmışsınız bir referandum daha, Abdullah Gül First Gentleman!
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2007
İKİ genç.<br><br>Biri erkek biri kız. "Öteki Türkiyeli" ikisi de.
(Bu tarifi hiç sevmiyorum ama yerine koyacak bir şey de bulamıyorum. Varoş, siyah Türk... Al birini vur ötekine!)
Sevgililer belli ki.
"En şık" olduklarını düşündükleri halleriyle Boğaz’a çay içmeye gelmişler.
Belki de "kızın babasının yolunun düşmeyeceği yer" olarak seçtiler burayı.
Kız ürkek bakıyor etrafa.
Çayları soğuyor masada. Dokunmuyorlar.
Umurlarında değil.
Belki de dökmekten ya da höpürdetmekten korkuyorlar. Mahcup duruma düşmekten.
Az konuşuyorlar.
Birbirlerine gülümsüyorlar daha çok.
Hiç öpüşmemişler daha. Öyle belli ki.
Yakın zamanda öpüşmeleri de zor görünüyor.
Erkek masanın altındaki ellerini ovuşturuyor.
Kız her anı aklına kazıyor. Gece yastığa başını koyduğunda tek tek, defalarca düşünecek hepsini.
Ne ağız dolusu kahkahalar atıyorlar...
Ne o yaşıtlarından duymaya alıştığımız "dil" var...
Ne oturuşlarında bir pervasızlık...
* * *
Siz nasıl yorumlarsınız bilmiyorum ama...
Hálá bir yerlerde benim kuşağımın bildiği türden aşklar yaşanıyor galiba.
Hani "gerçek aşk imkánsız olandır" diye bir kanı var ya...
Bir şart da "gizli" olması galiba.
Ana-babayla paylaşmak mesela... Ruh sağlığına iyi gelebilir ama aşka iyi gelmiyor.
Ortalıkta "enseye tokat" şeklinde yaşanması aşka yaramıyor.
Galiba özgürlüğün fazlası aşkla bağdaşmıyor.
Belki de onun içindir, en büyük aşklarda taraflardan birinin çoğunlukla evli oluşu...
Tarihe, kendi geçmişinize, çevrenize bir bakın...
Evet evet...
Yasak, aşkı büyüten bir şey.
Bu kızınki de anasından miras kalan "baba yasağı"...
Genlerinde kazılı olan "bir erkekle yalnız kalma yasağı"...
Öpüşme yasağı...
Sevişme yasağı...
Sevme yasağı...
Yasak kötü ama tuhaf bir şekilde aşka iyi geliyor.
MIŞ-MUŞ
Bahçeli, Erdoğan’a "Sen gitme Bush ayağına gelsin" demiş.Gelsin de... Adam bu taraflara hep topla tüfekle geliyor, ondan korkarım.
Dört çocuk annesi Angelina Jolie yine hamileymiş.Bu kadının çocukluğuna inmenin zamanı geldi!
Meksika’da bir kadın dergisi, kadınlar arasında topuklu ayakkabı koşusu düzenlemiş.Aslında falakaya da yatırabilirlerdi kadınları... Eziyetse aynı eziyet.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2007
DİKLEŞTİRME falan tamam da kadındaki "büyük göğüs" takıntısını anlayabilmiş değilim. Banu Alkan gibi 24 saat dışarıda gezdirilmeyecekse, büyük göğüs, tişörtün içindeki duruşuyla, kadını, beş çocuk emzirmiş, o da yetmemiş mahalleye süt analığı yapmış gibi gösteriyor.
Özellikle sıfır beden kızlar yaptırıyor ya bu büyütme işini... Tostoparlak, yusyuvarlak göğüslerle, bu göğüslerin iki yanından sarkan armut sapı kalınlığındaki kolların görüntüsü, bilmeyene, bu kızların "özürlü" olduğunu düşündürebilir.
Öyle ya...
Beş yaşındaki çocuğun ayakları 42 numara olsa mesela...
Böyle duruyor.
Kim inanır "emanet" olmadığına?
Ha, silikondan falan haberi olmayan "uzaylı" biri yutabilir. Buralarda, kadınların yediğinin memesine gittiğini düşünebilir.
* * *
Bakın erkeklerin "büyük penis" merakını bir derece anlayabiliyorum.
Haklı olabilirler.
Tam bilemiyorum ama mesela "dibini bulamamak" stres yaratıyor olabilir erkeklerde.
Kavanoz yıkarken gelir başıma... Ağzı dardır kavanozun, elim girmez, dibine üç santim kala, kalakalırım. Çatalın ucuna bez dolayıp erişmeye çalışırım, falan filan.
Belki onlar da bu "kalakalma" halini yaşıyorlar... Ne bilelim.
* * *
Şimdi nereden aklıma geldi bu "büyüklük merakı".
Siz de okumuşsunuzdur gazetelerde...
3 binli yıllarda insan fiziksel olarak doruk noktasına çıkacakmış.
İngiltere’nin önde gelen evrim teorisyenine göre kadınlar "büyük göğüslü", erkekler "büyük penisli" olacaklarmış.
Yani bu şu demek oluyor:
Zamane kadınıyla erkeğinin bir bildiği varmış meğer!
Evrile evrile hangi noktaya geleceğimizi İngiliz teorisyenden önce anlamışlar!
Fakat bin yıl beklemek yerine evrimi peşin peşin gerçekleştirme yoluna gitmişler!
İyi de olmuş!
Bin yılda kim öle kim kala!
İngiliz teorisyen, Türkiye’ye gelse feleğini şaşırır herhalde. Bizim kızların evrimi çoktan tamamlandığına göre...
* * *
Sırf büyük göğüs olayı değil... Kadınların tenleri kılsız ve pürüzsüz, saçları parlak, gözleri iri olacakmış bin yıl sonra.
Kadının 24 saat mesai harcadığı hadiseler...
Ben buna "evrim" demem!
"Allah kadının yüzüne baktı" derim!
Demek dişi kullarının helak olduğunu gördükçe...
Fakat benim merak ettiğim kadınlar bin yıl sonra nasıl vakit geçirecekler?
Onu belirtmemiş raporunda İngiliz teorisyen.
Boşluktan toplu intiharlar olmasın da!
MIŞ-MUŞ
Babacan, "PKK’ya gerekeni mutlaka yapacağız" demiş.Gerekenin ne olduğunu bi bulsak...
Süper lüks otomobiller için kuyruk varmış.Kim demiş parası olan kuyruğa girmez diye?
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2007
BAZI erkeklerin sevgilisi olmuyor, olamıyor.<br><br>Yok... Yanlış ifade ettim. "Sevgili"nin anlamı çoktan değişti. Daha doğrusu anlamı kalmadı. Birkaç saatlik ilişkilerde bile taraflar birbirinin sevgilisi oluveriyor. Bu durumda tersine, "Bazı erkeklerin sadece sevgilisi oluyor şu hayatta" demek daha doğru olur.
Evet, piyasada "müzmin bekár" diye anılan birtakım erkekler var ki bunlar bir kadınla asla uzun süreli bir ilişkiye giremiyorlar.
Öyle bir yastıkta kocasınlar falan dediğim yok...
Mümkünse, bir kadınla, makul bir süre, yani "Bu ikilinin arasında bir ilişki var" dedirtecek kadar bir süre sevdalık etsinler!
Hepsi bu.
Fakat yok!
Ne var peki?
Rus kızları var.
Habire değişen Rus kızları.
"Rus kızlarıyla sevdalık edilmez mi?" diyeceksiniz...
Edilir elbet.
Fakat iki kere üst üste aynı Rus kızıyla rastlasak bunlara... Ama hayır!
Biri gidiyor biri geliyor.
O kısacık sürelerde sevdalık edilemez.
Birkaç günlük tutkulu aşkların yaşandığı filmler görmüşüzdür gerçi ama hayat film değildir.
Olsa bile öyle zırt pırt gelmez kimsenin başına.
Hem tesadüfen hep bu adamların başına mı geliyor bu?
Hem de her hafta.
Her hafta bir tutkulu aşk!
Komik olmayın!
* * *
Diyeceğim sevişmek iyi hoş da...
Yeter mi?
Aşkın yerini tutar mı?
"Sevişmek için áşık olmak şart değil", bu devir bunu belletti bize, tamam da... Ama insan bir kere de o seviştiklerinden birine áşık olmaz mı?
Hadi aşktan vazgeçtik, üç defa üst üste aynı kadınla fotoğraflarını görsek yeter bize...
Ama yok!
Eskiden de, yani Ruslar Türkiye’ye akın etmeden, bu tip erkekler "fahişe" severlerdi.
Bunların, biriyle uzun süre flört ettikleri (Biz o zaman hadiseye "flört" derdik) görülmüş şey değildi.
Para verir sevişirlerdi.
Veya büyük hediyeler.
İllaki ama.
Bu kadar.
* * *
Uzman değilim ama kadınlarla sevişmekten öte ilişki kuramayan erkeklerin sorunlarının tam da "sevişmek" olduğunu düşünüyorum.
Ya yatakta otuz iki bin çeşit takla atan bir kadın bulunmazsa gayrete gelemiyorlar...
Ya hiçbir şekilde "olmuyor", "Du bakalım" deyip her gün yeni birini deniyorlar...
Ya öyle görülmemiş, duyulmamış sapıklıkları var ki kimse bir günden fazla dayanamıyor...
Ya kadınların hepsi "göstermelik"...
Başka türlü, gönül dediğiniz şey bağlasanız zaptedilemez!
MIŞ-MUŞ
İki haber:- Yüksek maaş ömrü uzatıyormuş.- Eğitimliler daha çok bunuyormuş."İki ucu b.klu değnek" diye ben buna derim.
Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan politikaya ısınıyormuş.Nesiller boyu güven!
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2007
Modern zaman ilişkilerinde kıskançlığa yer yok belli ki.<br><br>İlkel bir duygu olduğu düşünülüyor zahir. Röportajlarda falan bakıyorum, sevgililer bu yöndeki sorulara "Ne münasebet!" havasında cevap veriyorlar.
"Bizde asla kıskançlık olmaz, birbirimize güveniriz."
Birbirine sonsuz güven duyan erkekle kadının ilişkisinin tadını çok merak ediyorum doğrusu.
Ben ona ilişki bile demem.
Ya taraflar öylesine takılıyordur birbirine... Ya da artık ilişkinin miadı dolmuştur. Beraberlikleri bir ölçüde kıskançlığın ayakta tuttuğuna inananlardanım ben.
Ama peşine adam takmak ya da ne bileyim başını yerden kaldırdı diye ağzını burnunu kırmak şeklinde değil elbet. Bu kıskançlık değil hastalık zaten. Vardır psikiyatride bir adı.
Karşımdaki bana çok güveniyorsa benim o noktada kendime güvensizliğim başlar.
Çoğu kadının da aslında benim gibi düşündüğüne inanıyorum.
Erkek, kadını ordunun içine salmakta bir mahzur görmüyorsa, kadın "Sevgilim bana güveniyor"dan ziyade, erkeğin artık kendisini gözden çıkardığını ya da karşı cins için cazibesini yitirdiğini düşünür.
İşte tam bu nok ada aksini ispata girişebilir. Hem kendine, hem erkeğe.
Kadın aldatmalarının altını eşelerseniz, ortaya kıskançlık eksikliğinin çıkacağını görürsünüz.
Bu kadar eminim.
Diyeceğim, erkeği bilmemama kadın kıskanılmak ister. Dozunda ama.
*
Kadın neden "dır dır" eder?
Bana "kadın olduğu için" diye cevap verenler olacaktır. Fakat ben "acı"dan diyeceğim.
"Dır dır" denen şey bir nevi "inleme"dir aslında.
Sebebi de bulutların üstünden "güm" diye yere çakılmasıdır kadının.
Hemen hemen bütün ilişkilerde şu olur:
Erkek, kadını önce alır bulutların üstüne çıkarır, sonra oradan yere bırakır. Kadın ölmez ama sürünür, inim inim inler. Erkek buna "dır dır" der.
Olay budur.
Sahiden de erkek ilişkinin başında ve sonrasında uç noktalarda gezinir. Baştan çıkarma çalışmaları sırasında ve ilişkinin ilk günlerinde kadına gösterdiği ilgi "Mecnun" kıvamındayken ilerleyen günlerde bakarsınız "Fransız" olmuş aynı adam.
Kadın için bir nevi "attan inip eşeğe binme" hadisesi gerçekleşir.
Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın!
Sarsılır elbet kadın.
Bu sarsıntı "erkekten durumun hesabını sormak" şeklinde kendini gösterir.
Erkek biraz dengeli olsa halbuki...
İlk günlerde, atıp tutarken mangalda kül bıraksa...
Bakın, kadın daha dengelidir.
Nedir bir ilişkide ideal olan durum?
Sevgi, ilgi, şefkat, şu bu grafiğinin gün geçtikçe yükselmesi.
Kadında bu böyledir.
Erkekse tepeden başlar.
Ya da ilişkiyi bir hikáyeye benzetirsek...
Erkek direkt "gelişme" bölümünden girer hikáyeye.
Kadın daha "giriş"tedir o sırada.
Kadın "gelişme"ye geldiğinde ise erkek "sonuç"a ulaşmıştır.
Ne yapsın kadın bu durumda?
"Dır dır" eder.
Yani erkekte bir "dır dır" durumu yoksa, bunu kadının dengeli olmasına borçludur da diyebiliriz.
MIŞ MUŞ
Çikolataya direnen daha çok şişmanlıyormuş.Şu anda çikolatanın aldığı "reyting"i tahmin edebiliyorum.
Kuzey Irak’ta fiyatlar yüzde 30 artmış."Savaş manzaralı daireler"in fiyatı mı? Olur mu olur vallahi!
Yeni Delhi Belediye Başkan Yardımcısı evine giren maymunlarla mücadele ederken ölmüş.Her memleketin kendine özgü yaşam tarzı olduğunu bilirdik de "ölüm tarzı" da varmış.
Saatler, yarın gece bir saat geri alınacakmış.Ay, kırışıklara bi faydası olucek mi?
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2007
HAYAT devam ediyor.<br><br>Ne çok duymuş, ne çok söylemişizdir bu sözü. Doğrudur.
Hayat devam eder elbet.
Her şartta.
Ama bazen utanıyor insan... Aldığı nefesten, yediği ekmekten...
Tıpkı bugünlerde olduğu gibi.
Yine yan yana dizili çocukların fotoğrafları...
Yine tabutlar...
Yine ağıtlar...
Ne kadar üzülsem az geliyor.
Daha fazla, daha fazla ağlamak istiyorum.
Elimden bir tek bu geldiği için olmalı. Elimden gelenin en fazlasını yapmak istiyorum.
Bir daha, bir daha bakıyorum fotoğraflara...
Defalarca okuyorum...
En son ne demiş babasına telefonda...
Ne yazmış askere gitmeden önce evinin duvarına...
Hepimiz bir ağızdan bağıralım istiyorum.
Belki ölü çocuklar sesimizi duyarlar...
Onların farkında olduğumuzu, bizim için değerli olduklarını hissederler belki...
Ateşin sadece düştüğü yeri değil bizi de yaktığını bilir, biraz olsun teselli bulurlar belki...
Onları "12 Mehmetçik" olarak anmak istemiyorum. İsimlerini tek tek söylemek, her biri için tek tek yanmak istiyorum.
Mehmet, Soner, Selçuk, Mustafa, Yavuz, Zekeriya, Mehmet, Samet, Vedat, Abdurrahman, Tarık, Lokman.
Siz "şehit" deyin onlara...
Ben "ölü çocuklar" diyorum.
Şehitlik, ölümü arzulanır, katlanır kılıyor çünkü...
Normalleştiriyor...
Hayır!
Hiçbir ölüm arzulanır olamaz.
Hele 20 yaşındaki çocuklarınki hiç!
Onlar benim ölü çocuklarım, siz "şehit" deyin yine. Ben teselli sözcükleri istemiyorum.
Teselli oldukça kanıksıyorum çünkü.
Sanki şehitlik birilerinin işiymiş, onlar zaten şehit olmak için doğmuşlar gibi...
Hayır, kanıksamak istemiyorum!
Bu defa, bu çocukların adını unutmak istemiyorum.
On beş gün önce kaç çocuk ölmüştü kaçınızın hatırında?
Onları sayılarla hatırlıyoruz, çoğumuzun aklındaysa sayıları bile yok.
O çocuklara haksızlık bu!
Bu defa 21 Ekim’i aklıma kazıdım ben.
Çocukların isimlerini de.
Mehmet, Soner, Selçuk, Mustafa, Yavuz, Zekeriya, Mehmet, Samet, Vedat, Abdurrahman, Tarık, Lokman.
Suçluluk duyuyorum çünkü.
Çocukları durmadan ölüme yollamaktan.
Bir şeyler yapmak istiyorum.
Ne yapabilirim?
Hiç.
Ölü çocukların ismini aklıma kazıyorum bir tek.
Onlara sevgimi yollamış olmak için.
Başka ne yapabilirim... Ne...
MIŞ-MUŞ
Çiçek, "Tezkereyi dolapta dursun diye çıkarmadık" demiş.İyi. Gidin savaşın o zaman. Ama bizde verecek çocuk kalmadı.
Laura Bush Arap kadınlarına bilinç aşılayacakmış.O bilinci kocasına aşılasa iyi olur!
Beton kentler ısıyı, nemle birleşen ısıysa insanda suç oranını artırıyormuş.- Neden çaldın oğlum?- Her taraf betondu hákim bey.
Yazının Devamını Oku